Serhadde açıldı bak bir mertlik imtihanı!
“Kimdir?… Bu geçenler.. mütezellil, mütevekkil!…
Kimdir? Bu kavâfil…
Üryân u perîşân… yürüyor canlı heyâkil…
Meş’alleri âfil…
Kimdir, ne demek?.. belli muhâcir: şu geçenler,
Evzâ’ına bir bak!…
Rikkat veriyor dillere.. Her ferdi ki: inler
Bir derd ile… ancak!…
Bir derd ki: nâkâbil-i ta’dîl ü tahammül…
Bir derd-i vatandır!…”
Ekim, 1912… Tûran’ın bu muzaffer yıldızı Rûmeli, bu yenilmez koca pehlivanının bağrı da sonbahârın savrulan kurumuş yaprakları gibi savruluyordu. Selânik, Manastır, Serez, Üsküp, Deliorman derken bütün Rûmeli’den kopup gelen muhâcirler önce Edirne’de soluklanıyor, bir kısmı İstanbul’a yollanıyorlardı; öküz arabaları, kağnıları gacur-gucur, nârin ruhlarda delikler açarak, yalınayak… Varabilenler varıyordu, ammâ gelin bu acılı insanlara kulak verin ki, daha ana nehre varmadan, pek çok insan yollarda Bulgar baltaları altında can veriyor, soyuluyor, mübârek kanları akıtılıyordu. İşin fenâ tarafı, önümüz kıştı. Edirne’nin kışı çetin olur, ayazı yakarak dondurur. Bunca bîçâre; kızçe, çoluk, çocuk, yaşlı, hasta, yaralı bu güzel ama acılı çehreler nereye sığınacaklardı? Oysa bu insanlar böyle mi idiler? Kimisi öğretmen, kimisi tütün tâciri, kimisi gün görmüş çiftlik kâhyâsı, kimisi toprak sâhibi, her zaman alnının akı ile çalışıp kazanmış, kimseye muhtâc olmamış, ama şimdi bîçâre idiler…
Bu yazdıklarıma bütün Edirne ve köylüler şâhittir. Pek acı günler yaşadık. Yerli Hristiyanların hücûmu ile canlarını dişine takarak yollara düşüp yollarda Bulgar baltalarından kurtulabilenler, kendilerini canhırâş Edirne’ye atıyordu. Varın görün ki, kaleye varan bu bîçâre insanlar kalenin tel örgülerine takıldılar, kaleye girmelerine müsaade edilmedi. Bu zavallı insanlar geldiğinde bir iki gün kalenin önünde bekletilirler, yağmur, çamur içinde perperîşân olduktan sonra kaleye alınırdı. Gûyâ kale halkı kalabalık olacak, yiyecek sıkıntısı yaşanacakmış ve sonuçta çok daha fazla kişi ölecekmiş. Çok kişinin ölmesindense daha az kişinin ölmesi yeğmiş. Bu söz kale kumandanı Fuat Bey’den işitilmiştir! Sen aklıma mukayyet ol güzel Allâh’ım! Oysa savaş başlamadan evvel gelenler, yiyecekleri tahılları ile geliyorlardı. Kabûl olunmayıp geri çevrilen bu zavallı insanlar, iki gün sonra yiyeceksiz, aç ve çıplak olarak içeri alındılar. Dikenli teller önünde iki gün eziyet revâ mı idi, mâdem iki gün sonra kabûl edileceklerdi? Vatan ve din bağlılığı böyle nâzik zamanlarda insanı susmaya dâvet ediyor ve daha fazla söz sarf etmeden susuyorum.
Nihâyet uzunca zamandır beklediğim kolordulardan haber var. Kale beyânnâme yayımladı. Herkeste bir sevinç, sormayın gitsin. Birkaç güne ordular kaleye yaklaşacak, kalemiz de Doğu Cephesi’nden hücûm hareketi yaparak bizi kuşatmadan kurtaracak. Bütün gün kaleden atılan toplarla düşman tarafından gelen şarapnellerin karşılıklı ateşi altında geçse de kolordulardan aldığımız haber, yüreğimize serin sular serpmişti.
Dedim ya, kale kuşatması ne kalebentliğe ne mahpusluğa benzer. Kaleden yayımlanan beyannâmeler tek haber kaynağımız. Varın görün ki aldığımız bu güzel haberin mutluluğu göz açıp kapayınca imiş. Şimdi de duyduk ki Bulgarlar Kayapa köyüne varıp şehre verilen içme suyunu kesmişler. Çeşmelere ve hamamlara su gitmediğinden hamamlar kapandı. Banyo yapabilmek büyük lüks. Edirne halkı, bahçelerindeki kuyulardan çektikleri suyu, o da olmazsa nehir suyunu içiyor. Evlerinde yanar hamam bulunanlar, kuyulardan çektikleri sularla yıkanıyor. Arkadaşımız Vilâyet eski tercümânı İbrâhim Efendi, bugün evinde hamamı bize özel yakmış, gidip yıkandık. Sâdece su mu derdimiz? Şeker ve tuzun kilosu bir mecidiyeye satılırken el altından karaborsa fiyatlarla gitmeye başladı. Mevki-i Müstahkem Kumandanlığı, şekere dört buçuk kuruş fiyat koydu ve fazla fiyat isteyenlerin askerî mahkemelerde yargılanacağını duyurdu. Böyle olunca, şeker tamâmen piyasadan kalktı. Bu yasak ve cezâ îlân edilmese idi, on kuruşa kadar şeker bulunacaktı. Tuz da, şeker gibi kaç el değiştirerek gayet gizli satılıyor, öyle çok el değiştiriyordu ki, satanın kim olduğunu bul bulabilirsen. Bir mecidiyeye aldığımız şeker öyle bir zaman geldi ki, yüz kuruşa bulunamaz oldu. Tuz, seksen kuruşa alıcı buldu.
İki gün yağmur ve çamur altında kaldıktan sonra kabûl edilen zavallı göçmenler medreselere ve mahalle camilerine yerleştirilmişlerdi. Bugün muhtarlar mahalle mahalle gezerek göçmenlerin hazır olmalarını, Çarşamba günü Uzunköprü tarafına gönderileceklerini duyurdular. Çarşamba günü geldiğinde jandarma ve zâbıta ekipleri, aldıkları emir mûcibince göçmenleri kaldıkları yerlerden çıkmaya zorladılar. Onlar direndikçe zâbıta memurları zorluyor, kadınlar, çocuklar, bîçare yaşlılar ağlıyorlardı. Kale kuşatılmıştı. Bu zavallıların kale dışına çıkarılması, düşmana kurbân edilmesi demekti. Emri kim vermişti, bilmiyorduk. Karanfiloğlu Çarşısı yakınındaki bir medresede rastladığım bir köylü, bir zâbıtaya bir ricâsının olduğunu söyledi. Bîçâreliğin son haddi bu olsa gerek idi, kahroldum duyduklarım karşısında:
“Efendi, çok rica ederim, Bulgar bayrağı nasıl yapılır, bana öğret, olmazsa parasını vereyim, bana satın al.”
Şaşkın şaşkın bakan zâbıtaya, devâmla;
“Ben buraya İslâmın arasına korunmaya geldim. Sizin böyle yapacağınızı bilsem hiç gelmezdim. Bana bir iyilik yapmak istersen, bir Bulgar bayrağı ver, ben gidecek yerimi bilirim!”
Bu sözleri duyan zâbıta, zor gücünü ziyâdesiyle arttırdı. Bu minvâl üzere, zavallı insanlar gözyaşları içinde bir bölük muhâfız asker refâkatinde kale dışına yollandılar. Gitmek ne mümkün? Havsa, Ada nâhiyesi, her yer yer Bulgarlarca işgâl edimişti. Bulgar ordularına karşı sâdece bir bölük muhâfız asker ne yapabilirdi, varın siz söyleyin! Gittikleri gibi geri döndüler!
Çok nâzik zamanlar yaşıyoruz. Yazdıklarıma bütün Edirne şâhittir. Bu olanların sebebini Kale Kumandanı’na soracaklar mı? Vatan ve din bağlılığı aşkına susuyorum, bu nâzik zamanda vatanımıza bir zarar gelmesin diye susuyorum.
Şehrin kenâr mahalleleri, câmileri, mescidleri, kiliseleri ve medreseleri etraf köylerden akın akın gelen perîşân insanlar ile dolmuştu. Pek çoğu zahîrelerini getirememiş ve yollarda Bulgar çetecilerce soyulmuşlardı. Civardaki erzak vakitlice kaleye depolansa, bu hususta kusûr edilmese idi, ne güzel olurdu.
Hâl böyle iken Ekim’in 25. ve 26. günleri Maraş Tepesi şiddetli Bulgar bombardımanı altında kaldı. Bulgarlar azmetmişler, tepeyi alacaklardı. Maraş ve Karagöz Tabya önlerinde, Kazantepe taraflarında, epeyce savaş oldu, kaleden bombardıman yapıldı. Edirne Kalesi’nin ünlü savaşlarındandır 25-26 savaşları. Pek çok zâyiât verdirip, pek çok zâyiât vermişizdir bu savaşlarda. İhtiyat ve redif birliklerinin kaçışları yine baş göstermiş, yerlerini Nizâmiye tümenleri kapatmıştır. Nizâmiye birlikleri hangi taraf bozuldu ise derhâl oraya yerleşip düşmanı perîşân etmiştir. Maraş Tepesi’nin gerisine gezici bataryalar yerleştirdiler. Ancak bu bataryaların yerleştirilmesi pek kifâyetsiz oldu. Size şöyle târif edeyim: Maraş köyünden çıkınca yüz metre ilerde Maraş Tepesi vardır. Bu tepenin arkasına obüs topları yerleştirildi. Tepenin sağ ve sol kanatları ova olup, sağ kanat tren yolu, sol kanat ise ova, ağaçlık ve bataklıktır. Bu tepenin gerisine yerleştirilen gezici bataryaların yeri hiç münâsip değildi. Onlar düşman toplarını göremiyor, açıktan ateş ediyor, ama düşman topları onları çok net, bir elin ayasında gibi görüyordu. Bütün bu zorluklara rağmen topçumuz kahramanca savaşmıştır. Ammâ ne yazık ki, en önemli noktaları da düşman eline kaptırdık.
Bu savaşı topçu yüzbaşısı arkadaşım Şumnulu Tevfik Efendi bana anlattı:
“Bak kardaşım, ileri mevzide bizim bataryamız bulunuyordu. O gün aralıksız ateş ettim. Akşama doğru bizim piyâde askeri bozulup çekilmeye başladı. Etraftaki topçular ağırlıklarını alarak geri çekilmeye başladılar. Onlara hiç aldırmadan ateşe devâm ettim. Düşman epeyce yaklaştı, mecbûren ben de çekilmek zorunda kaldım. Gece oldu, göz gözü görmüyor. Ben en öndeyim. Benden ses sedâ çıkmayınca benim esîr olduğuma kanaat getirip hayli kederlenmişler. Sağ ve sâlim çıkageldiğimde, sevinçten sarılıp alnımdan öptüler.”
25-26 savaşlarında, Maraş mıntıkası cehennemî bir ateş altında. 32. Alay tamâmen dağılmış, 33. Alay’ın siperleri hepten düşman eline geçmiş ve artık felâket haberleri gelmeye başlamıştı. Mıntıka Kumandanı İbrahim Paşa:
“Topçular, derhâl toplarının başına! Ya muzaffer olacağız yâhut toplarımızın başında öleceğiz! Dönenler kurşuna dizilecektir!”
Gecenin karanlığına Müslüman olmayan unsurların açtığı ateşler de eklenince, cehennemî ateş ileri hatlara kadar gidiyordu. Bu kargaşa içinde bizim pek çok fedâkârâne muhârebemiz görülmüş elbet. 4. Nişancı Alayı Kumandanı Celâl Bey’in, Bulgar generali Kirkof’tan naklettiği hâdisede, Hak rahmet eylesin, Hüseyin Çavuş’un kahramanlığı pek yamandır:
“Karahisârlı Hüseyin Çavuş, yanına aldığı dört kahramanla düşman mevziine atılınca, mitralyözleri (makinalı tüfek) bırakıp kaçıyor. Hüseyin Çavuş, tüfek ellerinde kalmış olan bir Bulgar subayını, yakasından tutarak onunla berâber aşağı yuvarlanıyorlar. Hüseyin Çavuş, Bulgar subayını sırtına aldığı ânda, bir düşman kurşunu ile şehîd ediliyor ve aynı kurşun Bulgar subayını da delip geçiyor. Düşman tekrar tepeye saldırıyor ve maalesef, Nişancı Alayı’nın teşebbüsleri bundan sonra bir sonuç vermiyor. Muhârebe sonunda, Kartaltepe Bulgarlar’ın eline geçiyor.”
26 Ekim günü, sabâhdan akşama kadar, düşmanın bizim topçu mevzilerimize, yâni Maraş Tepesi ve Papas Tepesi’ne yağmur gibi şarapneller yağdırmasıyla geçti. Tepeler, ateşler içinde yanıyordu. Savaş, saat sekize kadar şiddetle devâm etti. Askerimiz, önce bozuldu, ancak alayın kahramanca süngü hücûmu ile gâlibiyet bizim tarafımıza çevrildi. Düşmanın anlattığına göre, Maraş Savaşı’nda Bulgar Zagra Alayı’na 1400 ölü verdirilmiş.
Mazhar Bey’le birlikte İsmâil Hakkı Bey’i ziyârete gittiğimiz bir gün Kale kumandanlarından Fuat ve Remzi Beyler de Hakkı Bey’i ziyârete geldiler. Bu durumdan ziyâdesiyle memnun oldum, zîrâ Kale kumandanlarından 25-26 çarpışmalarına dâir doğrudan bilgi almak her kula nasîb olmaz. Hoşbeş ettikten sonra ciddî konuşmalara geçince, Hakkı Bey ile Fransızca konuştular. Pür dikkat kesildim, sanki daha dikkatli olursam anlayacakmış gibi dinledim. Bütün konuşmalardan anladığım, başta ümitsiz olduğumuz savaşı, sonradan süngü hücûmu ile kazanmışız, çok şükür Ya Rabbi! Arada, Maraş ve Kolordu kelimeleri geçtikçe ben daha da dikkat kesildim ve Remzi Bey’in, “Ahh! Kolordu!” demesiyle anladım ki, kolordular gelmeyecekti… Kolordulardan bize fayda olmayacaktı… Oysa Hakkı Bey, Kale kumandanları gelmeden evvel bize masadaki harita üzerinde, kolordularımızın Pınarhisar, Babaeski, Burgaz bölgesinde üç kola ayrıldığını, bir kolun da Dimetoka üzerinden yol aldığını göstermiş idi. Böylece, Bulgar ordusu bizim kolordularımız arasında sıkışıp kalacak, esir olacaktı. Ahh Napolyon gelse, bunları kurtaramazdı!…
Ekim’in son gününe kadar küçük çarpışmalarla, tüfek sesleriyle geçti, ama son gün düşman bombardımanına Kale’den karşılık verilmedi. Neden acaba? Anladık ki, düşman her tarafı istîlâ etmiş, Kale tamamen, çepeçevre kuşatılmıştı…
(Üçüncü bölümü sonu.)
Ayşe SAMİHA