Aslına bakılırsa neo-muhafazakârlık, neredeyse tepeden tırnağa tutarsızlık ve çelişkilerle donanmıştır. Söz gelimi, başta ‘hakiki din’ ile ‘dinselleşmiş’ inanç kültürü arasında çok büyük tutarsızlıklar vardır. Türkiye’de, ‘millî görüş’ çizgisinden yollarını ayıran neo-muhafazakâr siyaset, çok tuhaf biçimde diğer gelenekçi muhafazakârlar olarak çeşitli cemaat ve tarikat toplulukları ile iç içe bulunmayı sürdürmektedir. Gecekonduda zor şartlarda yaşamını sürdürmeye çalışan ‘sarıklı ve şalvarlı’ gelenekçi muhafazakârlar ile Boğaz’da yalı ve villalarda lüks içinde yaşayan ‘kravatlı’ neo-muhafazakârlar ‘aynı gemide’ bulunmaktalar. Bu kadar sınıf çelişkisinin olduğu başka bir toplum var mıdır?
*****
Prof.Dr. Feyzullah EROĞLU
Kültür sistemlerinde, yeni kültür öğelerinin katılması, başka kültürlerle etkileşim, eski kültür öğelerinin yenilenmesi ve işlevsiz kalanların toplumsal yaşamdan düşmesi tarzında, her daim birtakım değişimler yaşanır. Bilgi süreçleri ve yönetimi konusuna duyarlı kesimler, değişime daha hızlı uyum sağlarken; gelenekçi alt kültür mensuplarının bir kısmı, değişimlere daha gecikmeli uyum göstermekte, diğer bir kısmı ise çoğunlukla reddetmektedir.
Toplumsal değişmeler karşısında tavırlar
Toplumsal değişmeler karşısında kişi ve grupların gösterdikleri tavırlar konusunda genel olarak iki yaklaşım söz konusudur: Muhafazakârlık (Tutuculuk) ve Değişimcilik (Devrimcilik) Yaklaşımları.
Muhafazakârlık, kavramsal olarak değişimler karşısında, kurulu düzenin kurum ve geleneklerinin büyük ölçüde korunması ve mümkünse herhangi yapısal bir değişim olmaksızın aynı kalmasını arzulayan tutucu görüşlerdir. Bu tutumu benimseyenler, kendi zihniyet dünyalarına göre çok önemli gördükleri kültür öğelerini ‘atalarından gördükleri gibi’ korumak ve sürdürmek gerektiğine inanırlar. “Ataları yanılmışsa bile”, gördüklerinden ve bildiklerinden pek geri kalmazlar.
Değişimci yaklaşım, kurulu toplumsal düzende serbest kültür değişmeleri yoluyla bir gelişme olmadığında, bazı kültür öğelerinde zamanın ruhuna uygun zorunlu değişimler yapma biçiminde devrimci tavırdır. Bu yaklaşıma göre, özellikle toplumsal gelişmeyi sağlayıcı yeniliklere karşı sınıf çıkarları yüzünden kasıtlı engeller var ise bunların zorunlu kültür kapsamında kaldırılması gerekir. Toplumsal varlığın sürdürülmesi, işlevsiz ve yararsız kalan mevcut kültür öğelerinin ve zihniyet kalıplarının, aklın ve bilimin ışığında değiştirilmesi gerekiyorsa o zaman zorunlu kültür değişmeleri kaçınılmazdır.
Toplumsal gelişme değişim ve uyum döngüsüne dayanır
Kültürel sistemlerde büyüme ve gelişme, ‘değişim’ ve ‘uyum’ döngüsüne dayanmaktadır. Bilimsel gelişmeler ve birçok etkene bağlı olarak kültürel öğelerin bir kısmı değiştiğinde, yeni kültür öğelerinin genel kültürün önceki öğelerine hızla uyum sağlaması beklenir. Her işlevsel ‘değişimi’, bir ‘uyum’ tavrının tamamlaması gerekir. Bu bağlamda, işlevsel olmayan kültür öğelerini gelenek adına korumak toplumsal uyumu bozar. Buna karşılık, halihazırda işlevsel olan kültür öğelerinde keyfi değişimler, kültür sistemindeki öğeler arasındaki etkileşimi ve dengeleri bozar; genel kültür sisteminin bütünlüğü bozulur ve kargaşa kaçınılmazdır. Her iki durumda, toplumun kaynakları, zamanı ve enerjisi boşa harcanmış olur. Orta yol, A. Hamdi Tanpınar’ın “Eski, eski olduğu için atılmaz, işe yaramıyorsa atılır; yeni, yeni olduğu için alınmaz, işe yarıyorsa alınır” dediği gibi, akılcı ve seçici tavırdır. Böylece, toplum, ‘değişim’ ve ‘uyum’ döngüsü içinde, dengeli bir biçimde değişerek ve yenilenerek varlığını sürdürme imkânı bulur.
Mustafa Kemal Atatürk’ün yönettiği Türk Devrimleri, ‘değişim’ ile ‘uyum’ arasındaki ince çizgiyi çok iyi tutturmuştu. Atatürk sonrasındaki Batıcı değişim dayatmaları ile sağ siyasetçilerin ağır bir zihniyet çelişkisi yaşayan ikiyüzlü tutumları yüzünden, Türk devrimlerinde ciddi bozulmalar ve sapmalar meydana gelmiştir.
Türkiye’de muhafazakârlar neyi muhafaza ediyor?
Muhafazakârlık, akıl ve bilime dayalı modernleşme sürecini reddederek İslâm dininin özünden kopuk mevcut dinî görüş ve tutumların aynı kalmasını ve korunmasını savunan gelenekçi bir anlayıştır. Türk tarihinde, İslam dininin vahye dayanan özüyle, inanç esaslarıyla ilgili herhangi bir itiraz ve tartışma olmamıştır. Ancak, bölgesel kültürlerin etkisiyle ‘asıl dinmiş’ gibi dine eklemlenen dinsellik anlayış ve alışkanlıklarını sürdürmenin ne derecede doğru olduğuna ilişkin düşünceler ortaya konmuştur. Türkiye’de muhafazakârlar, çoğunlukla yönetici ve din adamları sınıflarının lehine oluşturulmuş inanç kültürünün, akıl ve bilim referansıyla sorgulanmasına şiddetle karşı çıkan bir tutuculuk sergilemişlerdir. Aslında, Türkiye’nin gelenekçi muhafazakârlığı, insanlık tarihinin en dengeli ve toplumsal gelişme sağlayıcı yenilik hareketi olan Atatürk’ün Türk Devrimlerini yeterince anlayamamışlardır.
Türkiye’de gelenekçi muhafazakârlar, yakın bir zamana kadar İslam’ı koruma iddiası arkasına sığınarak çoğunlukla kendi bölgesel inanç kültürlerinin korunmasını güvence altına almaya çalışır ve inançlarını, nispeten kapalı topluluklar halinde yaşarlardı. Bu çerçevede, Türk Devrimlerine karşı vaziyet alışlarını toplumsal görünürlüklerini gizleyerek yürütürlerdi. Çoğunlukla çeşitli cemaat ve tarikatlarla varlıklarını sürdürürken devlet ve toplumsal güçlerle görünür bir çatışma yaşamamaya özellikle özen gösterirlerdi.
‘Kökü dışarıda’ Neo-muhafazakârlık
Küreselleşme süreciyle birlikte dünya ekonomisinde yaygınlaştırılan neo-liberal ekonomi politikalarıyla yakından ilişkili ‘neo-conservatism’ akımı sayesinde ardışık olarak bölgemizdeki Müslüman ülkelerdeki siyaset alanında da bir ‘neo-muhafazakârlık’ esintisi başlamıştır.
Neo-muhafazakâr siyasetin çıkış kaynağı, ABD’deki küresel liberal-kapitalist sistemin sermaye ve yönetim merkezleridir. Neo-muhafazakâr siyaset, görünüşte toplumsal değerleri ve simgeleri yüceltme üzerinden, sadece yönetici kadroların ve onların egemenliğine destek veren oligarşik bir topluluğun çıkarlarını önceleyen bir anlayıştır. Aslına bakılırsa, bir biçimde toplumsal güçleri denetim altında tutan mevcut iktidarların, kendi hükümranlıklarını sürdürmek uğruna her değeri kullanma ve her şeyi mübah sayma anlayışıdır.
Bölgemizde, soğuk savaş dönemindeki ‘Yeşil Kuşak Projesi’ ile ilintili 12 Eylül 1980 askeri darbesinin öncesinde ve sonrasında, Batı tarafından kontrol edilemeyen sosyal hareketler ezilirken, esrarengiz biçimde muhafazakâr görüşlerin önü açıldı. 11 Eylül 2001 saldırılarıyla birlikte ‘Büyük Orta Doğu Projesi’ sonrasında eş anlı olarak ülkemizde de neo-muhafazakâr siyaset birden parlatıldı. Bir ‘gömlek değiştirme’ metaforuyla ortaya çıkan bu dönüşümde, ‘gömleğin’ tarzı ve rengi değişse de, içinde barındırılan ana eğilim aynıydı. Gerçekte, zaman içinde dönüşümün özde ve esasta değil, büyük ölçüde toplumsal beğenirliğe yönelik siyasi bir taktik ve takiye olduğu açığa çıktı.
Küresel güçler, gelişmekte olan çevre ülkelerinde kendi lehlerine neo-liberal ekonomik politikaların uygulanmasında en fazla o ülkelerin neo-muhafazakâr siyasetçilerini desteklemektedir. İç kamuoyuna karşı ‘dış güçlerle’ çatışılıyor gibi görüntü verilse de gerçekte, onların çıkarları doğrultusunda neo-liberal politikaları tıkır tıkır işletmeyi sürdürmektedirler. Bu yüzden, neo-muhafazakâr grupların, Türk Devrimleriyle ilgili tutumlarını, önceleri bir ‘takiye’ alışkanlıkları çerçevesinde gizlerken, bundan sonra göze batırırcasına ve çok açık bir biçimde dışa vurmaktan tuhaf bir haz almaya başladıkları görüldü. Aslında, bu durum bir cesaret patlamasından değil, her şeye rağmen küresel güçlere güvenlerinden ve mevcut siyasi konjonktürden ileri gelmektedir.
Neo-muhafazakâr siyaset, toplumsal değerlerin korunması üzerine bir görüntü vermekle birlikte, dinsel söylem ve millî simgeleri, Türk Devrimlerini yıpratma uğraşlarında birer kaldıraç gibi kullanma eğilimini sürdürmektedir.
Neo-muhafazakârlığın çelişkileri ve dağınık zihin yapısı
Aslına bakılırsa neo-muhafazakârlık, neredeyse tepeden tırnağa tutarsızlık ve çelişkilerle donanmıştır. Söz gelimi, başta ‘hakiki din’ ile ‘dinselleşmiş’ inanç kültürü arasında çok büyük tutarsızlıklar vardır. Türkiye’de, ‘millî görüş’ çizgisinden yollarını ayıran neo-muhafazakâr siyaset, çok tuhaf biçimde diğer gelenekçi muhafazakârlar olarak çeşitli cemaat ve tarikat toplulukları ile iç içe bulunmayı sürdürmektedir. Gecekonduda zor şartlarda yaşamını sürdürmeye çalışan ‘sarıklı ve şalvarlı’ gelenekçi muhafazakârlar ile Boğaz’da yalı ve villalarda lüks içinde yaşayan ‘kravatlı’ neo-muhafazakârlar ‘aynı gemide’ bulunmaktalar. Bu kadar sınıf çelişkisinin olduğu başka bir toplum var mıdır?
Neo-muhafazakârların demokrasi ile ilişkileri, hayli yapay ve iğretidir. Kendilerini iktidara taşıyan demokrasiye bağlılıkları, kendilerine seçim kazandırıncaya kadardır. Bir defa seçim kazanılmışsa, başkalarıyla rekabet etmek yerine demokrasi ‘merdivenini’ etkisiz hâle getirmek suretiyle sürekli üst katta ve yönetimde kalmak için uğraşılır.
Neo-muhafazakâr siyaset, kendi inanç kültürlerini ve gelenekçi yaşantılarını ‘muhafaza etme’ bakımından çok sıkı durmalarına ve tutuculuklarına karşılık; Türklük, Türkçe, Atatürk ve Cumhuriyet değerleriyle oynamak söz konusu olunca sıkı ‘değişimci’ yani ‘devrimci’ kesilirler. Seçim önceleri, gerçekte olmadıkları birçok şey olabilirler; hatta ‘ülkücü’ gibi görünmeye çalıştıkları bile görülmüştür.
Türkiye’deki neo-muhafazakârların, çok iddialı göründükleri ‘neo-osmanlıcı’ görüşleri de oldukça tutarsızlık taşımaktadır. Şöyle ki, Osmanlı sevgileri(!), Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve ilerleme dönemleri değil de çoğunlukla İngiliz baskılarının yoğunlaştığı çözülme dönemiyle sınırlıdır. Bu dönemdeki, en tartışmalı son padişahların adlarını, olduklarından daha fazla yüceltici tutumları çok merak uyandırmaktadır. Buradaki maksatları Osmanlı’yı sevmek mi, yoksa Osmanlılık üzerinden Türk kimliğini baskılamak mı?
Neo-muhafazakârlığın takıntısı
Neo-muhafazakârların, ilişkilerinde ve eylemlerinde hiç değişmeyen iki özellikten birisi, küresel güç merkezi olan ‘neo-conservatist’ (yeni-muhafazakâr) siyasetin neo-liberal ekonomi politikalarına sıkı sıkıya bağlılıklarıdır. İzlenen ekonomi politikalarında ve para yönetiminde, ‘sebep’ ne olursa olsun, ‘sonuç’ her halükârda küresel güçlerin istediği rotada işlemektedir. Neo-muhafazakâr siyasetçilerin ve destekleyicisi gazetecilerin, her daim ve her şartta kendini gösteren ikinci özellikleri, kin ve öfkelerinin verdiği kendilerinden geçmişlik hâliyle mutlaka Türklüğe, Türkçeye, Atatürk’e ve Cumhuriyete çatmadan duramamalarıdır.
Neo-muhafazakâr bazı siyasetçi ve gazetecilerdeki Türklük düşmanlığı, psikiyatride herhangi bir duygu ve düşüncenin insan zihnine yapışıp kalması ve bir türlü unutulamaması biçiminde tanımlanan ‘takınak’ nevrozu ile ne kadar da çok örtüşmektedir.
—————————————-
Kaynak:
https://millidusunce.com/misak/muhafazakarlarin-neo-muhafazakarlik-acilimi/