Doç.Dr. Erdal AKSOY[i]
Batı Avrupa’da Millet İnşa Süreci
Millet kavramını “her şeyden önce sosyolojik bir birlik sosyal psikolojik bir vâkıa” olarak tanımlayan Turhan (1980: 406), milleti sadece muhtelif teşekküllerden, teşkilatlardan ve bunların tâbi olduğu idari bir mekanizmadan ibaret olarak görmemektedir. Ona göre “millet” aynı zamanda herkesin dâhil olduğu her çeşit teşekkül, teşkilat, sosyal grup ve fertler arasında asırlar boyunca devam eden karşılıklı tesir neticesinde meydana gelen kaide, nizam, örf ve âdet, gelenek, inanç ve kıymet sistemleri, anlaşma vasıtaları, hülasa birçok beşeri faaliyetlerin kristalize olmuş maddi ve manevi unsurlarını da ihtiva etmektedir.
Turhan (1966a), “millet” olgusunu bir sembol, bir kavram olmak üzere her ne kadar zaman, mekân ve fert bakımından değişik şekiller göstermiş olsa da bir milletten bahsedebilmek için birtakım şartların tekâmül etmesini gerekli görür. Bunlardan ilki; merkezi, millî bir devletin kurulmasıdır. Bu devlet, başlangıçta bir kral sülalesinin idaresi altında teşekkül etmiş, sonra demokratik veya otoriter bir şekil almıştır. İkinci şart; devamlı genişletilmek istenen bir toprağın, bir vatanın bulunmasıdır. Üçüncü şart olarak dil, edebiyat, tarih, örf ve adet, gelenek vs. itibarıyla diğer topluluklardan farklı, kendi içinde ortak kültüre sahip bir toplumun gelecekte de beraber yaşama, bir arada bulunma arzusunu duyması gerekliliğini dile getirir.
Bugünkü Batı Avrupa milletlerinden yalnız iki tanesi İngiltere ile Fransa- 12. yüzyılda mevcut feodal hükümranlıkların üstünde bir devlet kurmaya başlamış olsalar da millet şuuru henüz uyanmamıştır. Gerek kralların emri altında bulunan toprakların genişletilmesi, gerek bir milletin teşekkülü için zaruri olan müşterek kültürün meydana gelmesi uzun bir zamana ihtiyaç duymuştur. Millet inşa ameliyesi; plansız, sabit bir hedefe yönelmeden başlamış, şuurlu bir tarzda olmamış, uzun bir zaman içinde yavaş yavaş ve fasılalarla gerçekleşmiştir (Turhan, 1966a). Hanedanların millet inşa sürecinde önemli rol oynadıklarını belirten Turhan, Fransa ve İngiltere’de olduğu gibi İspanya, Almanya, İtalya ve Rusya’da da asilzadeler beyliklere karşı hükümranlıklarını, topraklarını böylece de idari sahalarını genişleterek kuvvetli birer hükümet meydana getirdiklerini ve bu memleketlerin milli devletlerini kurduklarını belirtmektedir. Onun için bu hanedanlar tarih boyunca işe önce toprak, servet, itibar ve iktidar kazanmak hırsıyla başlamış ve hiçbir zaman bu davranışları ile bir millet inşa edeceklerinin farkına varamamışlardır. Bu noktada, yöneticilerin millî bir hisle düşünüp, davrandıklarını ifade etmek mümkün değildir.
Fransa’da krallığın genişleyip, kuvvetlenmesi ancak beş asırlık süre zarfında mümkün olabilmiştir. Bu süreçte ilerlemeler kadar gerilemeler de yaşanmış, kazanılan topraklar kaybedilmiştir. Bazen bunlardan bir kısmı evlatlara veya akrabalara dağıtılmış, bir kısmı savaşlarda kaybedilmiş; böylece genişleyen araziler daralmış, malikâneler elden çıkarılmıştır. Fakat bütün bu ilerlemeler ve gerilemeler başlamış olan gelişme sürecini durduramamış, sadece geciktirmiştir (Turhan, 1966b).
Bütün Avrupa devletlerinde hanedanlar yukarıda ifade edilen hırslarla başladıkları mücadeleleri sonucunda –hiç bir zaman bu hareketleri ile bir millet meydana getireceklerinin farkına varmadan- merkezî bir hükümetin icraî, teşrii, hukuki ve idari teşkilat ve kurumların kurulmasını mümkün kılmışlardır. Bütün bu teşkilat ve teşekküller, daha sonra millî kurumlara dönüşmüştür. Her ne kadar İngiltere’de olduğu gibi bazı millî, siyasi kurumlar (parlamento) krallığa karşı düşüncelerle ortaya çıkmışsa da genel olarak pek çok Avrupa ülkesinde millet inşa sürecinde, millî bir devletin meydana gelmesinde kralların büyük rolü olmuştur.
Ancak krallar, millet inşası sürecinde çok önemli bir rol oynamışsalar da milleti meydana getiren faktörlerden yalnızca biriydiler. Bu asırlarda gerek Fransa, gerek İngiltere’de krallar millî devleti kurarken diğer faktörler de tesirini göstermeye başlamıştı. Bu faktörler de bir taraftan cemiyetin “millet” hâlinde teşkilatlanmasını temin ediyor, diğer taraftan millî hislerin kuvvetlenmesine katkıda bulunuyordu. Bunların başında, aynı topraklar üzerinde yaşayan insanların ortak bir iktisadi politika takip etmeleri gerekliliği konusu gelir. Batı’daki millet inşa sürecinde, ekonomik faktörün çok önemli bir role sahip olduğu ortaya çıkmaktadır.
Turhan (1966b)’a göre, İngiltere’de takriben 1430’lu yılların son yarısında da Chichester piskoposu Adam De Moleyms, İngiliz ticari faaliyetlerini geliştirecek bir planın ana hatlarını çizmişti. Bu planda İngiltere’nin ticari sahasındaki bütün menfaatlerini koruyabilmesi için dar denizleri kontrol altında bulunduracak bir filonun kurulması tavsiye edilmişti. Bu fikir o zamanla taraftar kazanmış ve İngiliz krallık sülalesi bunun gerçekleştirilmesine çalışmıştı. Bu tarihten yaklaşık 150 yıl sonra R. Hakluyt bir eser neşrederek yalnız dar denizlerde değil, bütün denizlerde hem ticaret filosunu koruyacak hem de onu teşvik edecek kuvvetli bir donanma vücuda getirilmesi tezini müdafaa edecektir.
17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa’da millî devletlerin resmî, iktisadi siyasetlerini teşkil edecek “Merkantilizm”, aslında krallığın ve devletin kuvvetlenmesi için bir araç olarak düşünülmüş ise de sonradan bir iktisadi siyaset hâlini almıştır.Fransa’da XV. Louis zamanında devlet, kudret ve nüfusunu arttırmak amacıyla yalnız memleket içindeki iktisadi hayatı kontrol etmekle yetinmiyor, aynı zamanda diğer memleketlerle olan ticari ilişkileri ve faaliyetleri de kontrol etmeye çalışıyordu. Bu esnada feodalizmin, eyalet hükümetlerinin, mahalli idare ve loncaların zirai, ticari ve sınai faaliyetler üzerine koydukları tahditler kaldırılarak mevzii, ferdi menfaatler korunuyordu. Buna muvazi bir şekilde devlet; milli iktisadı korumak, geliştirmek maksadıyla kanunlar çıkarıyor, bankalar kuruyor, muhabere ve nakil vasıtalarını sistemleştiriyordu. Böylece memlekette zirai, ticari, sınai vs. her nevi iktisadi faaliyetleri kolaylaştıracak, geliştirecek tedbirler alıyordu (Turhan 1966b). Bütün bu tedbirlerin sonucunda hem devlet kuvvetlenmiş hem de millî menfaatler korunuyordu.
Millet inşa sürecinde gerek siyasi, gerek iktisadi faaliyetler ve yaklaşımlar etkili olmakla birlikte bu unsurlar sürecin sadece bir kısmını oluşturmaktadır. Bu sürecin tamamlanabilmesi için millî kültürlerin de ortaya çıkması gerekmektedir. Genel olarak Avrupa’da millî kültüre ait unsurların teşekkülü, milletlerin siyasi bakımdan birleşme, millî, merkezî bir devlet içinde millet hâline gelme süreçleriyle aynı zamana rastlamaktadır. Böylece her toplulukta millî kültürün teşekkülüyle birlikte dili, dini de belirginleşmiş ve bu sayede topluluk bunun şuuruna erdiği nispet ve şiddette millî, merkezî hükümetin teşekkülünü arzulamış oluyordu (Turhan, 1966c).
İngiltere, Fransa, İspanya gibi imparatorluk güçlerinde yükselen Batı Avrupa milliyetçiliğinin 18. yüzyılda izini süren Benedict Anderson, Avrupa millî şuurunun gelişmesinde dil ve basının asli bir rol oynadığını vurgulamaktadır. Anderson (2011)’a göre, roman ve gazete 18. yüzyılda ortaya çıkan (aynı kaynakları okuyan, dolayısıyla da aynı olaylara şahit olan) “cemaatleri hayal etme”nin iki şeklidir.
Kapitalizmin halk dillerini yaygınlaştırmak için yarattığı devrimci etki, ikisi doğrudan doğruya millî şuurun gelişmesine katkıda bulunan üç dışsal faktörle bir ivme kazanmıştır. Birincisi ve en az önemli olanı Latincenin kendi içindeki değişimdir. Artık kullandıkları dil giderek kilisenin ve gündelik hayatın dilinden uzaklaşmaya başlamıştır.
İkinci faktör, kendi başarısını büyük ölçüde kapitalist yayıncılığa borçlu olan reformdur. Matbaa çağından önce Roma, Batı Avrupa’da sapkınlığa karşı giriştiği bütün savaşları kazanmıştır, çünkü iç iletişim hatları daima hasımlarınınkinden daha iyi olmuştur. Ama 1517’de Martin Luther tezlerini, Wittenberg Katedrali’nin kapısına çiviledikten hemen sonra bu tezlerin Almanca çevirileri yayımlanmış ve “15 günde ülkede tezlerin görülmediği bölge kalmamıştır.” 1520-1540 arasındaki 20 yılda, 1500-1520 yıllarının üç katı Almanca kitap yayımlanmıştır.
Üçüncü faktör, konumları sayesinde geleceğin mutlakiyetçileri olmaya aday bazı monarkların halk dillerinden, idari merkezileşmenin bir aracı olarak yararlanmalarıdır. Burada, Batı Avrupa Orta Çağ’ında Latincenin evrenselliğinin, evrensel bir siyasal sisteme tekabül etmediğini hatırlatmakta yarar vardır. Batı İmparatorluğu’nun çözülüşünden sonra Batı Avrupa’da yaşanan siyasal parçalanma, hiçbir hükümdarın Latinceyi yalnızca -ve yalnızca- kendi devlet dili olacak şekilde tekeline alamama sonucunu doğurmuş; Latincenin dinsel otoritesi hiçbir zaman siyasal bir karşılık bulamamıştır (Anderson, 2011: 54,56).
Millî kültürlerin en önemli unsurlarından biri olan millî dillerin ortaya çıkma tarihlerini kesin olarak tespit etmek mümkün değildir. Ancak 14. yüzyıldan sonra bazı diller yazı ve konuşma dilleri olarak belirmeye, gelişmeye ve birer millî dil hâlinde geniş topraklar ve topluluklar arasında yayılmaya başlamıştır. Bu hâle gelebilmeleri için şüphesiz müşterek konuşma şekil ve tarzlarının belirmesi ve her dilin sahasında büyük sanat ve fikir adamlarının yetişip bu dillerde eserler vermesi gereklidir. Avrupa’da o dönemde yaşayan entelektüellerinin kendi dillerinde eserler yazmaları ve bu eserlerin geniş halk tabakaları tarafından okunmaya başlaması, bu dillerin o ülkelerin okullarında öğretilmesi, o zamana kadar bütün Avrupa’da müşterek bir dil hâlinde kullanılan Latincenin yavaş yavaş terkedilmesini ve millî dillerin ortaya çıkışını ve de güçlenmesini sağlamıştır (Turhan, 1966c).
Batı Avrupa hakkında yazarken Bloch, “Latince’nin yalnızca öğretimin yapıldığı dil olmadığına, öğretilen yegâne dil olduğuna” işaret eder[1]. Ama 16. yüzyıla gelindiğinde bütün bunların özellikle kapitalist girişimciliğin en eski biçimlerinden biri olan kapitalist yayıncılık yöntemi ile hızla değiştiği gerçeğini ortaya çıkarmaktadır. Değişimin ölçek ve hızını anlamak için Febvre ve Martin’in tahminlerine bakmak yeterlidir. Onlara göre, 1500’lerden önce basılan kitapların % 77’si hâlâ Latincedir. 1501’deki 88 basımdan 8’i hariç hepsi Latince iken, 1575’ten sonraki basımların çoğu Fransızcadır (Anderson, 2011).
Millî şuur ve birlik için millî dillerin meydana çıkmasının taşıdığı büyük önem ve kıymet çok defa dönem insanlarının idrakleri dışında kalıyordu. Aynı dili konuşanların aynı millî sınırlar içinde kalmasını isteyen veya ortak bir dilin çok kuvvetli sosyal bağ olduğunu tasavvur edebilen çok az insan bulunmaktaydı. Millî diller bir anda ortaya çıkarak, gelişmiş ve yayılmış durumda değildirler. Modern diller eski dillerden tedrici bir şekilde ayrılarak aynı dili konuşanların birbiriyle ve diğer dilleri konuşanlarla temas etmesi sonucunda ve halkın günlük tecrübelerinin bir eseri olmak üzere meydana çıkmış ve gelişmişlerdir (Turhan, 1966c).
Adrian Hastings’e göre, modern çağ öncesi milletler, kültürlerin sınırlarını ve halkları belirleyen edebî dillerin ve edebiyatın gelişmesi aracılığıyla akışkan etnisiteler tarafından kuruldular. Kuşkusuz, modern çağ öncesi “entellektüeller” -şairler, katipler ve rahipler- bunda önemli rol oynamışlardır (Smith, 2013:138-139).
Turhan, milliyetçiliğin ve millî hissin kuvvetlenmesinde millî kiliselerin teşekkül etmesinin, dinin millileştirilmesinin de önemli bir rol oynadığını ileri sürülmesine rağmen bu konuda ihtiyatlı olmak gerektiğini belirtmektedir. Zira dinin millileştirilmesi bir sebep olabileceği gibi bir sonuç da olabilir. Eğer Romen Katolik kilisesi kudret ve cazibesini kaybetmemiş olsaydı, modern milliyetçilik bu kadar kuvvetlenmeyecek ve hâkim güç olamayacaktı ve dine dayanan bir dünya devleti teşekkül edecekti. Din böylece Avrupalının hayatında artık hâkim bir rol oynayamayınca halk başka bir sahada emniyet aramaya başlamış ya bir krala veya milliyetçiliğe sarılmıştır. Bilhassa Almanya’da bir grup dindar ve heyecanlı Protestanlar dedelerinin dine karşı göstermiş olduğu bağlılığı millete sadakate çevirmiştir (Turhan, 1966d).
Bununla beraber bazı devletlerde millî duygular, millî kiliselerin teşekkül etmesini, dinin millileşmesini teşvik etmekteydi. Hiç şüphesiz millî kiliselerin teşekkül etmesi millî şuurun kuvvetlenmesine yaramaktaydı. Çeşitli şartlar altında teşekkül eden millî kiliseler millî itiyat ve düşüncelerin millî dilin üzerinde ısrar etmekte, böylece de milletin ve milliyetçiliğin dünya dinlerinin yerine geçmesini kolaylaştırmaktaydı.
Kilise, başlıca eğitim ve toplumsal yardım ağlarını sağlamakla kalmadı; köylü kitleleriyle sürekli iletişim hâlinde olan ruhban sınıfının haftalık vaazları ve okumaları vasıtasıyla kitlelerin bakış açısını ve duygularını güçlü bir biçimde etkiledi. Dahası kilise ana dillerin kullanılmasını onayladı; çünkü kilise, İncil’in yanı sıra Yeni Ahit’i ve onun kutsal millet ve krallık ülküsünü benimsemişti. Gerçekten Hristiyan ve kiliseye bağlı olmak kaydıyla, her millet antik Yahudiler gibi, Tanrı’nın seçtiği halk, millet olabilirdi (Smith, 2013:138-139).
Kiliseler millî kültürü ve birliği teşvik eden, geliştiren bir kuvvet olmakla birlikte, kiliseler ibadetlerde, dua ve ilahilerde, vaaz ve merasimlerde gittikçe daha çok ana dilini kullanmakta, bu suretle ana dilin yayılmasına yardım etmekteydi. Protestanlar arasında, en mühim ve mukaddes kitap olan İncil ana dillere çevrilince Latince yazılardan çok bunlar okunmaya başlamıştır. Luther tarafından İncil’in çevrildiği Almanca, bir müddet sonra hem edebî, hem de konuşma dili olmuştur. Aynı şekilde Kral James tarafından yayımlanan İncil’in İngilizcesi de İngiltere’de “kral dili” olarak kabul ediliyordu (Turhan, 1966d).
Bununla birlikte, bir cemiyetin bağımsız bir millet hâlinde ortaya çıkabilmesinin iki yolla mümkün olacağını belirtmektedir. Bunlardan ilki, belli bir sosyal grup çeşitli sahalardaki yoğun faaliyetleriyle evvela millî bir kültürün meydana gelmesini temin edip buna dayanarak bağımsız bir devlet kurulması, ikincisi önce bir millî devlet kurarak bunun çerçevesi içinde millî kültürü gerçekleştirmeye çalışmak şeklinde olacaktır (Turhan, 1980: 405). Ayrıca, bir milletin inşa süreci belirtilen yaklaşımlardan hangisiyle gerçekleşirse gerçekleşsin milletin bağımsız bir şekilde ve sosyokültürel varlığını devam ettirebilmesi için millî bir kültüre sahip olmasının gerekliliğine de vurgu yapmaktadır.
Sonuç
Millet olmayı “millî bir kültür ve birliğe kavuşma iştiyakı” (Turhan, 1980: 411) olarak gören Turhan, Batı’da sosyal ve ekonomik bakımdan kalkınma, ilerleme ile millet olma, millî birlik ve kültür bütünlüğüne kavuşma çabaları arasında fark görmemektedir. Kültür ve toplum olguları arasında “müşterek bir kültüre sahip olmadan bir cemiyet, az çok teşkilatlı bir cemiyet olmadan bir kültür olamaz” doğrudan bir ilişki olduğunu düşünmekte ve sosyal dayanışmanın temelini teşkil ettiğini belirtmektedir.
Milletin bir siyasi teşekkül olarak ortaya çıkabilmesi, milliyetçiliğin devamlı bir fikir akımı hâlinde belirebilmesi için aynı etnik kökenden gelme ve hâkim grubun aynı tarihi kökene sahip olma gibi unsurların yanında daha birçok iç ve dış şartların da gerçekleşmesi, olgunlaşması gerekmektedir. Ona göre, her şeyden önce sosyal yapının, siyasi ve ekonomik kurumların, modern hayatın gerektirdiği ulaşım ve iletişim araçlarının, ilim ve tekniğin gelişmiş olması gerekmektedir (Turhan, 1966e).
Millet ve milliyetçilik olguları üzerine çalışmaları olan E. Gellner, E. Hobsbawm, B. Anderson, A. Smith gibi pek çok sosyal bilimci, bu kavramsal çerçevenin modernleşmeye geçiş sürecinde ortaya çıkan, modern sanayi çağının zorunlu görüngülerinden olduğunu ifade etmektedirler. Anderson (2011), milleti yeni zaman kavrayışlarının ve “matbaa kapitalizmi”nin milletlerin doğrusal zamanlı ilerlediklerini hayal etmeyi olanaklı kılmaları karşısında kozmik dinlerin ve monarşilerin geri çekilmelerinin yarattığı boşluğu dolduran hayali siyasi topluluk olarak görmektedir.
Batı’da modern toplumsal yapıya geçiş ile birlikte atomlara ayrılmış, ilişki ve etkileşimleri, birbirini tanıma ve farkında olma düzeyleri oldukça düşük düzeyde olan topluluklar için yeni birleştirici/bütünleştirici öğe dil ve kültür olmuştur. Sanayi toplumu, etnik kökenlerinden kopmuş, geleneksizleşmiş bireylere yaygın, standart ve zorunlu eğitim sistemi ile “kapitalist yayıncılık” yönteminin millî dillerde yayımladığı pek çok kitap (özellikle roman), dergi ve gazete vb. yoluyla yeni ve tek modern kimlik sunmuştur.
—————————————————————————————————————–
Kaynakça
Anderson, Benedict (2011). Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, (Çev. İskender Savaşır), İstanbul: Metis Yayınları.
Smith, Anthony D. (2013). Milliyetçilik: Kuram İdeoloji Tarih, (Çev.Ümit H. Yolsal), Ankara: Atıf Yayınları.
Turhan, Mümtaz (1966a).”Avrupa’da Millet ve Milliyetlerin Doğuşu I”, Yol Mecmuası, sayı:29
Turhan, Mümtaz (1966b).”Avrupa’da Millet ve Milliyetlerin Doğuşu II”, Yol Mecmuası, sayı:30.
Turhan, Mümtaz (1966c).”Garp’da Milli kültürlerin Doğuşu I”, Yol Mecmuası, sayı:31
Turhan, Mümtaz (1966d).”Garp’da Milli kültürlerin Doğuşu II”, Yol Mecmuası, sayı:32
Turhan, Mümtaz (1966e).”Milliyetçilik Milliyetçilerin Eseridir”, IV”, Yol Mecmuası, sayı:25.
Turhan, Mümtaz (1980). Mümtaz Turhan’ın Bütün Eserleri 1, İstanbul: Yağmur Yayınevi.
[1] Bu durum, Latincenin kutsallığını ortaya koyuyor, başka hiçbir dilin öğretilmeye değer olmadığı sonucu çıkarmaktadır.
[i] Doç. Dr., Gazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü
Kaynak:
Atıf yapılmak istendiğinde, aşağıdaki kaynağın mehaz gösterilmesini önemle rica ederiz.
Türk Yurdu, Mayıs 2015 – Yıl 104 – Sayı 333
Atıf yapılmak istendiği takdirde, yukarıdaki kaynağın mehaz gösterilmesini önemle rica ederiz.