“Muhârib olmak, Türk’ün Eski Âdetidir.”
Adım Râkım Efendi. Bir yer hakkında bilgi almak isterseniz öğretmenine veyâ imamına sorun derler ya, şimdi size anlatacaklarıma bütün Edirne şâhittir. Bendeniz İttihad ve Terakkî Okulu’nda muallimim. Hakk’dan gelen dâvete icâbet eden babamın imâmlık vazîfesi de Pâdişâh fermâniyle bendenize verildi. Ulu Câmi imamı olarak uzunca yıllar Edirneli ile içli dışlı oldum. Pâdişâh fermânlı vazîfemi îfâ ettim. Anlayacağınız hem muallim, hem imam olarak sizlere azîz Edirne’den hâtıralar ulaştıracağım. Meriç, Tunca ve Arda’nın bereketlendirdiği topraklarda memleketin ateş topu olduğu zamanlarda; Balkanlı toplama eşkıya ordusunun başımıza bombalar yağdırdığı muhârib günleri yaşadım. Milâdi 1884 yılında Karanfiloğlu’nda gözlerimi bu dünyâya açmışım. Ancak size kendimden bahsetmeyeceğim. Gözümle gördüğüm, kulağımla işittiğim, doğruluğuna inandığım kaynaklardan aldığım haberleri kaydettiğim hâtıralarımdan, azîz Edirne’nin muhârebe içinde yaşadığı günlerinden bahsedeceğim.
Kale kuşatması nedir, bilir misiniz? O, öyle bir şeydir ki, ne hapisliğe, ne kalebentliğe, velhâsıl-ı kelâm, bu dünyâda hiçbir şeye benzemez. Ne mektub, ne gazete gelir, telgraf işlemez. Resmî yazışmalar gâyet gizlidir. Telgraf yazışmaları şifrelidir. Telgraf memurları, taşıdıkları haberler hakkında hiçbir şey bilmezler. Lüzûm görüldükçe kaleden halka beyânnâme yayımlanır. Kuşatmada kale içindeki insanların rûh hâlini anlatabilmek için onu görmek ve yaşamak gerekir. Ahâlinin tek haber kaynağı kaleden gelen beyânnâmelerdir. Bunlar kahvehânelerde okunur ve her bir kelimesine ayrı ayrı anlamlar verilir. Günde ortaya çıkan yalanın bini bir para! Gittiğiniz her yerde siyâset konuşulur. Bunlar da olmasa, delirmemek işten değil. Ufukta gece gündüz mütemâdiyen susmayan top sesleri. Ne oluyor? Ne bitiyor? Sonuç nedir? Bilinmez. Her gün kolordularla ilgili bin türlü haber, bin türlü yalan yayılır. Şehrin dışına çıkmak imkânsızdır. Gece ve gündüz gördüğünüz tek şey sâdece uzayıp giden gökyüzü. Gözler hep ufuklarda. Herkes bir şeyler bekliyor. Beklenilen ise kolordulardır. Gelecekler ve bizi kuşatmadan kurtaracaklar.
Ben dâima Doğu Cephesi’ne baktım. Doğu Cephesi’nden gelecek top seslerini bekledim. Bunları bir işitebilsem, âh bir işitebilsem, iş bitmiş idi.
Umûmî seferberlik îlân edildiğini gazetelerden okuduk. Yine gazeteler, Balkan Devletleri’nin de seferberlik îlân ettiklerini yazıyordu. Artık harb olacağı kesinleşti. Edirne ihtiyat ve rediflerinin silâh altına alınması için tezkere geldi. O günü hiç unutmam, sanki bayram olacak gibi herkeste bir sevinç vardı. Askerî hazırlığa da dört elle sarılınmıştı. Tophâne Bayırı’ndan aşağı Selîmiye Câmii’ni geçerek Yıldırım’a, Yeni İmâret’e, Abacılar’dan İstanbul istikâmetine askerî arabalar, otomobiller gece gündüz geçip duruyor, silâh ve mühimmât taşıyor, subay âileleri İstanbul’a gidiyordu. Büyük ana caddelerde duyulan tek şey, sâdece araba sesleri idi; kazâlardan, sancaklardan silâh altına çağrılan redifler Edirne’ye geliyordu. Edirne’ye trenlerle her taraftan katar katar asker geliyordu.
Kardeşime de tezkere geldi. Ben de bekliyorum. Annemi ve kardeşimin hanımını trenle İstanbul’a gönderdik. İstasyonu hiç sormayın, ana baba günü. Bir yanda İstanbul’a gönderilen hanımlar, çocuklar; diğer yanda göç eden âileler ve Edirne’ye gelip silâh altına alınan erât. Nihâyet bugün Pâdişâh fermânıyla seferberlik îlân edildiği haberini aldık. Seferberlik îlânı, başkumandan sıfatıyla Nâzım Paşa tarafından ordulara iletilmişti.
Harp hâlet-i rûhîyesi, ne acâyip bir şey! İnsanlar âdetâ can atarcasına bir şeyleri bekliyorlar. İstasyondan Edirne sokaklarına sel gibi akan bir telâş, askerler, askerî arabalar, kesilmek bilmeyen sevkiyât sesi ve herkeste bir merak, bir endîşe, sormayın. Bunca hazırlığa rağmen ya harp olmazsa ne olacaktı? Bu da ayrı bir merak.
İnsanlara hâkim olan telâş hâli kaleye giren çıkanlara da yansımıştı. Kaleye gelmesi beklenenlerin ne cinsi ne de miktârı, sulh zamânında yapılan plânlara uymuyordu. Meselâ, ikmâl erâtının gelişini ne siz sorun ne ben söyliyeyim, pek fecî idi. Nereden lüzûm görüldü ise, topçu erâtı yerine denizci, piyâde yerine süvâri geliyordu. Bunun üstüne tuz biber ekecek bir de kale için hiçbir faydası olmayacak müstahfız erâtı göndermesinler mi! Bunlar da ilk sıkıştıklarında çil yavrusu gibi dağılarak kale için lüzûmlu olmadıklarını ilk fırsatta göstermişlerdir.
Katar katar trenler, İstanbul’a kadınlar ile çocukları taşıyor, aksi istikâmette de bölük bölük askerleri getiriyor. Öyle ki, yollarda tâ İstanbul’dan başlayarak Trakya’nın bütün istasyonlarında:
“Allahını seven trene binsin, Edirne’ye gitsin”
gibi nereden çıktığı belli olmayan bir emre uyup trene binenleri de kabûl etmekten başka çâremiz kalmadı. Edirne günbegün kalabalıklaşıyor.
1 Ekim 1912’de, Kale Kumandanı, seferberlik emrini alarak halka bir beyânnâme yayımlamıştı. Bu emirler dâhilinde kale içindeki bütün düşkünler, yaşlılar, en az iki ay yiyeceği bulunmayanlar ile sakıncalı bulunanlar üç gün içinde kaleyi tek etmek durumunda kaldılar. Böylece, bu hengâmede bir de Edirne dışına göç başlamasın mı? Edirne şehri hakîkaten muhârebe günleri yaşıyordu. Şarkılar ve türkülerle katar katar redif taburları Edirne’ye geliyordu. Evvel gelen ve silâh altına alınan redif taburları, kale etrâfına tel örgü çekmekle meşgûldü.
Gündüzün hengâmesinde sâkin kalabilmek ve düşünebilmek ne mümkün! Ancak gecenin sessizliği imdâda yetişiyor, biraz kafa dinleyebilmek ne saadet. Yıldızlar ne kadar yakın ve parlak bu gece. Edirne semâları ışıl ışıl, koca Selîmiye, sanki sanki kuğu gibi. Edirne bu akşam ışıl ışıl, gündüzden kalma gibi… Sabah ola, hayrola…
Ertesi gün Karadağ’ın harp îlân ettiği haberi ile uyandık. Edirne’de derhâl örfî idâre îlân edildi, gece sokağa çıkma yasağı kondu, kahvelerin kapatılması bildirildi. Bulgarlar her ân saldırabilirlerdi. Herkes teyakkuzda. Fakat ne kadar geç saldırırlarsa bizim için o kadar iyi olacak. Çünkü biz henüz seferberlik işlerini tamamlamadık. Balkan hükûmetleri birleşmiş, içerde ve dışarda dostları üzen, düşmanları sevindiren harp nihâyet ilân edilmiş, sokak başları ile caddelere îlânlar yapıştırılmıştı.
Kale Başkumandanlığı’na getirilen Şükrü Paşa, İstanbul’dan Edirne’ye geldi ve akabinde İstanbul’a giden demir yolu kapatıldı. Heyhât! Seksen bin nüfûslu Edirne, gelen askerler ve etraftan sığınan köylülerle yüz elli bin oluverdi. Bu sıra dışı durumu sezen bazı kimseler, evlerine yiyecek götürmekle meşgûl iken bir kısım ahâli ise sinema ve tiyatro salonlarını doldurmaktalar. Bunlar Edirne’nin Ermeni, Rûm, Yahûdî olan gayrimüslim sâkinleridir.
Bu akşam arkadaşım, azîz dostum topçu yüzbaşısı Mazhar Bey’e geldim. Zavallı Mazhar, bir kaza sonucu attan düşüp kolunu kırdı. Sırası mıydı şimdi bu kırığın? Annem İstanbul’da, ben de Mazhar’a ara ara arkadaşlık ediyorum. Birlikte İstanbul’dan gelen bütün gazeteleri okuyoruz. Topçu yüzbaşısı Mazhar bana harp plânlarından bahsediyor, harbe katılamadığından dolayı kahroluyor, göz yaşlarına hâkim olamıyor. Gecenin karanlık sessizliğinde uzaklardan bir türkü geliyor kulaklarımıza:
“Meriç’in suları çağlayıp akar
Yiğitlerin nârası kal’alar yıkar
Şimdi cenk var davullar zurnalar mehterler çalar
Hasmını meydânda seç, kahramânım pehlivânım hey!
Üçünü, beşini birden biç, kahramânım pehlivânım hey!”
Yanık türkü aldı götürdü beni bir kaç ay evveline. Üç yüz yirmi sekiz senesi (1912) Eylûlü’nün üçüncü Pazartesi günü, muallimi olduğum İttihad ve Terakkî İlkokulu’nu açtık. İlk gün sınıfların düzenlenmesiyle vakit geçirerek ertesi gün, yâni Eylûl’ün 4’ünde derslere başladık. Biz işimizle meşgûl olurken etraftan sesler geliyordu, her tarafta; “Harp başlayacak” diyorlardı. “Başlayacaksa savaşırız, ne olacak,” diye düşünüyordum. Yenilmek aklımın köşesinin ucundan bile geçmiyordu. Yenilmek, yıldızlar kadar uzaktı.
Nerde kalmıştık? Dedim ya, ben hep Doğu Cephesi’ne baktım durdum. Burgaz, Çorlu ve Babaeski bölgelerinde ilerleyen kolordularımız kalemiz dolaylarına gelmiş olmalılardı. Bugün yarın çıkar gelirler.
Edirne, 21 Ekim’de en son asker sevkiyâtını aldı. Bu kuvvetler toplam 999 subay, 51.958 er, 430 top ve 200 kılıçtan oluşuyor. Fakat bu kuvvetin beşte üçü muhârebe gücü olmayan rediflerden oluşuyor.
Canım ziyâdesiyle sıkkın. Zîra adım atsanız bir düzensizlik, bir intizamsızlık, sormayın gitsin. Silâh altına çağrılan Edirne müstahfızları, ihtiyat ve redifler günlerce depolara başvurarak büyük zorluklarla teçhizâtlarını ikmâl edebildiler. Gerçi müstahfızlardan pek faydalınalamadı ise de bu onların suçu değil, Hükûmetin suçu idi. Müstahfız dediğin nedir ki; sivil vatandaşın cepheye çağrılanı idi. Tâlim ve terbiye bilmedikleri gibi, başlarına konan subaylar da emekli, yaşlı ve iktidarsız adamlardı. Kimse ne yapacağını bilmiyordu. Sonraları, bu durumun öyle zararlarını gördük ki ne siz sorun ne ben söyleyeyim.
4 Ekim günü gazetelerde okuduk ki, Bulgar, Sırp ve Yunan devletleri Osmanlı Devleti’ne verdikleri notalarla çok ağır tekliflerde bulunmuşlar. Hükûmet’in bunlara cevap vermesiyle ertesi gün münâsebetler iyice gerildi. Harp, ân meselesi.
5 Ekim günü, Bulgarların hudûdumuzu aşmaya başladıkları haberini aldık. Evimin penceresi Bulgaristan’a doğru bakıyor. Bu gece pencereden hudûdda mısır patlar gibi, aralıksız tüfek sesleri duyuldu. Belli ki, düşman birlikleri bizim nizâmiye birliklerimizle çatışıyorlar.
Ertesi gün, Türk birlikleri Mustafa Paşa Köprüsü’nde esaslı bir delik açarak geri dönse de Bulgarlar bu köprüyü hemen tâmir ile kullanmaya devâm ettiler. Cisr-i Mustafa Paşa Kasabası’nın Müslüman ahâlisi, Edirne’ye doğru göçe başladı ve Yeni İmâret ve Yıldırım tarafları köylerden kaafile kaafile göçen biçâre insanlarla doldu.
Düzensizlik, karmaşa her yerde kendini göstermekte. İşte böyle kargaşası bol günlerde beni de belediyeye çağırarak asker âilelerine dağıtalacak parayı, yerlerine teslim etmekle vazîfelendirip yanıma bir de arkadaş verdiler. İki arkadaş, paralarla birlikte, Yıldırım Mahallesi’ne gidip muhtarı çağırdık. Para alacak âile çok olmamasına rağmen, sabahtan başladığımız işi, bir türlü bitiremedik. Kadınlara söz anlatmak mümkün değildi. Bir taraftan yağmur yağıyor, bir taraftan üç yüz kadın birden söz anlatıyordu. Sebebi ise, İslâm defterlerine kaydolmuş âilelerin defterleri son derece düzensiz idi. Defterden bir isim okunuyor, aynı ânda üç kadın “benim!” diyordu. Hay Allâh! Nereden beni böyle bir işe bulaştırdılar! Kızdım kendi kendime… Muhtarlar, okuma yazma bilmez câhiller olduğundan iş bu raddeye varmıştı. En sonunda çâreyi Rûm muhtarını çağırtmakta buldum. Bizim defterlerin bir örneği de onlarda var. Yârabbi şükür, bu adamların defteri düzgün. Yarım saatte paraları dağıtıp çekildik.
Her gün, birkaç yorgan, birkaç parça eşyası ile akın akın köylüler Edirne’ye geliyor. Geride bıraktıkları evlerine, ambarlarına Bulgarlar konuyor. Bu sene de Allâh tarafından bir bolluk oldu ki, sormayın! En fakir kimsenin bile ambarı tepeleme doldu. Ama bize yâr olmadı bunca bereket!
Vaziyet öyle bir hâl aldı ki, kaleye sığınmak isteyen köylüler süngülerle engelleniyor. Bu durumdan bir şey anlamadık. Zavallı köylüler geri dönüp ambarlarından yiyeceklerini getirmeyi teklif ettiler, ama nâfile…
Yüce Yaradan beterinden saklasın, Balkanlı toplama eşkıya ordusu kapımıza dayandı, kargaşa, anlaşılmazlık, çâresizlik giderek büyüyor ve mübârek vatan toprağı imdâd bekliyor.
(Birinci bölümün sonu.)