Vâli Bey kışladan haber göndermiş:
“Herkes şehre gidip dükkânlarını açsın. Aksi takdîrde Örfî İdâre’ye teslîm edeceğim!”
Ahâlinin kaybedecek nesi kaldı ki, derhâl kendisine cevap verildi.
“Vâli Bey makâmlarına gelsinler, görelim, biz de gidip dükkânlarımızı açarız.”
Aralıklı bombardımana rağmen dedikodular, söylentiler de durmadan devâm edip durdu;
“Doğu Cephesi’nden yapılan hurûcda Bulgar topçuları toplarını geri çekmişler, bir kaç top da bizim tarafımızdan susturulmuş.”
İnsanın yapacak bir işi olmayınca, demek böyle lâflar üretip oyalanıyor. Belki de delirmemek için halkın başvurduğu bir çâre bu, kim bilir? Her ân üzerinde bir mermi patlayabilir, her ân isâbet alabilirsiniz. İnsan rûhu belki bu şekilde dinginleşiyor, belki de insan rûhu üzerine çullanan ağırlık bir nebze olsun bu şekilde hafifliyor, kim bilir?
Bugün Âşâr Ambarı’na gitmeyip evde kalacağım. Ara ara şehre mermiler atılıyor. Artık kara kış da yüzünü göstermeye başladı. Donduran kuru soğuğun üstüne bugün bir de rüzgâr çıktı. Havalar şimdiye kadar bizden yana idi. Gâlibâ şimdiden sonrası daha zor olacak. Yiyecek sıkıntısı da iyiden iyiye arttı. Gece her taraf sessizlik içinde geçti. Gündüz de atılan mermi ve toplardan başka ses yok. Sanki şehirde kimseler yaşamıyor. Kara kış, ayaz ve sessizlik her yere hâkim.
Bu sessizlik ve durgunluk da bir süre sonra bozuldu. Yaşadıklarımıza alıştığımızdan olsa gerek, yavaş yavaş dükkânlar açılmaya başladı. Herkesin çabası, bir parça ekmek bulmak için. Hani derler ya:
“Yaradan insanı açlıkla terbiye etmesin!”
Bu sözün neye delâlet ettiğini, bugün Edirne’de sokaklarına çıktığımda gördüm. Birtakım genç kadınlar günahsız bebeklerini emzirmeye çalışıyor, diğer yandan:
“Ekmek!..”
diye bağırıyor.
Fırınların önüne sokulamazsınız bile, size bir lokma ekmek düşmez. Düşse de, verecekleri süpürge tohumundan yapılmış bir acâib ekmek. Nasıl yiyecekseniz, yiyin bakalım. Bu kadınlar, ne kadar gıda alacaklar ve bu aldıkları gıda ile kucaklarındaki çocuklarını nasıl besleyecekler? Kalem bile yazamıyor bu gördüklerimi. Hükûmet, bütün bu olanları görüyor, ama tedbîr almak için hâlâ bir şey yapmıyor, fırınların düzenlenmesine dâir bir girişimde bulunmuyor. Manzarayı daha içler acısı hâle koyan ise, evlerinde tahılı olan insanlar ekmek alabilirken, hiç yiyeceği olmayanların aç ve elleri olarak boş geri dönmeleri. Bir de bâzı kimseler var ki, onları yazmaya utanıyorum. Hâl bu acınacak minvâlde iken, fırıncılara ekmek saklatıp sonra bu çuval dolusu ekmekleri iki misli fiyata mahalle aralarında dolaşarak satan vicdânsızlar var. Eyvahlar olsun bize ki, bu manzaralara da şâhid olduk!
Bu fırsatçılara dayanamayan Yeni İmâret halkı, muhtarlarına gidip ekmeği hak sâhiplerine verdirmek için gayrete geldi. Mahallede, muhtaç olanların defterleri düzenlendi. İki üç mahalleye birer fırın âyârlandı ve bu insanların eline birer pusula verildi. Her kimde bu pusula var ise, Yeni İmâret fırınlarından ekmek alabileceklerdi.
Bunları gören Hükûmet, aklını başına devşirdi ve bu tedbîri kabûl etti. Ama bunca zamandır pek çok haksızlık oldu, pek çok insan çile çekti, bâzı kasalar haksız kazançla doldu. Fabrikalardan un almak için büyük bir kayırma gerekiyordu. Bir çuval unun dört, beş liraya satıldığını da gördük.
1913 yılının Şubat ortalarındayız. Eniştem Âşâr Ambarı’na gidemeyecek kadar rahatsız, yerine beni gönderdi. Bundan sonra her gün ben gideceğim. Burada gördüklerimi, dönen dolapları da yazmazsam olmayacak. Hepsini anlatacağım.
Bugün Ambar’a gitmek için erken yola çıktım. Yollarda zorlukla yürünüyor. Ekmek almak için geceden şehre gelen muhâcir kadınları, ellerinde ekmeklerle dönerken görüyorum. Açlık insana her şeyi unutturuyor. Bu insanlara kar, soğuk, yağmur, çamur bana mısın demiyor. Elbette elleri mosmor olmuş, yüzleri üşümüş, ama evlâda ekmek götürmek uğruna bu çileler de çekiliyor. Bâzı anneler kucaklarında çocuklarıyla kaafile kaafile Yeni İmâret’e geliyorlar. Sabâhın ayazında bütün bu sıkıntılar süpürge tohumundan yapılmış ekmeği alabilmek için. Bu çileli gidiş ve gelişler her sabah yeniden başlıyor.
Diğer Âşâr Ambarı’nın hizmetlileri ile ben, bir arada bulunuyoruz. Fındıklıyan Fabrikası her gün otuz-otuz beş bin kıyye tahılı askeriye adına Ambar’dan alıyor. Askeriye memûru olan efendi, aldığı tahıl için Ambar’a bir zabıtnâme verir. Bundan başka yine askeriye hayvanları için taburlar ve alaylar her gün binlerce kıyye süpürge tohumu, yulaf ve kabluca alırlar. Birer zabıtnâme vererek giderler. Bir de halktan komisyon yoluyla toplanan tahıl var, bunlar da Ambar’a getirilip teslîm edilir. Gelen tahıl her kimin ise, ambar memûru tarafından kendisine bir teslîm kâğıdı verilir ve giderler. Halktan toplanan tahıl fabrikalara ve askeriyeye gönderilir. Bu adamlar ellerindeki ilmuhâberle her gün Ambar’a gelip paralarını isterler. Hükûmet, bu zavallı adamlara önem vermez. Bu adamlar her gün Ambar’a gelir ve tek tek kendilerine; tahıllarının fabrikalara gönderildiği, paralarını fabrikadan alacakları, ambarın yalnızca gelen tahılı teslîm aldığı, para işine karışmadığı, askeriye adına alınan tahılın parası ne vakit Hükûmet’ten alınırsa o vakit ödeneceği, paralarını gidip Vâli Bey’den istemeleri gerektiği ve Vâli aracılığıyla fabrikalara emir verdirmeleri tek tek anlatılır. Bazıları anlattıklarımızı anlayarak peki der giderler. Bazıları da;
“Ben tahılımı buraya teslîm ettim, paramı isterim. Benim yiyeceğimi elimden aldınız, ya tahılımı veriniz veyâhut ben paramı isterim. Benim çocuklarım akşamdan beri açlar,”
der ve bir türlü ayrılmak istemez. Netîcede binbir zorluk ile bu insanları teskîn etmek, olanı biteni yeniden anlatmak işi bize düşer. Ambar memûru, böylece bu zavallı insanları ancak başından savmakla meşguldür, onlara hiç bir faydası olmaz.
Bu insanlardan bazıları Vâli’ye gider, ambar memûrunu şikâyet ederler. Vâli Bey fabrikalara gidip alacaklarını alabilsinler diye alacaklılara pusula yazılmasını emreder. Alacaklılara da;
“Haydi gidiniz, ben fabrikalara emir verdim, paranız verilecektir.”
diyerek fabrikaya yollar.
Bu adamlar da fabrikanın yolunu tutarlar. Fabrikaya gelmesine gelirler, ammâ fabrikatörün yanına yaklaşmak ve merâm anlatmak mümkün mü? Fabrika kapılarında asker ve polis nöbetçiler var. Bu nöbetçiler fabrikanın içinde kuş uçurmazlar. Oysa bu nöbetçiler fabrikatörün fabrikaya giren tahıla hîle yaparak kötüye kullanmamaları, Hükûmet’in emrettiği yerlere teslîm etmeleri ve fabrikadan tahıl kaçırmamaları için tâyin edilmişlerdir. Lâkin, fabrikatörler bunları kendi hizmetlerine kullanırlar. Nöbetçiye emir verir, kimseyi fabrikaya kabul etmezler. Geleni ve gideni pencereden tâkib eder ve istedikleri ile keyiflerince görüşürler. Nöbetçiler de bunların çıkarlarına hizmet etmeye mecbûrdurlar. Kimsenin karnının doymadığı bu zamanda fabrika sâhibi, onların karnını doyurmaktadır. Vaziyetimiz bu. Bir kimseye karnını doyuracak ekmek verdin mi, ona her istediğini yaptırabilirsin. Çünkü, açlık hiç bir şeye benzemiyor.
Bugün fabrikatörün keyfi gelmiş, fabrika önünde toplaşıp duran kalabalığın ne istediklerini sordurmuş. Onlar da tahıllarının parasını istediklerini söyleyince zavallı insanları Âşâr Ambarı’na göndermiş;
“Âşâr Ambarı’na gidiniz. Ambar memûru elinizdeki pusulaları bana ciro etsin, öyle gelin de paranızı vereyim. Yarın saat sekizde gelin.”
demesiyle birlikte bunca kalabalık insan topluluğu soluğu Ambar’da almasınlar mı! Âşâr Ambarı, Vâlilik ve Fabrika arasında ellerine tutuşturulan kâğıtlarla mekik dokuyarak yalnızca hakkını arayan bu zavallı insanlar, sonunda soluğu yine bizde alırlar. Bugün onlarla işimiz var. Fındıklıyan Fabrikası adına, pusulaların arkasına ciro yapıyoruz. Ama tahılları iyi ayırmak gerekir. Meselâ fabrikaya yulaf verilmemiştir. Her kimin pusulasında yulaf, kabluca varsa bunlar ilmûhaberden ayrılır. Çünki yulaf ve kabluca doğrudan askeriyeye verilmiştir. Pusulası ciro edilenler yine fabrikaya giderler. Bunların bir kısmının parası ödenir, bir kısmına yarın gelin derler. Fabrikatör bu, Hükûmet’ten, Örfî İdâre’den, kısacası dünyadan korkmaz! Hükûmet emir verse de, fabrikatörün üzerinde bir etkisi olmaz. Paşa gönlü bilir, keyfi nasıl isterse öyle hareket eder.
Bizim bu günlerimiz işte böyle geçiyor. Gün geçtikçe de şikâyetler artıyor ve iş artık rezâlete dönüştü. Durumu Edirne’de bulunan İttihad ve Terakkî müfettişeri de gördü. Bugün Ambar’a beş kişiden kurulu bir komisyon geldi. Bu komisyona Kızılay Hastahânesi Müdürü Reşat Bey başkanlık ediyor. Komisyonun görevi, fabrikaları kontrol etmek, fabrikaya giren çıkan tahılı denetlemek, ambarı kontrol etmekti. Şükürler olsun ki, bu komisyon nâmuslu kişilerden oluşuyor. Bunlar fabrikatöre halkın hakkı olan parasını ödettirseler, bu bile gene yeterli olacak. Bugün Ambar’a geldiler ve ambar memûrunu sordular:
“Efendim, ambar memuru buraya gelemeyecek kadar rahatsız, onun yerine ben bakıyorum.”
“Derhâl Vilâyet Makâmı’na yazınız; ‘Ambar memûrunun evine bir tabîb gönderilmesini ve kendisinin muâyene edilmesini, hastalığı hafif olduğu takdîrde derhâl ambara yollanmasını rica ederim.”
“İkinci bir husûs olarak şunu yazınız: ‘Fındıklıyan Fabrikası, halkın parasını ödememektedir. Fabrika’nın halkın parasını ödenmesi için Vilâyet Makâmı’nın derhâl fabrikaya kesin emir vermesini rica ederim.”
“Sizler, burada ellerinde kâğıtlarıyla bekleyenler, müsterîh olunuz ki, yarın paralarınız ödenecektir. Hiç merak etmeyiniz. Haydi şimdi evlerinize gidiniz.”
“Bu günlük bu kadar yeterlidir. Yarın yine geliriz.”
Bugün ambarda bunlar olurken Hükûmet’te, Vâli Bey’in başkanlığında “İâşe-i Ahâli Komisyon-ı Fevkelâdesi” adı altında halkın yiyeceği ile uğraşan bir olağanüstü komisyon kuruldu.
Yine bugün kar yağdı. Şehir beyâzlara büründü. Doğu Cephesi’nden top sesleri gelmeye devâm etti. Gece de, sabaha kadar şehre mermi yağdı.
Kimsenin işine gitmediği günlerde, gülleler şehre yağarken işinin başına giden Eniştem başından son derece rahatsızdı:
“Bugün Belediye doktoru eve geldi, beni muâyene etti ve gayret ederek Ambar’a gitmemi söyledi. Sen biliyorsun Hâfız, bombardımanın en şiddetli olduğu günlerde her tarafa gülleler yağarken, kimsenin görevinin başına gitmediği günlerde yalnız tek başıma ambarda çalıştım. Sen biliyorsun bunları. İsterlerse beni kovsunlar, ben yarın gidemeyeceğim, çok fenâyım.”
“Sabah ola hayrola Enişte! Senin ne kadar vazîfe şinas biri olduğunu bilmez miyim? Sen merak etmeyesin, ben durumu açıklayacağım, senin yerine ben gideceğim. Sen istirâhat et Enişte. Haydi, Allah rahatlık versin, uyu biraz.”
Bugün sabahın erken saatlerinde Ambar’dayım. Siftah bismillâh ambarı açtım, çok geçmeden iki Rûm değirmenci geldi. Bunlar Üçtaşlar Değirmencisi Yorgo ile Çardaklı Değirmencisi Yanko Efendiler. Ellerinde ambar memûruna verilmek üzere yazılmış tezkereyi uzattılar:
“Üçtaşlar Değirmencisi Yorgo Efendi’ye şu kadar bin kıyye tahılın verilmesi fevkalâde komisyon kararı ile bildirilir. Bu tahılların parası kendilerinden alınacaktır. İmza: Merkez Kaymakamı Atnaş.”
Allâh, Allâh! Sabah sabah şaka mı bu olanlar? Fevkalâde Komisyon daha dün kuruldu, hemen ertesi günü fabrikalar dururken neden değirmenlere tahıl verilecek? Eğer bu bir komisyon karârı ise, tezkerelerde neden sâdece Merkez Kaymakamı Atnaş Efendi’nin imzâsı var? Ama, yapacak bir şey de yok. Ambar’daki komisyona bedeli ödenmek üzere kendilerine istedikleri tahılı teslîm ettik. Fevkalâde Komisyon böyle istemiş, elimizden ne gelir? Çıkar elbet bunun da kokusu.
Bugün öğleden sonra Ambar Komisyonu uğradı ve bâzı araştırmalar yaptı. Ambar’da bulunan ben ve iki kâtip, Komisyon’un sorularını cevapladık. Paralarını almak için erkenden gelen zavallı insanlar soğukta, dışarıda bekliyorlardı.
“Ambarda ne kadar tahıl var?”
“Zabıtnâmelerin hepsi burada. Tahıllar bize geldiğinde çuvallar tartılıp üzerlerine mikdârları yazıldı, buyrunuz efendim.”
“Ambar memûrunun rahatsızlığı nedir?”
“Şiddetli bir baş ağrısı ile baş dönmesi var efendim. Yerinden pek kalkamıyor.
“Bir baş ağrısı ile bunca sorumluluk bırakılır mı?”
“Öyle basit bir ağrı değil efendim. Eniştem olur kendisi. Kendisine kefilim. Bombardımanın en şiddetli olduğu günlerde, memûrlar işlerine gitmezken o mermilere aldırmadan vazîfesine gelmiş biridir. Sizi temin ederim, vaziyeti ciddîdir. Yoksa böyle bir zamanda evde olmazdı.”
“Pekâlâ, öyle diyorsanuz, hekime görünsün, iyileşir iyileşmez vazîfesine dönsün. Burada yapılacak çok iş var.”
“Elbette, bizim de murâdımız budur. Kendisine bu akşam ileteceğim.”
“Demirtaş ve Bosna Köyleri’nde tahıl aramaları devâm ediyor. Derhâl fabrikalara haber gönderin. Şimdiye kadar halkın malından fabrikalara ne kadar tahıl gelmiş ise, fabrikanın kestiği makbuzlar gösterilerek derhâl ödemeleri yapılsın.”
“Efendim, bendeniz burada ambar müdürlüğü vazîfesini üstlendiğimden beri bu zavallı insanların her gün gelip haklarını almak için soğukta, yağmurda beklediklerine şâhidim. Fabrikaya gönderdiğiniz haber pek âlâ yerindedir. Müsaade buyurursanız, fikrimi söylemek isterim. Bunca makbuz ve hesap işi zaman alacak ve yarına kadar tamamlamaları çok zor. Bu zavallı insanlara, yarın fabrikaya gidip de bu işler tamamlanamadığından, yine yarın gelin diyecekler. Uzaktan gelenler var. Buralarda beklememek için kendilerine gün verin. Yarına bu hesaplar yetişmez.”
“Çok isâbetli düşündünüz. Bu insanlar bakın nasıl da soğuğa aldırmadan, perîşân bekliyorlar. Bu duruma bir son vermeli. Halka Perşembe günü gelmelerini söyleyelim. Kâtip, sen de buranın işlemlerini ona göre yap. Gelen tahılı, gideni ona göre hesapla.”
“Bâşüstüne efendim.”
“Fındıklıyan Fabrikası’nın hesâbı bittikten sonra İbrahim Bey Fabrikası’na geçeceğiz. İbrâhim Bey de henüz bir ödeme yapmamış. Hâlbuki, Vâli emrine göre tahılı alınanlara derhâl paraları ödenmeliydi.”
“Her kimin tahılı varsa, memur ile birlikte doğrudan fabrikaya gönderilecek, orada tartılacak, parası hemen ödenecek ve tahıl fabrikaya teslîm edilecekti efendim. Böyle olsaydı bunca zavallı insan bunca perîşân olmayacak, buralarda böyle beklemeyecekti.”
“Hasbinallâh! Hükûmet’te bunları düşünecek dimâğlar yok mudur! Her ne ise, zarârın neresinden döneceğiz, hep berâber göreceğiz. Şimdilik bize müsaade Râkım Efendi. Hesaplarınızı pek düzgün tutmuşsunuz, buradaki işlemler kolay olacak. Elverir ki, bu zavallılar da haklarını pek yakında fabrikalardan alsınlar. Haydi kalın sağlıcakla.”
Ambar Komisyonu, hakîkatli adamlardan oluşuyor. Her şeyi sorup, doğrusunu bulmak istiyorlar. Dışarıda bekleyen insanlara burada beklemek yerine Perşembe günü gelmelerini, o gün paralarını alacaklarını söyledikten sonra Ambar’dan ayrıldılar.
Zavallı insanlar da söylene söylene bir kez daha elleri boş olarak evlerine döndüler. Şükürler olsun ki, fukarâ, nihâyet hakkı olan parasını alacak. Ancak demeden edemeyeceğim. Fukarânın buğdayına altmış, arpasına kırk dört, mısırına kırkbeş para fiyat biçmişler. Hâlbuki, bir takım adamlar gizli gizli buğdayın kıyyesini beş, arpanın kıyyesini üç kuruşa alıyorlar. Hattâ buğdayın kıyyesini on beş kuruşa alacak adamlar bile var iken, fukarânın malı böyle bir zamanda bu kadar düşük fiyata alınıyor ve bu duruma rağmen hakkı olan parası da ödenmiyor. Ve şimdilerde artık öyle biz zamâna geldik ki, tahıllar toplanırken evdeki ahâli ile hayvanlara ayrılan mikdâr bırakılmayıp ne varsa toplanıyor. Vermek istemeyenlerden bağırta çağırta alınıyor. Hâlimiz, ahvâlimiz şimdilik budur.
Bugün akşam üzeri eve dönerken bombardıman yeniden başladı ve aralıklarla sabâha kadar devâm etti. Şehirde bir yangın çıkmış ve Allâh’dan kısa sürede söndürülmüş ve bir can kaybı olmamış.
Eve vardığımda Eniştem biraz daha iyi hissettiğini söyledi. Yârın sabah Ambar’a birlikte gideceğiz. Sabah ola, hayrola…
(13. Bölümün sonu)