Suzan ÇATALOLUK
Kapkara, yalçın kayalıklarla, dipsiz, mırıltılı uçurumlarla dolu, sisli, ulu dağın yamacında dinmeyen uğultularla hüküm süren deli rüzgâr yağmuru çılgın bir hırsla kovalıyor, ara ara gök gürlemeleri, şimşeklerle hemhâl oluyordu. Her yağmur damlası onun buğulu gözlerinde sanki hürriyete doğru koşmaktan artık çok yorulan esirdi ve kaderine teslim olanlar misali oradan oraya savruluyordu.
Ama küçük bir yağmur damlacığı bir anlık isyan ile o deli rüzgârın önünden kaçıverdi de çimenlerin arasında boy gösteren küçücük mavi çiçeğin üstüne kaşla göz arasında indi.
Çiçek yağmur damlasının ağırlığını taşıyamadı, eğildi, büküldü, toprağa hediye etti onu. Ama çok ıslandı, üşüdü, içi titredi. Bir o tarafa bir bu tarafa sallanmaya başladı.
İşte tam o sırada mavi bir ışık birden parlayıverdi.
Ve… Sonra bir fısıltı duydu küçücük çiçek:
“-Aman Allah’ım! Neredeyim ben?”
O sese dönünce yerde çok süslü, kocaman bir yılan gördü. Mavi gönlüyle şaşırarak baktı ona.
“-Acayip, diye söylendi hal diliyle. Nerede olacaktın ey yılan? Elbette kara toprakta nefes alan çimlerin, rengârenk çiçeklerin üzerindesin. Herhalde göklerde uçmayacaktın.”
“-Yılan mı? Ne yılanı? Ben insanı…”
Ama fısıltısını bitiremedi karşısındaki. Aklına gelenle kalakaldı. Sonra inim inim inlemek istedi. Ama yapamadı. Sadece tısladı:
“- Ne yaptım ben! Ah ne yaptım ben! Şimdi yerlerde sürünmek var. Ah benim beyinsiz kafam, ah benim talihsiz başım! Şimdi ne yapacağım ben?”
“-Ne mi yapacaksın? Sana kaderin çizdiği şey ne ise onu, diye hayretle konuştu çiçek. İnsan gibi ne sızlanıp duruyorsun? Sana neler oluyor ey yılan? Nereden öğrendin isyan etmeyi?”
İri yağmur damlalarının yıkadığı parlak çimlere, yeşilin bin bir çeşidiyle bezenmiş yapraklara ve renk renk açan çiçeklere baktı yılan. Düşündü: “Ama ben insandım. Şimdi ise Âdemoğlunun ve pek çok canlının korktuğu bu bedendeyim… “
Kendine çok kızdı. Hırsla tekme atmak istedi. Ama yapabildiği şey sadece büklüm büklüm bükülmek, kıvrım kıvrım kıvrılıvermek oldu.
“Çok zor bu bedene alışmak,” diye düşündü tekrar. “Çok zor. Hele şu iki de bir dışarı çıkıveren çatallı dile de ne demeli? Şu zaman bir an evvel geçse de kendi insan bedenime bir kavuşabilsem.”
“-Ey yılan, diye konuştu çiçek. Yağmur iyice şiddetlenecek. Durma, buralardan git, deliğine gir. Sel gelirse coşkun sularda yüzmen çok zor olur.”
Şaşırarak baktı mavi çiçeğe. Ya o ne olacaktı? Merakla sordu:
“-Serçe parmağım kadar boyunla bana akıl veriyorsun. Ben kendimi kurtarırım da ya sen ne olacaksın Ey mavi donlu, güzel çiçek? O azgın sular seni toprağın üstünde bırakır mı sanıyorsun?”
Hırçın rüzgârın üfürmesiyle toprağa baş koyan küçücük çiçek üstüne konan koca yağmur damlası yapraklarından toprağa doğru akarken zorlukla doğruldu ve dedi ki:
“-Ne mi olacağım? Olacak olan olacak.”
Bu sözlere çok şaşırdı. Bu çiçekçik galiba korkunun ne olduğunu bilmiyordu! Meraklandı. Azıcık da sinirlendi:
“-Behey güzeller güzeli, hayatından endişe etmez misin sen? Ölüm nedir bilmez misin?”
Bardaktan boşanırcasına yağan yağmura, rüzgârın uğultularına, çakan şimşeklere ve gök gürültüsüne ufacık yapraklarıyla selâm veren, serçe tırnağından daha küçük o çiçek çok sakindi:
“-Endişe mi? Ölüm mü? Ey yılan! Ben kökümle kara toprağa bağlıyım, tohumumla da hayata. Niye endişe edeyim ki?”
Tam o sırada uzakta bir tepeye her tarafı aydınlatan, bol saçaklı bir yıldırım düştü. Çok şiddetli bir gök gürültüsü ile neredeyse sema ile arz inim inim inleyecekti.
Korku ile kıvrıldı, yılan bedeni halka halka olup küçüldü. İçi titredi. Başını halkalarının içine soktu. Farkında olmadan düşündü. “Ben bu korku ile bu bedende nasıl yaşayacağım?” Öylece kaldı on-on beş saniye.
Ama yanı başında duran çiçeğe gözü ilişince yine şaşırdı. Çiçek hiç oralı değildi.
“- Ey dünya güzeli, dedi. Sana inanamıyorum! Bu ne hal? Kıyamet kopuyor, senin umurunda değil!”
“-Demin dedim ya, diye cevap verdi çiçek. Olacak olan olur. “
“-Ey güzeller güzeli, söyle bana diye fısıldadı. Olacak olan nedir?”
“-Tir tir titriyorsun ey yılan. Korkudan dem vuruyorsun. Olacaktan korkuyorsun. Ama olacağı da hissedebiliyorsun gibi gelir bana. Sence olacak olan nedir? De bana, haydi.”
“-Ya o yıldırım buraya düşseydi ya biz yanıp yakılıp küllerimiz sellere karışsaydı, yok olsaydık? Böylesi bir ölümü ister miydin?”
“-Ölüm, dedi hal diliyle çiçek. Ölüm! Seni titreten bu mu? Sence olacak olan bu mu sadece?”
Bu cevaba azıcık kızdı. Üzerine düşen iri damlalara aldırmadan başını yemyeşil çimlerden kaldırdı. Çiçeğin mavi yapraklarına uzandı. Çatallı dili ile ona iyice yanaştı, fısıldadı:
“-Ya… Öyle mi? Sen! Sen ufacık boyunla ölüme meydan mı okuyorsun ey güzellik?”
“- Haşa, diye konuştu çiçek. Ben bana verilene şükrederim. Beni yaratana hamd ederim. Beni sevgi ile yaratanı aşk ile zikrederim. Evrenlerde noktanın yanında bile sonsuz küçüklükte olan bu garip çiçek ucu bucağı belli olmayan âlemleri seyreder hep. Şu sonsuz güzelliği görür de hep hayran kalır. Benim neyime meydan okumak. Ben insan mıyım ki o dediğin şeyi yapayım.”
“- Ne insanı diye kızgınlıkla cevap verdi. Bırak Âdemoğlunu! Yüreğinde endişe yok mu? Ölüm korkusu nedir bilmez misin?”
“- Ey esrük yılan! Hep aynı telde durup aynı teraneyi çalmaktasın. Ölüm, ölüm, ölüm!”
“-Evet, ölüm! Söyle bana ey güzeller güzeli, sence ölüm nedir?”
Artık deli rüzgâr sakinlemeye başlamış, yağmur bulutlarını başka yerlere götürmeye karar kılmış, damlaları da küçülmüş, hızını kesmişti. Gök kubbede sanki bir delik açılmıştı da oradan derin mavi gülümsüyor, bir demet ışın küçük kahkahalarla kara toprağa selam veriyordu.
Hırçınlığı geçen rüzgârla bir o yana bir bu yana sallandı çiçek:
“-Şu evrenlerde hiçbir şey sonsuza dek aynı kalmaz, dedi. Bak demin fırtına vardı. Şimdi sona yaklaştı. Ardından da bitecek. Ama başka yerlerde yeni fırtınalar hükmünü sürdürecek. Biz de yine güneşin ilahisini dinleyeceğiz. Bu evrende, bu dünyada başlamak ve bitmek… Lakin bu bitiş asla yok oluş değil.”
Çiçek sustu. Sanki kâmil bir insan gibiydi de kelimeleri seçerek konuşmak istiyordu. İyice hafifleyen rüzgârda yine sallandı bir müddet. Mavi yaprakları hafifçe titrerken konuşmasını sürdürdü:
“-Ölüm diyorsun, korku hemen yüreğini esir ediyor. Oysa ölüm öyle esrarlı bir giriş kapısıdır ki nefes sayın bittiğinde hemen geçiverirsin o öteki âleme. Ne bir an önce ne bir an sonra. Tam da o an! Zamanın bittiği yerde, “yerin bir başka yer, göklerin de başka gök olduğu” vakte kadar bekleyensindir artık. Evet, kimi insanların çok güzel olduğunu sandığı, bu sebeple de pek övündüğü, ruhun mekânı olan şu kara toprak, yani bedenin aslında bir hapishanedir.”
Kızgınlığı biraz daha arttı. Neler diyordu şu beyni olmayan çiçek. Tam cevap verecekti ki çiçek onun düşüncelerini okuyup bilmişçesine hal diliyle devam etti sözlerine:
“-Ey yılan, kızma bana. Ama sen bugün insan gibi soru sorarsın. Ben de sana ona göre cevap vermek arzusundayım. Ama bilesin ki ben bana bildirileni sana söylerim. Başka söz bilmem. İnsanlar gibi sağa sola kayan dilim yok. Essah derim ki bu dünya hasret mekanıdır. Bu dünya sadece bir yansımadır ki hakikatin sırrına erenler bunu bilirler ve gönül aynalarında ötelerden seyrettikleri küçük bir ışıltı bile onların bu kara arzdaki saadetidir. Gerisi masiva, insanoğlunun çok heveslendiği dünya nimetleri birer imtihandır ki aşmak lazımdır.”
Rüzgâr nazlı yele dönüp onun çatallı dilini, mavi donlu çiçeğin de yapraklarını okşarken kızgınlığı daha da arttı, yılan yüreği kabardı. Nasıl da rahattı şu garip bitkicik. Kendisi her yağmur damlasında ürküntüler yaşarken o dünya ile alay ediyordu.
Hırsla fısıldadı:
“-Bu kadar kolay mı? Bu kadar sıradan mı bedenden geçip dünya nimetlerini terk etmek? Söyle bana sen bu imtihanı kazandın mı ki böbürleniyorsun?”
Çiçek yavaşça eğdi başını:
“-Ben neden imtihanda olayım? Ben insan değilim ki! Yüce Allah’a Bezm-i Elest’e söz veren Âdem oğlu nefsine yenik düştüyse, daha cennetteyken hırsına kapıldıysa ve şu arz denen güzelim gezegene sürgün geldiyse elbette bunda düşünülecek çok ama çok sebep ve hadise var. Bunların hangisi kolay ki? Bunların ve daha nice nice soruların muhatabı olan ben değilim, insandır. Cehul ve kan dökücü insan!”
Etine ateş değmiş gibi sıçradı. Rengârenk pullarla dolu bedenini unutup hırsla dikildi. Şaşkınlıkla sordu:
“-Ey haddini bilmez çiçek! Sen ne diyorsun? İnsan mı? İnsan öyle mi?”
İşte tam o anda kara arzın kara bağrının başka bir yerinde, metruk evlerin bulunduğu, yıkık dökük, çöp yığınlarıyla dolu çıkmaz sokağın sonunda, ceviz ağacın en tepedeki yaprakları serin yel estikçe hışırdayıp sanki kadere şiirler diziyordu.
Ağaç öylesine büyüktü ki uzun ve geniş gölgesi neredeyse her yeri kaplıyor, bu çıkmaz sokak, bu can çekişen mekanlar, gökte ışıl ışıl parlayan mutlu güneşe inat, alacakaranlığın, ışıksızlığın, çaresizliğin ve yalnızlığın hüznünü yaşıyordu.
Vakit öğleyi geçerken üç berduş ağacın dibine serdikleri pasaklı kilimin üzerine koydukları kirli testilerdeki kötü, tatsız tuzsuz şarabı hoş bir mey niyetine içiyor, talihsizliğe yakılan hüzünlü ezgileri dolanan dilleriyle, avazları çıktığı kadar bağırarak akılları sıra terennüm ediyor, ah çekiyorlardı.
Ama birden parlayan masmavi ışığı, içinden insanın içinden fırladığını görünce dehşet içinde bağıra çağıra kaçmaya başladılar.
Mavi ışıktan hızla çıkıp dizlerinin üstüne yere düşen de tuhaf bir şaşkınlık yaşadı. Ne kadar da ağırlaşmıştı. Niye bu kadar havadaydı. Oysa onun yeri toprağın üzeriydi. Ne oluyordu? Havayı koklamak istedi. Dilini çıkardı. Hayretle dilinin çok farklı, kalın ve kısacık olduğunu gördü. Üstelik onunla hiçbir şey hissedemedi.
Sonra… Sonra birden hatırladı ve vücuduna baktı. Kollarına, ayaklarına, bedenine tekrar tekrar baktı. Üstündeki giysiler yer değiştirdiği adamın elbiseleriydi. Ama kendine göre değildi. Çok dardı.
Gömleğinin önünü yırtıp derin derin nefesler aldı. Ardından uzun uzun etrafa baktı. Düşündü: İnsanlar bu durumda ne yaparlardı acaba?
“En iyisi insan gibi yapıp yürümeli,” dedi kendi kendine. “Yürümeliyim. Bir iki insan görürüm elbet. Davranışlarına bakar, göre hareket ederim.”
Ağacı arkada bırakıp virane evlerin, kurumuş çiçeklerin, susuzluktan bitkin düşmüş kısa kirazla upuzun, göklere kadar uzanan kavakların yanından geçip o metruk sokaktan çıkıtı. İki yanında çok büyük, her daim selamda olan servilerin, öbek öbek, harika kokuları etrafa yayılan rengârenk güllerin olduğu, güzel şekilli, pembe kesme taşlarla döşeli caddeye ulaştı.
İlk defa çok güzel faytonlar gördü. Bronz kaidelerinin üstündeki rengârenk, altın işlemeli tentelere dikili, firuze süslü küçücük gümüş çanlar faytonlar hareket ettikçe şıngırdayıp sanki neşeli ezgiler söylüyordu. Çok bakımlı ve güzelim atların altın gümüş karışımı koşumları da turkuaz taşlarla pek hoş işlenmiş, pala bıyıklı sürücüleri simsiyah giyinmişti.
Bütün bunlara şaşkınlıkla bakakaldı. Çok korkup hemen bir deliğe saklanmak istedi. Sonra hep insan olduğunu kendine hatırlatıp korkunun da korkusunu yenmeyi başardı.
Epey bir zaman yürüdü. Ama bu hale hiç alışık değildi. Yorulmaya başladı.
Yavaşlayıp bir ağaca yaslandığı sırada alayişli bir fayton yanında durdu. İçeride sapsarı giyinmiş iki kişi vardı. Ona dikkatle baktılar. Şişman olanı yanındaki sıska arkadaşının kulağına fısıldadı:
“-Galiba aradığımızı bulduk. Baksana kıyafetine. Akıllı olan bunu giyer mi?”
“-Haklısın, diye cevap verdi arkadaşı elini ağzına kapatıp. Görelim bakalım şu garibanı.”
Şişman hin hin gülümsedi. Çok kibar bir şekilde seslendi:
“-Ey Âlicenap dostum! Nereye gidiyorsunuz böyle? Yormasanız kendinizi. Gelip bize katılır mıydınız lütfedip?”
O küçücük fısıltıları da hissetti. Ama anlayamadı. Seslenişe döndü.
Zayıf olan konuşmaya katıldı:
“-Geliniz benim beyzadem, haydi. Sizi istediğiniz yere götürelim.”
“Garip,” diye düşündü. “Bu insanlar beni nereden tanıyorlar ki? Belki de bu bedenin arkadaşlarıydılar.”
Yavaşça bindi faytona. Kendisini kurnazca süzen iki kişinin gözlerine baktı, bu gözler velfecri okuyordu. Ne yılanlarda ne de öteki hayvanlarda böyle göz görmemişti. İçinden bir fısıltı duydu sanki:
“-Dikkatli ol Ey yılan. Tehlike yanı başında. Ava çıkmış iki Âdemoğlu…”
Ama şişman olanın sesi yükselince o fısıltı sustu:
“-Beyzadem, bizimle yemek yeme şerefini bahşeder miydiniz?”
“-Ama önce biraz alışveriş edeceğiz. Bizimle gelme lütfunda bulunur muydunuz? Şöyle birkaç mağaza gezmek hevesindeyiz.”
Güzel şehrin eski ama bakımlı sokaklarında gezen faytonda otururken etrafı incelemeye ve yanındaki iki insanı tanımaya çalışıyor, ne dediklerini anlamaya gayret ediyordu.
Fayton üst kısmındaki altın süslü levhada “Nikap Terzihanesi” yazılı cümle kapısının iki yanında çeşit çeşit, etrafa mis gibi rayihalar saçan simsiyah güllerin bulunduğu iki katlı, cumbalı, kaymak rengi, yeşil çizgili, bakımlı binanın önünde durdu.
Yine iltifatlara boğarak indirdiler onu. Kollarına girip cümle kapısından itina ile geçirdiler. Kendilerini karşılayan uşağa hemen ustayı yanlarına getirmesini söylediler.
Gelen usta iki adamı ve onu görünce yerlere kadar eğilip selama durdu.
“-Hazır urban var mı terzi efendi, dedi şişman olan. Beyzademize hemen lazım. İşimiz acele.”
Usta beş on saniye düşündü. Sonra yılıştı:
“-Siz yeter ki isteyin Efendi hazretleri. Alıkoğlu sülalesinden Saf Ağaya iki takım dikmiştim. Zannımca bu beyzadeye uygun düşer. Giysin hele bir. Bakarız, düzeltilecek yer varsa alelacele hallederiz.”
Yanındaki insanları anlamaya, çözmeye çalışıyor, ama henüz kavrayamıyor, şaşkınlıktan şaşkınlığa düşüp sesini çıkaramıyordu. İki de bir dilini çıkarmaya çalışıyor, o da olmuyordu. Sanki bedeni enlemesine uzamış, boyu kısalmıştı. Gözleri de yanlamasına uzamış mıydı ne? Her şey ona dalgalı ve eğik görünüyordu.
Şu iki insan da ne tuhaftı. Vücutlarını ne çok oynatıyor ne çok konuşuyorlar, seslerini ne çok değiştiriyorlardı.
Az sonra iki bembeyaz takım elbiseyi kapıp gelen ustanın da sesi oynaktı:
“-Aman beylerim, Az Akıllı mahallesinde oturur kır saçlı Saf ağa. Ona birkaç gün görünmesin bu beyzade. Elbiseleri yarın verecektim. Ama küçük bir beyaz yalandan ne zarar gelir?”
İki arkadaş onu özenle giydirdiler, sağına soluna bakıp güya kusur aradılar. Elbiselerin çok yakıştığını söylediler. Ama o bu olanlardan pek bir şey anlamadı. “İnsanoğlu çok tuhaf,” diye düşündü. “Bakalım bu garabette ortaya çıkacak hakikat nedir, göreceğiz.”
Sonra ona iltifatlar edip övgüler yağdırdılar. Lâkin ikisinin de durmadan kaşı gözü oynuyor, fısıldaşıyorlardı.
Süslü faytona tekrar bindiler. Bu defa tabelasında” Gözü Doymazlar Lokantası” yazısı olan güzel bir konağın önünde indiler. Yine iltifatlarla karşılandılar. Tavanı altın varaklı kalem işleri bulunan, yanar döner atlas perdelerinde gümüş ibrişimle bin bir çiçeğin nakış nakış işlendiği dayalı döşeli odada, yumuşacık minderlere oturdular, çok güzel desenlerle dokunmuş halı yastıklara yaslandılar.
Durmadan dönenen uşaklar tarafından bir yer sofrası hazırlandı hemen. Çok büyük, işlemeli kocaman bakır tepsi çok albeniliydi. Üzerinde sedef işi olan kalaylı bakır ve gümüş kaplarla çeşit be çeşit yemekler kondu. Altın tezhipli billur kaseleri, süslü gümüş tabakları, firuze saplı kaşıkları ve altın iplerle bezeli peşkirleri dizdiler.
Şaşkınlığını gizlemeye çalışarak seyretti bütün olanı biteni ve hiçbir mana veremedi. “Güya bize hain sinsi diyor şu insanoğlu” dedi kendi kendine. “Ne için bütün bunlar? Hangi bilmeceyi çözeceğim acaba? Ya da… Ya da çözebilecek miyim?”
Şişman olan küçük bir kahkaha ile konuştu:
“-Beyzadem, sizi çok yorduk, he he he… Bu fakirlerle yemek yeme şerefini bize bahşetmeniz ne incelik ne kibarlık! Buyurun soframıza.”
Yemek kokuları o güne kadar bilmediği bir tuhaflıktı. Ama nedense garip bir şekilde hoşuna gitti. Derin nefes alıp bu kokuları içine çekince tuhaf bir açlık hissi ile ağzı sulandı. Ne edeceğini bilemedi. İki adamın yapacaklarını görmek için bekledi.
Uşaklardan biri hizmet etmek için oradaydı. Sıska adamın el işareti ile tencerelerin kapaklarını açınca kokular daha da kuvvetlendi.
Az sonra tabaklara konan yemekleri yanındakilerin yaptıklarını taklit ederek yemeye başladı. Hiç bilmediği bu yemekler pek hoşuna gitti. “Bu insan bedeni neler de yiyormuş,” dedi. “Zavallı yılanlar yiyecek bulmak, karınlarını doyurmak için bin bir güçlükle uğraşırken insan elini uzatıyor, yiyor. Ne kadar kolaymış insan olmak.”
İki insan onun hızlı hızlı yemek yiyişini keyifle seyretti. O yedikçe daha leziz yemekleri neredeyse önüne boca ettiler. Hele etli yemekleri yutarcasına yemesine bayıldılar. Kaş göz edip pek sevindiler.
Yemek sonunda şişman olan arkasındaki halı yastığa yaslandı. Göz ucuyla onu seyretti. Ardından gevrek sesiyle yine kahkaha attı:
“- Ey benim boyuna kıyamadığım şehzadem. Bu yemekler hoşunuza gitti mi?”
Sadece “evet” anlamında başını salladı. Konuşmaktan korktu.
Adam konuşmasına yılışarak devam etti:
“- Bu kıyafetlerle ne de yakışıklı oldunuz. Bütün cinsi latifler size sevdalanacak da rüyalarında hep siz olacaksınız. Saraylarda yaşayan sultan hanımlara layıksınız. Lakin bunlar için akçe lazım. Ne kadar akçeniz var?”
Ne diyeceğini şaşırdı. Hayretle sordu. Ama sesi o kadar çok çıktı ki kendisi de şaştı:
“-Akçe nedir ki? Benim hiç akçem yok ki.”
İkisi de bu cevaba çok şaşırmış göründüler:
“-Allah Allah, dedi sıska olanı. Babadan kalma mallar gitti ha? Neyse canınız sağ olsun beyzadem. Bizde akçe çok. Sana hediyemiz olsun.”
Kapının kenarında bekleyen uşağa el etti. Gelen gencin cebine birkaç altın akçe koyup bir şeyler fısıldadı. Ardından dedi ki:
“- Beyzadem, size bir kese akçe hediye edeceğim. Helâl-ü hoş olsun.”
Az sonra elinde süslü bir kese ile uşak geri geldi. Uzanıp keseyi alan sıska adam onu sallayınca içindeki akçeler şıngırdadı:
“-Ey aslan gibi heybetli, yiğit şehzadem, dedi. Bu kese sizindir. Keyfinizce yaşar, yer içer, bahtiyar olursunuz.”
Sonra ona uzattı sıska adam. Henüz çok iyi kullanamadığı eliyle keseyi tam tutacaktı ki adam geri çekiverdi. Sinsi bakışlarla onu süzdü. Çirkin bir sırıtış ağzını kulaklarına kadar yaydı. Yüzünü iyice yaklaştırdı. Sivri burnu neredeyse yanağına değecekti. Fısıldadı:
“-Elbette bu kese sizin civanım. Ama çok küçük bir ricam olacak. Sizin için bunu yapmak hiç zor değil. Şimdi bu keseyi vereceğim. Ama teklifimi kabul ederseniz on kese daha vereceğim. Hayatınız boyunca bol bulamaç yaşarsınız.”
“Neden hemen vermedi akçe kesesi denen şeyi,” diye düşündü adamın velfecri okuyan gözlerine bakarak. “Neden? Bizim dünyamızda böyle tuhaf haller olmaz ki? Neden bu iki adam bana bunu yapıyor? Ama şu yediklerim de hoşuma gitti doğrusu. Bu giydirdikleri de güzel olsa gerekir. Ama her ikisinin de gözleri? Bu insanların gözleri neden böyle anlaşılmaz?”
Bu defa sözü şişman olan aldı:
“-Biraz sonra sizi bir yere daha götüreceğiz. Orada bir adamla konuşacağız. O size de bazı sorular sorabilir. Siz o adamın sorularına sadece “evet” veya “hayır” diyeceksiniz. Hiç korkulacak, size zararı olacak bir şey yok. Ben elimi sakalıma götürdüğüm zaman siz “evet” diyeceksiniz. Hiçbir şey yapmıyorsam “hayır” diyeceksiniz. Anlaştık mı? Sonra sizi daha güzel bir lokantaya götüreceğiz. Bir malikanede misafir edeceğiz. Orada yok yok!”
Ardından da sıska adam şıngırdayan keseyi onun yeleğinin cebine sokuverdi.
O güzel konaktan da çıktılar. Güzel, bakımlı geniş caddede bir müddet yol aldılar.
Fayton kerli ferli, oturaklı insanların, gevşek münafıkların, zenginlerin, fakirlerin, bağıranların, ağlayanların, gülümseyip şükredenlerin, feraceli, çarşaflı ya da şalvarlı, yaşmaklı genç kızların, güzel gelinlerin, kocamış ninelerin, bastonuna dayanarak zorlukla adım atan dedelerin, ağır ağır yürüyen babaların, koşturan delikanlıların, velhasıl her yaştan, her renkten ve dinden insanların girip çıktığı üç katlı, tarihi bir konağın önünde durdu.
İki kafadar onu yine iltifatlara boğup aşağıya indirdi. Neler demediler ki! Ne kadar yakışıklı olduğundan, asil görüntüsünden, zarafetinden dem vurdular. Ona karşı büyük bir hayranlık duyduklarını kıvrak, hin sesleriyle anlattılar.
Ama onun içinde bir yerlerde hep o fısıltı devam ediyordu:
“-Dikkat et Ey yılan! Sen iyi bir avcıydın, sakın av olma. Neden, neden bu insanlar…”
Ama şişmanın riyakâr sesi fısıltıyı yine bastırdı:
“-Beyzadem, geldik artık. Az sonra o adamın yanına gideceğiz. Sakın dediklerimizi unutmayasınız.”
Endişe ile etrafına baktı. Nereye gelmişti? Bu iki insan kendisine ne yapmak istiyorlardı. Bu kadar çok insan niye buradaydı? Bu bir tuzak mıydı? Kendini öldürmeye kalkan o insan gibi sopalarla saldıracaklar mıydı? Ama korkularını hemen yendi. Şimdi insan bedenindeydi. Derin bir nefes aldı.
Ardından hemen tarihi bina dikkatini çekti. İnsanlara göre çok kısacık olan hayatında hiç böyle bir bina görmemişti. Yine hayretler içinde düşündü: “Şu kapılardan girene, çıkana bak. Kimi ağlıyor, kimi gülüyor. Niye ağlıyorlar, niye gülüyorlar? Ağlamayı az da olsa anladım da gülmek ne içindir ki? Anladım ki insanoğlu çok garip. Demek ki kendisine verilen o nefis ile bunları yapıyor. Rabbim bilir, daha neler neler göreceğim. “
Kolundan tutan sıska adam merdiveni işaret etti. Ona temennalar edip methiyeler düzdü. Şişman olan da diğer koluna girdi. Beyaz mermer basamakları hızla çıktılar.
Kündekârî tarzındaki büyük taç kapıdan içeri girdiler. Duvarları hüsn-i hat ve tezhip sanatının şaheserleri olan levhalarla süslü uzun koridoru geçip en sondaki şahane ağaç işçiliği hayranlık uyandıran kapının önünde durdular.
İki adamın da çok heyecanlandığı yüzlerinin kızarmasından, nefes alışlarından hemen belli oluyordu. Şişman adam derin bir nefes alıp onun kulağına fısıldadı:
“-Yakışıklı civanım, sakın unutmayasınız. Sakal evet, sessizlik hayır demek. Tamam mı beyzadem?”
Ardından sıska adam kapıyı tıklatıp bekledi. İçeriden beş on saniye sonra “gelin” sesi duyulunca iki adam da bembeyaz oldular. Elleri titremeye başladı.
Önce şişman adam, ardından da sıska arkadaşı girdi. Sonra onu kolundan içeriye çektiler.
İçeri çok geniş bir odaydı. Duvarlarda yine çok güzel levhalar asılıydı. Tam karşıda süslü bir kapı daha vardı.
Girdikleri kapının tam karşısında başında kıymetli taşlarla süslenmiş büyük, beyaz bir kavuk, sırtında yakaları parlak samur kürklü, renkleri ışığa göre değişen ebruli renkte has atlastan yapılma kalın cübbe olan yaşlı, kır sakallı, bıyıklı, asık suratlı bir adam vardı. Parmaklarına çok kıymetli, iri taşlı yüzükler takmıştı. Üzerlerinde çok güzel desenlerin olduğu ipek halılarla kaplı, yüksekçe bir sedirde oturuyordu. Yan tarafında, daha aşağıda, meşe ağacından yontulma sıradan taburede oturan biri daha vardı. Gençtendi.
Adam onları görünce yanındakine çok yavaş sesle bir şeyler söyledi. Gençten olan hemen yerinden fırladı, ikinci kapıyı açtı. Bir dakika sürmeden elinde bir evrak ile geri geldi. Büyük bir hürmetle yaşlı adama uzattı.
Evrakı alan yaşlı koca sayfalara şöyle bir göz attı. Ardından ağır ağır konuştu:
“-Vukuatın tek şahidi bu mudur muhteremler?”
Her iki adam da heyecanla baş salladı. Onu öne doğru birkaç adım sürükleyip geri geri gittiler.
O bu olanlardan pek bir şey anlamadı. Yaşlı kocanın yüzüne baktı, gözlerine. Ama adam hiç oralı olmadan sordu:
“- Dervişhan kasabasının Abdallar Köyünde mukim Saf oğlu sülâlesinden Gariban namlı kişi sen misin?”
Elini sakalına götüren şişman adama baktı. “Bu bedenin sahibinin adı herhalde buymuş” diye düşündü kendi kendine. “Evet” anlamında başını salladı.
Yaşlı kocanın konuşması yemeğini beğenen kedinin mırıltısı gibiydi.
“-Ahir yılının bereketli ayında iki fırıncı, yani bu adamlar Çullu sülalesinden “Her Söze İnanan” lakaplı kişiye hamuruna kuş sütü katılmış, yedi dağın yedi tepesinde ekili, her derde deva ve kapkara pırıltılı buğday unundan yapılma bin bir ekmek satıp malı hemen teslim eylemişler. Sen de yanlarındaymışsın. “Her Söze İnanan” lakaplı kişi ekmeklerin karşılığı olan on bin kere yüz bin on akçeyi hemen veremeyeceğini söyleyince adamdan yazılı beyanını muhtevi, imzalı evrak-ı müsbite almışlar. Sen de oradaymışsın. Vukuata şahit olmuşsun.”
Şişman adama bakınca elini yine sakalına götürdüğünü gördü. Tereddüt etmeden yine başını salladı ve yine düşündü: “Bin bir ekmek… Bin bir ekmek ne demek? Bu Âdemoğlundan öğreneceğim ne çok şey var. Bu bedenin sahibi de bir şeyler yapmış. Ne yapmış, pek anlayamadım. Dur bakalım, neler olacak.”
“-Sonra borçlu parayı inkâr edip yemin billah etmiş, diye devam etti yaşlı koca. De bakalım, doğru mudur?”
Şişmanın eli sakalına gidince yavaşça “evet” demek istedi. Ama sesi çok yüksekten çıkınca yaşlı koca azarladı onu:
“-Yavaş bre Âdemoğlu! Sağır değiliz a! Lâ havle! Neyse… “
Sonra evraka tekrar baktı. Görevli gence başını çevirdi. Eliyle süslü dolabı işaret etti. Genç fırladı yerinden. Dolaptan okka, divit ve bir de mühür takımını altın tepsiye koyup ayakta beklemeye başladı.
Ardından ona döndü. Kalın ve kısık sesiyle dedi ki:
“- Söyle ey Gariban. Doğru ifade verdiğine kasem edecek misin?”
Ama içindeki ses artık bağırmaya başladı:
“- Dur! Dur! Dur! Bilmediğin sularda yüzüyorsun! Sana böyle bir izin verilmedi. Yapma. Nefis sahibi değilsin sen. Ne kasemi? Sor! Sor! Sor!”
Yankılana yankılana beyninde çınlayan ses kalbini de sıkıştırmaya başladı. Kafası karıştı. Aklı gel git oldu. Şaşkın şaşkın bağırdı:
“- Neye kasem? Anlamadım!”
Yaşlı koca soruyu çok abes bulup dudak büktü:
“- Şu senin gözlerin neyi gördüyse ona yemin edecek!”
Birden biri kuyruğundan tutup onu yere çarptı sanki. Derin bir acıyla sarsıldı. Ama kuyruğu yoktu ki. O insan bedenindeydi. Şaşkınlık göklerine fırlayıp dipsiz hayret çukurlarına düştü sanki. Tekrar bağırdı:
“- Benim… Benim gözlerim mi? “
“-Evet, senin gözlerin, diye hiddetle konuştu yaşlı koca. Yani sana ait olan gözlerin. Yoksa bir mucize oldu da sen başkasının gözlerini mi taşıyorsun bre densiz?”
Ama o anlatılanı kendi gözleriyle görmemişti ki. Şu bedenin gözleri görmüşse nasıl yemin edebilirdi? Bu yılan tabiatının bilmediği ve asla yapamayacağı bir gariplikti.
Hakikatten yansıyan bir ışık yandı beyninde sanki. Birden gözlerinin önüne çok ama çok farklı bir sayfa açıldı. Neden buradaydı? Neler oluyordu? Bu yaşlı koca da kimdi? Bu iki tuhaf adam onu nereye ve hangi sebeple getirmişti?
“-Ey ihtiyar adam, diye cevap verdi sıkıntıyla. Sen kimsin? Beni neden hesaba çekiyorsun? Bu yer neresidir?”
Şişman ile sıska adam önce çok şaşırdılar. Sonra hemen büyük bir korku içinde bağırarak onu susturmaya çalıştılar. Ama artık çok geçti. Söz ağızdan çıkmıştı bir kere.
Yaşlı koca önce büyük bir şaşkınlıkla onun yüzüne bakakaldı. Ardından yüzü kıpkırmızı kesilip hiddetlendi. Hiddetini bastırmaya çalışarak derin bir nefes aldı. Yavaş sesle konuşmaya çalıştı:
“-Bak a Gariban. Aklın yerinde mi senin? Buraya şahitlik etmeye geldiğini nasıl bilmezsin? Bana kim olduğumu nasıl sorarsın? Aklın seyahat ediyorsa hatırlatayım. Bu yer Adalet Şehrinin adliye binasıdır. Ve… Ve ben buranın hakkı teslim etmekle maruf, en yetkili kadısıyım. Şu genç adam Kâtip Efendidir. Sen de çok mühim bir davanın tek şahidisin. Senin şehadetin bu davayı çözecek. Ol bu sebeple Allah için yemin edeceksin. Unutma yalan yere şahitlik iki dünyanı da karartır. Daha da anlatayım mı Gariban Efendi?”
Yaşlı kadının sözlerini giderek artan dehşet ve hiddet ile dinledi. “Ah insanoğlu” diye söylendi kendi kendine. ““Şu iki adama bak! Beni nasıl da kandırdılar. Hiç korkmadılar ki onları seyredenler, seyredenleri de seyreden var. Ötelerde insanın hesaba çekileceği, hayat hikayesinin tekrar ve tekrar baştan sona anlatılıp hakikatin de yalanın da tartılacağı ilahi bir terazi var. Yüce Yaratanın adaleti var. Ya şu yaşını almış kibirli adama da ne demeli? Şu sözlerini başta söyleseydi ya. Ama Rabbim demiyor mu, “Nefislerin mayasında cimrilik vardır. Nefis daima kötülüğü emredicidir” diye.”
Gözlerinin içine baktı ihtiyar kocanın. İşaret parmağı ile kendi başını gösterip sordu:
“-Hamuruna kuş sütü katılmış bin bir ekmek öyle mi? Pek acayip! on bin kere yüz bin on akçe de garip. Ekmekler alınmış, akçeler verilmemiş. Bunun da tek şahidi bu bedenin sahibi, öyle mi? Sen de bana göre hükmünü kuracaksın değil mi?”
Kadının hiddetten yanakları seğirmeye başladı.
“-Öyle, diye söylendi. Bir itirazın mı var be hey densiz herif! Başını belaya mı sokmak istersin sen? Yedi yıl kürek cezası uygun mudur sana?”
Az geride duran iki adamın ve Kâtip Efendinin şaşkın bakışlarını hiç umursamadı o ve dedi ki:
“- Hangi hak ve sebeple beni kürek cezasına çarptıracaksın ey hakkı teslim etmekle maruf Kadı Efendi?”
İhtiyar hiddetle uzandı, altın tepsi içindeki mührü kaptı, ona doğru salladı:
“-İşte bununla! Mührü bastım mı hükmümün altına, kendini bir gemide forsalarla kürek çekerken bulursun. Zira Mühür kimdeyse Süleyman odur!”
İşin iyice zora girdiğini, kellerinin de tehlikede olduğunu anlayan iki yoldaş, şişman ile sıska adam gece karanlığında yılandan kaçan tavşanlar gibi odayı hızla terk ederken o soruyu sormaktan hiç çekinmedi:
“-Ya Süleyman’a mührü veren kimdir? O mühür şimdi ne hükmündedir, ey kendini hüküm sahibi zanneden kibirli Kadı Efendi?”
Yaşlı koca onun yüzüne şaşkınlıktan ağzı bir karış açık, bakakaldı. Ardından mosmor kesildi ve bütün itidalini kaybedip hiddet ve şiddetle haykırdı:
“-Bre akılsız densiz! Haddini bilmez arsız! Tez yazasın Kâtip Efendi bu edepsize yedi yıl kürek cezası ki kaybettiği aklını başına devşirsin.”
Kadı Efendi bağırtısına devam edecekti ama susturdu onu:
“- Buraya bakasın, a mağrurlukta sınır tanımayan Kadı Efendi! Kürek cezası nedir bilmem. Ağır bir ceza vermek istediğin belli. Ama hayret ederim, hırsına uyup bana yok yere ceza verme cesaretini nerden bulursun? Sendeki nasıl nefistir ki adalet duygunu yok eder, karar vermede seni haksızlık uçurumlarına çeker! O elindeki mühürle kendini Sultan Süleyman’dan gayrı ve cesur bulursun. Yaratandan korkmaz mısın yılları yel gibi geçiriveren yaşlı koca?”
Kadı Efendi ayağa fırladı. Parmağını salladı ona:
“-Kes bre mel’un! Kürek cezası senin için mükafat imiş, belli! Sana ölüm gerek!”
Kadı Efendinin çılgın haline baktı. İlk defa farkında olmadan gülümsedi ve dedi ki:
“-Dur! Dur da sakin ol, hiddetlenme Adaleti ile maruf olduğunu dillendiren Kadı Efendi. Hazreti Süleyman nefsine her daim galipti. Evrenin dilini bilirdi. Rüzgâra hükmeder, hüthüt ile mektup gönderirdi. Aşk ile yaşar, sevgi ve sabır ile hüküm kurardı. Adildi, hakimdi, sultandı. Sense öfke sellerinde boğuluyorsun. Kendine yenildin, bana ölüm kaftanı biçersin aklın sıra. Ben de sana adil olman gerektiğini adaletle söylüyorum. Bilmez misin ki adalet sabır ile sarmaş dolaştır, ebediyen yoldaştır ve birbirine asla ihanet etmeyen iki arkadaştır. Adil olduğunu söyleyen ey yaşlı adam! Sabrını kaç elmas akçeye sattın ki bu kadar yüksek perdeden saz çalarsın, turna sesli söz söylersin de bu dediklerinin serçe cıvıldaması kadar hükmü yok. Hikmeti de on delikli kum tanesi etmez. Şimdi de bana, buranın Süleyman’ı kim? Sen misin, ben mi?”
İşte tam o sırada….
Çiçek karşısındakinin sorusuna cevap veriyordu:
“-Evet insan! Ölüm korkusuyla yaşayan insan. Her daim yanında meleğin ve şeytanın, içinde iyiliğin ve kötülüğün bulunduğu, güya iradesi ile her türlü kudrete, zenginliğe sahip olacağı iddiası ile yaşayan insan… hey gidi hey Âdemoğlu! Oysa o kuşcuk canı bir küçük nefese bağlıdır da bunu hep unutur. Hep iddia makamının en üst mertebesinde bulunur. Zavallı kalbinin tezenesi hep nefis tellerinde gezinmek zorunda kalır. Hakikatin ilahileri onun yüreğinde çoğunlukla hep kırık döküktür. Ya yarım kalmıştır ya da söylenmeye hiç başlanmamıştır. Gönül aynası da münafıklık tozlarıyla görünmez olmuştur. Oysa…”
Çiçek yavaşça mavi yapraklı başını eğip sustu.
Hayatında böylesi sohbeti dinlemek, hem de bir çiçekten… Hayretler içindeydi. Kalbinin bilmediği bir yerinde birden bembeyaz bir çiçek açtı sanki. Hiç duymadığı hüzünlü bir terennüm başladı ve ne güzeldi. Heyecanla fısıldadı:
“-Ey güzeller Güzeli, ruhumun güneşi! Bunlar nasıl sözler? De bana hele, bunları nereden talim ettin sen? Kim sana bu söz çağlayanını hediye etti? Anlat, durma. Durma ki gönlümün kilitli kapıları açılsın. Bu ana dek ne kadar da boş geçmiş hayatım. Haydi söyle bana, bu sırlı sözün güzellik bahçesini anlat, serseri kalbim ilahi esrarı bilsin. Bana evrenlerin keşif yolunu göster. Rehberim, mürşidim ol.”
Yavaşlayan rüzgâr aniden coştu. Hırçın nağmelerle uğuldamaya başladı. Toprakları, küçük taşları, cansız yaprakları önüne katıp savurmaya başladı. Etrafa aydınlık saçan ışık demeti göklere kaçıverdi. Kurşuni bulutlar hemen yerini kaptı.
Mavili çiçeğin sesi yavaşladı. Yorulmuştu sanki:
“-Ey yılan dedi. Gönül gözünü aç, seyreyle âlemleri ve keşfet. Yüce Allah’ı zikreden kâinatı dinle. İlk zerreden son zerreye kadar göklerde ve yerde ne varsa her şey Onu söylüyor.”
Telaşla fark etti ki dermanı kesilen çiçeğin boynu bükülüyor, toprağa yaklaşıyordu. Acele ile sormak istedi. Ama çiçek konuşmasına zorlanarak devam etti:
“-Vaktim azalıyor Ey dost. Görevimi tamamladım. Birazdan o büyük meleğin, Mikail’in rüzgârları beni topraktan çekip alacak. Gökyüzüne savurup yere bırakacak. Bu rüzgârlar tohumlarımı kim bilir hangi diyara götürüp yine kara toprağın avucuna bırakacak. Belki de ucu bucağı olmayan bir sahraya. Sonra gökten inen bir damla yağmur suyunu içecek nokta kadar bile olmayan tohumum ve mavi çiçeklerini açacak. Gün gelecek o sahra milyonlarca mavi çiçekle donanıp çöl ceylanlarının sütüne karışacak. Düşün, ben niye ölümden korkayım ki?”
O salisede…
Baş Kadı Efendi aklını yitirmiş bir şekilde onun yüzüne baktı. Avaz avaz bağırdı:
“- Süleyman olmak senin neyine! Destur de bre kendini bilmez soytarı! Bu söylediklerinin kitabını yazdım ben. Katlin vacip değil, şart oldu artık. Kâtip Efendi şu bizim dolabı aç!”
Kâtip Efendi hemen koştu. Sedirin sol köşesindeki gül oymalı, sedef kakmalı gümüş dolabı açıp hürmet ve korku ile sordu:
“-Kadı Hazretleri hangisini buyururlar Efendim? Elmas, yakut, zümrüt, zebercet, lal, firuze..”
“-Bu defa sapı altın, üzeri inci işlemeli, zümrüt olanı seç. Kanına yakışsın.”
Genç adam dolaptan istenilen şeyi çıkardı. Som altından sapı bembeyaz, pırıl pırıl incilerle süslü olan, yemyeşil, ışıl ışıl zümrütten yapılma kocaman bir hançerdi elindeki.
Yavaşça ona doğru döndü…
Olanları anlamaya, Kadı Efendinin ne yapmaya çalıştığını kavramaya, insanoğlunun adalet serüvenini çözmeye gayret ederken şimdi neler oluyordu? Şaşkın şaşkın hançere baktı, Kâtip de ona. Ama kâtibin gözleri kanlı katilinki gibi bakıyordu.
İşte o sırada deli rüzgâr tekrar coştu. Döne döne geldi, mavi çiçeği kökünden koparıp semaya yükseltirken o güzelim çiçek son defa ona seslendi:
“-Elveda Ey dost! Yüce Rabbim seninle olsun.”
Ardından şimdiye kadar fısıltıyla konuşan çiçek çığlık çığlığa bağırdı:
“-Arkana dikkat et! Sana verilen vaktini ziyan etme!”
Şaşkınlıkla, derin üzüntü ve büyük bir gönül yorgunluğuyla onun gidişine bakarken arkasında bir şıngırtı duydu. Sanki küçük, nazlı billur parçaları birbirine değiyordu. Geri dönüp bakınca dehşet içinde dondu kaldı.
Devasa bir yılan onu ensesinden ısırmak üzereydi ve yemyeşil, ışıl ışıl zümrüttendi. İri, koyu kan kırmızısı yakut gözlerinin ortasındaki bal renkli kehribar göz bebekleri tuhaf bir şekilde parlıyordu. Lâl dilini uzatıp sağa sola salladı hızla ve şıngırtılarla tısladı:
“-Açım, çok açım…”
Koca ağzını açınca ışıldayan bir sürü, sipsivri, elmastan zehir dişleri göründü.
Can havliyle kendini koca, kapkara bir kayanın dibine atarken zümrüt yılan saldırdı.
Tam da o anda zümrüt hançer havaya kalktı. Karşısındakinin kalbine doğru inerken Kadı Efendi cinayeti görmemek için gözlerini sımsıkı yumdu.
Ama… Ama birden o mavi ışık bir an için her tarafı kapladı. İnsanı da yılanı da içine alıverdi. Sonra kayboldu hemen.
Zümrüt hançer Kâtip efendinin parmaklarından yavaşça kaydı. Som altından sivri sapı yere saplanıp sağa sola sallandı üç beş saniye. Ardından dengelenip dik olarak durdu.
Korkudan bayılmakta olan Kâtip Efendi hançerin tam üstüne düşüverdi. Zümrüt uç kalbini paramparça etti. Kızıl kanı akıp nefes sayısı bitti. Gözleri tavanda, öteleri seyre başladı.
Kadı Efendi yumduğu gözlerini açınca yerdeki cenazeyi gördü. Hayıfla söylendi:
“-Yine gitti bir beyinsiz! Her gelen ölüyor. Kimi yakut hançerle, kimi de zebercet, lâl, vesaire ile. Hey Allah’ım! Ben ne zaman adam gibi adam bulacağım?”
Zümrüt hançerin hedefindekinin yok olduğu o anda zümrüt yılanın da avı kayboldu. Ama bir kere saldırıya geçmiş bulundu koca ejderha, kendini engelleyemedi. Elmas dişleri bütün hızı ve hışmıyla gerçeğe, karşısındaki kapkara kayaya saplandı ve kaya çıngılar saçarak paramparça oldu. Ortalığı ışığa kesti.
Çok şaşıran zümrüt yılan kafasını yükseltip yakut gözleriyle etrafa baktı. Hiçbir yerde hiçbir şey göremedi. Birden aklına bir şey gelmiş gibi şaşkınlıkla irkildi. Görkemli zümrüt pulları şıngırdadı. Kederle tısladı:
“-Nereye gizlendin ey kara toprak? Hayır, bunda bir esrar, sır içinde sır var! Ey Hay! Sezemedim! Ah, anlayamadım! Ey vay! bilemedim ya Hu!”
Yakut gözlerinden akan inci yaşları parlayarak yere düşerken o mavi ışıkta yeni bir serüven daha başlıyordu….
Devamı gelecek inşallah.
Bitiş: 23.10.2020
Saat:04
Son düzeltme:28.10.2020
Saat:0.56
(Yûsuf, 12/53).