Mümtaz Turhan, Milletleşme Sürecimiz ve Tarih Bilinci

mehmet oz

Prof. Dr. Mehmet ÖZ[i]

Özet

Tarihte milletleşme süreçleri farklı coğrafya ve kültürlerde farklılıklar arz etmiştir. Türk milleti, bazı teorik yaklaşımların ifade ettiği gibi hayalî bir topluluk değil tarihin derinliklerinden gelen millettir. Bu tarihî derinliğin idraki ancak sağlam bir tarih bilinciyle mümkündür. Cumhuriyet tarihinin seçkin milliyetçi mütefekkiri Mümtaz Turhan, gayet isabetli olarak, Türklerin daha Orta Asya’da başlayan milletleşme ve medeniyet davasının Anadolu ’da Selçuklular ve Osmanlılar tarafından devam ettirildiği ve dolayısıyla Türk tarihinde böyle bir devamlılık arz ettiği düşüncesindedir. Mümtaz Turhan’ın düşüncesi bir yandan derinlikli bir millî tarih ve kültür bilgisi ve şuuruna dayanmakta öte yandan da Türk milletinin geleceğine yönelik olarak medenî dünyada kendi özgün katkılarını ortaya koyma hedefini esas almaktadır.

Anahtar Sözcükler: Mümtaz Turhan, milletleşme, Türk milleti, tarih bilinci

mumtaz turhan
              Mümtaz TURHAN (1908 – 1969)

Tarih Bilinci

Tarihin insanlar ve toplumlar için önemini irdeleyen tarihçilerin çoğunluğu tarihin belirli faydalarının üzerinde durmuşlar ve özellikle tarihî perspektifin insanlar ve toplumlar için taşıdığı hayatî önemi vurgulamışlardır (Tosh, 1997). Tarihî perspektif bize olaylara geniş ve değişik açılardan bakabilmeyi sağlarken, tarihte olanların çeşitliliğinden hareketle geleceğin de değişik ihtimallere açık olduğunu da hatırlatır. Tarih, gerçekten de Carr’ın dediği gibi, “tarihçi ile olguları, geçmiş ile gelecek arasında sürekli ve kesintisiz bir diyalog” (Carr, 1993, s.37) ise, tarihçiyi tanımadan onun yazdığı tarihi anlayamayız. Daha doğru bir deyişle, tarihçiyi ve çağını birlikte değerlendirmeden onun yazdığını sağlıklı bir şekilde yerine oturtamayız. Tarihçinin çağı, onun sosyal, kültürel çevresini de içine alan bir kavram. Bu çerçevede, XIX. Yüzyılın bilimsel-akademik tarihçiliğinin temel ilkelerinden biri olmakla birlikte, esasen çok eskilere uzanan, İbn Haldun’da da açık seçik ifade edilen bir başka düstûru, yani tarihî hadiselerin bağlamına göre, vukû bulduğu zamanın anlayışına göre değerlendirilmesi ilkesini (İbn Haldun, 1981) hatırlamalıyız. Tarihî olayları günümüzün değer yargılarına göre değil de zamanın şartları çerçevesinde ele almamızı öngören bu ilke, tarihin geçmiş ile bugün ve gelecek arasındaki etkileşim çerçevesinde dinamik bir karakter arz ettiği düşüncesi ile çelişmez mi? Evet, böyle bir çelişki söz konusudur ama kabul etmeliyiz ki gerçeklik de her bakımdan çelişkilerden arınmış değildir… Kanaatimce burada bir gerilim söz konusudur ve iyi tarihçi bu gerilimi bir dengede tutabilir. Zamanının, çevresinin ve kültürünün değer hükümlerinden tamamen arınmış bir insan- dolayısıyla bir tarihçi- olamayacağına göre, Carr’a hak vermeliyiz. Fakat öte yandan insanlığa ve hakikate karşı sorumluluğunun idrâkindeki bir bilim adamı-ve tarihçi- aynı zamanda değerlendirdiği nesneleri olabildiğince ön yargısız bir şekilde irdelemeyi de hedeflemelidir.

Tarih şuuru ve perspektifi de bu gerilimden beslenir ve esas itibariyle tarihin belirli bir grup tarafından belirli bir açıdan okunmasıyla oluşur. Bu noktada, tarih şuurunu, millet fertlerinin kendi tarihleri hakkındaki düşünceleri olarak tanımlayan merhum Mümtaz Turhan’ın öğrencisi rahmetli Erol Güngör’ün şu satırlarını hatırlatmamız yerinde olur: “Sağlam bir tarih şuuru verebilmek, objektif tarih olaylarıyla sübjektif tarih anlayışını mümkün olduğu kadar birbirine yaklaştırmaya çalışmakla başarılabilecek bir iştir.” (Güngör, 1980, s.63-68) Yine Güngör’ün şu ifadeleri tarihi bugünün problemleri veya sıkıntıları karşısında psikolojik açıdan “sığınılacak bir liman” olarak görmenin veya tarihe kaçışın sakıncalarını açık bir dille ortaya kor:

“Geçmişimizde hoşumuza giden şeyler-… -gördükçe bunları tek tek güzel buluyor ve onlara yine sahip olmak istiyoruz. Fakat bütün bu tek tek güzel olan şeylerin ancak belli bir bütün içinde mânâ ifade ettiğini, ait olduğu bütünden çıkarıldığı zaman cansız ve ruhsuz kalacağını unutuyoruz.” Bu ise aslında “dün ile bugün” gibi “eşit olmayan şeyleri eşit gibi” görmemizden kaynaklanan bir “idrak yanılmasından” kaynaklanmaktadır. Geçmişte beğendiğimiz şeyleri bir bütünün parçası gibi addedip günümüze aktarmamızın imkansızlığına bir örnek olarak şunu zikreder:

“Bilge Kağan’ın bilgeliğini, Alp Aslan’ın kılıcını, Mevlânâ’nın kafasını, Yunus’un kalbini, Yıldırım’ın cesaretini, Sinan’ın sanatını, Kanunî’nin haşmetini, Fuzulî’nin dilini, Dördüncü Murad’ın otoritesini, Kâtip Çelebi’nin ilmini, Abdühamid’in zekâ ve dirayetini ilh. toplayıp, bunlardan bir adam inşa etmek ve ona şapka giydirerek yirminci asrın ikinci yarısında Zeytinburnu’nda yaşatmaya benzer.”(Güngör, 1980, s.52-53).

O halde sağlam ve geçmiş-bugün-gelecek çizgisinde, “kökü mazide olan âti”ye matuf bir tarih şuuru nasıl olmalıdır. Salt nesnel tarihten kalkılarak oluşturulan bir tarih şuuru daha mı sağlıklıdır? Yoksa zaten nesnel bir tarihten söz etmek mümkün olmadığı için böyle bir ifade zait midir? Tarihte olup bitenleri mutlak bir nesnellikle ele almak imkânsız olsa da sağlam bir tarih şuuru öncelikle olup bitenleri mümkün mertebe gerçekçi ve nesnel bir şekilde bilip özümsemeye dayanmalıdır. Millî şuur açısından yaklaşıldığında, bu gerçekçi yaklaşım ile geleceğe matuf öznel yaklaşım arasında bir denge veya etkileşim olması kaçınılmazdır. Veri olarak tarihin gerçekliklerini almakla birlikte, ortak gelecek tasavvuru oluşturmaya çalışan bir toplumda geçmişte ortaklık unsurları zayıf olsa bile bir anlamda ortak bir geçmişin icadı da söz konusu olabilir. Yine Güngör’ün şu ifadelerine kulak verelim:

“Millet ile tarih arasındaki ilişki milliyetçilik için iki bakımdan önem taşır. Birincisi, tarihin millet hayatında objektif bir önemi vardır. Biz pek çok şeyimizle birlikte eskiden bugüne gelmişizdir(…)Fakat tarihin millet için asıl büyük önemi subjektif mânâdadır. Bir milletin insanları çok eskilere dayanan ortak bir tarih içinden gelmiş olmasalar bile, bile kendilerini ortak bir tarihe sahip görebilirler(…)bu ikinci mânâda millet-tarih ilişkisine tarih şuuru diyoruz.” (Güngör, 1980, s.62-63).

Milletleşme Sürecimize Dair

Millet kavramı hiç şüphesiz tarihte ve günümüzde farklı anlamlarda kullanılmaktadır. Batı-merkezli tarih anlayışı dünyaya egemen olduğu için millet veya ulus terimleri bu tarih içerisinde, kökleri daha gerilere, 16. yüzyıla gitmekle birlikte 18. yüzyılda belirginleşmeye başlayan “nation-state” veya “millet-devlet” denilen devlet formu çerçevesinde anlaşılır; millet/ulus kavramı modern bir kavram, millet de modernitenin bir ürünü olarak görülür.

Tarih şuuru, milletleşme ve milliyetçilik açısından meseleye bakarsak, bazı teorisyenlerin milliyetçiliğin millî devletler tarafından yaratıldığını ifade ettiklerini görürüz. Bu kısmen doğrudur, zira Avrupa’da XVI. Yüzyıldan başlayarak merkezî- teritoryal ulus-devletlerin oluşmaya başlaması söz konusudur. İmparatorluklar milliyetçilik hareketleri ile parçalanırken küçük prenslikler ortak kültür unsurları ve ekonomik çıkarlar etrafında birleşiyordu. Fransız devrimi sırasında millî devlet Fransa’da ideal standart haline geldi ve oradan da bütün dünyaya yayıldı.

Peki Türk tarihi açısından bakıldığında manzara nedir? Türkiye Cumhuriyeti çok-kültürlü, çok-dilli bir yapısı olan Osmanlı İmparatorluğundan doğmuştur. İmparatorluğun dağılma sürecinde, Müslüman tebaanın özellikle Balkanlar ve Kafkaslardaki unsurları, kaybedilen savaşların ardından bugünkü yurdumuza gelmiştir. Anadolu coğrafyasındaki gayrimüslim unsurlar ise Yunanistan’a, Ermenistan’a ve diğer ülkeler gitmiştir. Böylece büyük ölçüde Osmanlı İmparatorluğu’nun Araplar dışındaki Müslüman unsurlarını ihtiva eden, devletin resmî dili olarak Türkçe’yi devam ettiren ve vatandaşlarını ırk, dil ve din ayırımına tabi tutmadan “Türk” olarak tanımlayan Türkiye Cumhuriyeti millî devleti doğmuştur. Türkiye Cumhuriyeti laik bir devlettir ama devlet, nüfusun ezici çoğunluğunun Müslüman olduğu bir ülkede millet fertlerinin hangi değerler etrafında birleştiklerini dikkate alır ve almak durumundadır. Aşağıda belirteceğimiz üzere, Mümtaz Turhan bu durumu Türkiye’nin çok önemli bir gerçekliği olarak görür. Özetle, bugünkü Türkiye sınırları içerisinde yaşayan Türk Milleti, Osmanlı mirasçısı Müslüman Türk halkının ortak tarih ve kültürüne dayanır. Millî devletimiz de bu temel üzerinde yükselmiştir. Ama artık İmparatorluk devrindeki devlet yapısının yerini millî ve laik karakterli bir devlet sistemi almıştır. Netice itibariyle Türk milleti, Osmanlı İmparatorluğunun dağılması sürecinde birtakım aydın ve bürokratların “icat” ettikleri “hayalî” bir topluluğun adı değildir. Kökleri tarihin derinliklerine giden, Türkçe konuşan ve İslam hamuru ile yoğrulan canlı-kanlı bir tarihî oluşumun adıdır.

Nation-state kelimesi dilimize ya millî devlet ya da ulus-devlet olarak çevriliyor. Bu ikisi arasında gramer açısından da sentaks açısından da fark var. Sanırım kelimeyi ulus devleti veya millet devleti olarak çevirmek daha doğru. Tabii aslında ideolojik sebeplerle ulus kelimesinin millet yerine kullanılması da problemlidir ama burada terminoloji meselesine fazla girmek niyetinde değiliz.

Mümtaz Turhan’da Tarih Bilinci ve Milletleşme

Bir tebliğ için uzunca sayılabilecek bu girizgâhtan sonra 20. yüzyılda Türk milletinin yetiştirdiği bir “mümtaz” sima olan büyük ilim ve fikir adamı Mümtaz Turhan’ın bu konulara nasıl yaklaştığına bakmaya çalışacağız. O milliyetçi bir bilim adamı ve mütefekkir olarak Ziya Gökalp çizgisinin devamcısı olarak görülür. Her şeyden önce, Özakpınar’ın da isabetle belirttiği üzere, şunu vurgulamak gerekir ki, Mümtaz Turhan’ın milliyetçiliği maziye düşkünlük, gelenekçilik ve militarizmden uzak olup millet olma ve millî kültüre kavuşma davasının şuurudur. Geleneksellikle gelenekçilik arasında bir ayırıma dayanan bir tarih şuuru söz konusudur. Ona göre toplum açısından gelenek fertteki alışkanlığa benzer. Eskiden beri alışıldığı şekilde işlerin görülmesi şeklinde tezahür eden gelenekçilik bu tür kadim yöntemlerin inatla savunulmasıdır. Turhan’a göre “toplumda işlevlerin zaman kaybetmeden, tereddüt uyandırmadan, aksaklıklara meydan vermeden düzgün bir şekilde yapılması için geleneksellik şarttır ama gelenekçilik gereksizdir.” (Özakpınar, 1997, s.35).

Burada onun günümüzde muhafazakâr çevrelerde sıklıkla rastlanan ve en aşırı şekliyle geçmişe kaçış olarak nitelenebilecek bir tarih anlayışının çok uzağında olduğu, tarihi aslında yarının inşasında yararlanılacak bir birikim kaynağı olarak gördüğü anlaşılıyor. Gerçekten de gelenek ve geçmiş, bir birikim olarak çok önemli olmakla birlikte insanlığın yeni ufuklara doğru yol alması geçmişin körü körüne taklidi veya geçmişe sınırsız bir hayranlık ve bağlılık duymak suretiyle gerçekleşemez. Bu bakımdan geleneksellikle gelenekçiliğin ayırt edilmesi son derecede önemlidir. Tarih ve gelenek pek çok yönden bir güç kaynağı olabildiği gibi bazı yönlerden handikap veya problem kaynağı da olabilir.

Türkiye’nin batılılaşma davasını-ki burada onun bunu bir taklitçilik değil medeniyet hamlesi olarak gördüğü malum- ele aldığı Garplılaşmanın Neresindeyiz kitabında şu hususun altını bilhassa çizmek suretiyle Türk milletinin milletleşme olgunluğuna atıfta bulunur: “…çok şayanı dikkat bir nokta da Türk halkının hakiki medeniyet hamlelerine karşı ciddi bir mukavemet göstermemiş olmasıdır. Onun mukavemetini ancak örf ve adetlerine lüzumsuz yere müdahale edildiği zaman görüyoruz ki, bu kültür bütünlüğü ve istiklâli bakımından çok sıhhatli bir tepkidir ve medenileşmekle de menfi bir ilgisi yoktur…” (Turhan, 1974, s.22). Burada milletin tarihî süreç içerisinde bir yandan varlığını muhafaza ederken öte yandan geliştirmesine dayanan dinamik bir anlayış vardır. Medeniyet alanında gelişmek için çaba harcanmalıdır ama kültürel bütünlük ve bağımsızlık pahasına değil… Türk milletine duyulan derin bir inanç ve güvene dayanan bu tespitlerden Turhan’ın Türk milletinin sağlam bir tarihî birikime sahip olduğuna kani olduğu çıkarılabilir.

Mümtaz Turhan, İbn Haldun’un devletlerin kuruluş ve yıkılışları ve bedevî- hadarî umran ilişkisine dayalı analizleri ve Toynbee’nin medeniyetlerin yükseliş ve çöküşlerine dair fikirleri çerçevesinde Osmanlıların duraklamasını tahlil ederken, Osmanlı devletinin İbn Haldun’un sair göçebe kökenli devletler için öngördüğünden çok daha uzun bir ömre sahip olduğuna dikkati çeker. Turhan burada Osmanlıların 11. asırdan beri Türkleşen ve Selçukluların bir medeniyet kurdukları Anadolu ortamında ortaya çıktığını vurgular. Ayrıca Orta Asya’da bir Türk medeniyeti vardı ve bütün Türkler de göçebe değildi. Kısacası Türkler çok uzun ve zengin bir medeniyet tarihine sahiptir. Bundan dolayı, Toynbee’nin İbn Haldun’dan mülhem analizlerini eleştirirken Osmanlıların göçebe imparatorluğu olmadıkları üzerinde bilhassa durur ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Halduncu teoride olduğu gibi kendi idaresi altındaki göçebeler tarafından yıkılmadığını da hatırlatır (Turhan, 1974). Burada Turhan’ın Türklerin daha Orta Asya’da başlayan milletleşme ve medeniyet davasının Anadolu’da Selçuklular ve Osmanlılar tarafından devam ettirildiğini ve dolayısıyla Türk tarihinde böyle bir devamlılık tespit ettiğini görürüz.

Mümtaz Turhan ─ilk defa 1959’da basılan Garplılaşmanın Neresindeyiz kitabında─ İlahiyat liselerinin açılmasını teklif ederken gelebilecek itirazlara karşı çok sağlam bir argüman ileri sürer: Türk münevverleri artık memleket gerçeklerini kabul edip ona göre tedbir almakla yükümlü olduklarını anlamalıdır. “bu gerçeklerden biri de Türk halkının Müslüman olması ve böyle kalma arzusudur. Bir imparatorluk pahasına elde edilen bu tecanüsün bozulması Lübnan’daki gibi ancak bir facia yaratabilir”. Yine ona göre Türkiye’nin ayakta durması “millî bazı hasletleri yanında dinî hislerine borçlu olmasıdır(…) Henüz bütün memlekete şamil, umumi ve müşterek bir kültüre dayanan millî bir şuura kavuşmadan bizi bir millet halinde birleştiren ve birlikte yaşamayı temin eden böyle bir bağı koparmamız doğru olur mu?.” (Turhan, 1974, s. 141-142). Günümüzde karşılaşılan en önemli problemlerimiz olan etnik ve mezhebî akımlar dikkate alındığında Türk milletinin temel kimliğini iyi kavramış, tarihî sürecin milleti getirdiği noktada oluşan özdeşliğin ne denli hayatî olduğunun şuurunda bir aydın profilini yansıtan bu ifadelerin büyük ölçüde geçerliliğini koruduğu söylenebilir. Türkiye’nin bu gün de en önemli problemlerinden biri, tıpkı Turhan’ın ifade ettiği bağlamda, çoğunluğu maalesef milletini tanımayan ve tanımak için bir cehd veya gayret göstermek zahmetine de katlanmayan aydınlarıdır.

Turhan, medeniyet-kültür ikilemi bağlamında Gökalp çizgisinin bir devamcısı olarak medeniyeti müspet ilimler, sınaî teknikler ve sosyal teşkilatlardan ibaret gören anlayışa sahiptir. Bu yönüyle o batı medeniyetinin esası olarak gördüğü ilim ve tekniğin alınmasına taraftar ama yerine yenisi konmadan eski gelenek ve göreneklerin veya daha genel bir ifade ile kültürün ortadan kaldırılmasına karşı olduğundan Türk devriminin bu istikamette gördüğü uygulamalarına eleştiriler yöneltmiştir. Buna aşağıda döneceğiz. Mümtaz Turhan’ın Türk modernleşme tarihini kültür değişmeleri bağlamında tahlil ettiği Kültür Değişmeleri adlı eserinde Türk milletinin milletleşme sürecine dair şu tespit ve tahlilleri dikkat çekicidir (Yılmaz, 2003, s.192-2019):

Türk tarihinde batı ile temasların çok eski olduğuna işaret ettikten sonra Avrupa karşısındaki tutumumuzun değişmesinde geçmiş dönemdeki “münferit iktibaslardan ziyade mağlubiyetlerimizin daha tesirli olduğu muhakkaktır.” diye devam eden Turhan ilk bilinçli iktibas döneminin, “serbest kültür değişmelerinin en şuurlu safhası” olarak nitelediği Lale Devri (1718-1730) olduğunu ama, şayet batılılaşmadan “cezrî ve mecburî” kültür değişmeleri kastediliyorsa bunun II. Mahmud döneminde (1808-1839) başladığını, III. Selim devrinin (1789-1807) ise bir ara dönem olduğunu ifade eder (Turhan, 1987, s.136).

Turhan’ın kültür-medeniyet ayırımı ve medeniyet açısından bilime ve bilim zihniyetine yüklediği merkezî rol, bütün bu dönemlerdeki kültür değişmelerini tahlil ve tenkidinde başlıca mihenk taşı olmuş görünüyor. Meselâ II. Mahmud devrindeki yenilikleri değerlendirirken “garplılaşmaya hakikaten yarayacak tedbirler” olarak “gelecek devirlerin mücedditlerini,yenilik fikirlerinin taraftarı olacak nesilleri yetiştiren yüksek mekteplerin açılması, bilhassa Avrupa’ya talebe gönderilmesi gibi teşebbüsler”i gösterir (Turhan, 1987, s.168).

Turhan’ın Tanzimat reformlarını değerlendirirken ileri sürdüğü görüşler onun serbest ve mecburî kültür değişmeleri karşısındaki tavrını olduğu kadar gelenek ve yenilik ilişkisi, yani tarihte değişme ve devamlılık konusundaki fikirlerini de yansıtır. Ona göre Tanzimatçıların asıl kabahati eskiyi yıkmadan yeniyi koymaları, yani eğitim, hukuk vb. alanlarda ikili bir yapıya yol açmaları değildir; “Bilâkis bu tarzda hareket, tanzimatın belki en akıllıca icraatından birisidir. Zira yeniyi iyice yerleştirmeden, onu cemiyete hakikaten faydalı bir unsur haline getirmeden eskiyi yıkmanın sadece felâketlere sebep olduğu” görülmüştür. O zaman “bir kültür değişmesinde esas mesele, eskinin yanmda(…)yeninin kurulmasında değil, yeninin hakikaten bütün şartlara uygun düşecek bir şekilde tam olarak alınıp alınmamasındadır” Turhan, Tanzimat devrindeki eğitim reformunun başarısızlığının asıl sebebinin medreselerin kapatılmaması değil mekteplerin kendilerinden bekleneni verememeleri olduğunu, bunun da yapılan faaliyetlerin hazırlıklı, planlı ve belirli bir amaca göre düzenlenmemesinden kaynaklandığını düşünmektedir (Turhan, 1987, s.181).

Mümtaz Turhan’ın Türk milletinin tarihî tecrübesine ve Osmanlıların bu tarihteki rolü ve önemine gereken son derecede vakıf bulunduğu ve ana problematiğinin “garplılaşma” veya daha doğru bir ifade ile çağdaşlaşma olduğu açıktır. Mamafih onun ilim, ilim zihniyeti ve teknik konularına yaptığı vurgu, özellikle “manevî kültür”, “tarih şuuru” gibi konularındaki fikirlerini gölgede bırakmıştır. O her halükârda millet’i bir “olgu, bir realite olarak görür.” (Özakpınar, 1997, s.202). Bu bağlamda Turhan’ın-ve Gökalp’in- medeniyet anlayışı, onun medeniyeti daha çok maddî başarılara ait milletlerarası bir oluşum, kültürü ise daha çok milletin manevî değerleri olarak görmeye sevk ettiğinden, İslamiyet millî kültürün unsurlarından biri olarak görülmüştür. Özakpınar’ın bu noktada yönelttiği eleştiri, yani “İslâmiyeti Türk milletinin mensup olduğu medeniyetin belirleyicisi olarak görmek yerine, gelenekler, sanat, dil gibi bir kültür unsuru olarak görmesi” (Özakpınar, 1997, s.216) çok mühimdir ve Turhan’ın yaşadığı devrin temel çelişkisini yansıtır. Bunun kaynağındaki düşünce ise şudur: Batı medeniyeti hâkim medeniyettir ve üstünlüğünü sorgulamak anlamsızdır. Gökalp ve Turhan gibi düşünürler, batı medeniyetinin esasının bilim olduğunu, bilime sahip olmanın da din dahil millî kültür unsurlarıyla çelişmediğini ortaya koyarak garp medeniyetini almamızın mümkün ve zorunlu olduğu düşüncesine zemin hazırlamışlardır.

Turhan’ın Türk milletinin sağlam bir kültüre sahip olduğu ve bunu her şeye rağmen geleceğe taşıma yeteneğinin bulunduğu görüşünü taşıdığı açıktır. Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında yaşananlar sonrasında yeni Türkiye’nin milliyetçilik temelinde kurulduğunu tespit eden Turhan, Avrupa karşısındaki iki yüzyıllık mücadeleye ve onun taklit edilmesine rağmen dilde sadeleşme ve millî bir edebiyatın oluşumu gibi gelişmelerin, Türk toplumunun “hâlâ manevî bütünlüğünü, kültür istiklâlini muhafaza ettiğini veya bunu yeniden kazandığını” gösterdiği kanaatindedir (Turhan, 1987, s.205).

Turhan’ın dinin millî birliği sağlamadaki rolüne dair yukarıda değinmiştik.

Netice itibariyle şunlar söylenmelidir: Mümtaz Turhan’ın düşüncesi bir yandan derinlikli bir millî tarih ve kültür bilgisi ve şuuruna dayanmakta öte yandan da Türk milletinin geleceğine yönelik olarak medenî dünyada kendi özgün katkılarını ortaya koyma hedefini esas almaktadır. Mazi bir güç ve tecrübe kaynağı, kimliğimizin oluşturucusudur ama toplumların tarihî süreç içerisinde gelişme ve değişmeleri bir gerçek olduğuna göre aslolan, geçmişe ve eski kültüre körü körüne bağlanmak yerine ondan faydalanarak geleceği inşa etmektir. Medeniyete ve bilimin garp medeniyetindeki merkezî konumuna yüklediği anlam- bilim anlayışı da buna eklenebilir- eleştiriye açık olmakla birlikte, onun davasının Türk milletinin bekası ve yeniden büyük bir güç haline gelmesi olduğu tartışılamaz.

———————————————-

Kaynaklar

Carr, H. E. (1993). Tarih Nedir. (Çev. M. G. Gürtürk). İstanbul.

Güngör, E. (1980). Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik. Ankara: Ötüken Yayınları.

İbn Haldun. (1981). Mukaddime. (Çev. Süleyman Uludağ). C. I. İstanbul: Dergâh Yayınları.

Özakpınar, Y. (1997). Batılılaşma Meselesi ve Mümtaz Turhan. İstanbul: Kubbealtı Neşriyat.

Tosh, J. (1997). Tarihin Peşinde. (Çev. Özden Arıkan). İstanbul.

Turhan, M. (1974). Garplılaşmanın Neresindeyiz. İstanbul.

Turhan, M. (1987). Kültür Değişmeleri. İstanbul: Ötüken Yayınları.

Yılmaz, M. (2003). Mümtaz Turhan., T. Bora ve M. Gültekingil. (Editörler). Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce-Muhafazakârlık. İstanbul: İletişim Yayınları.

 

——————————————————

Kaynak:

Aramızdan Ayrılışının 40. Yılında Prof. Dr. Mümtaz Turhan Sempozyumu, Gazı Üniversitesi Rektörlüğü Ankara – 2009, ISBN: 978-975-507-187-9,



[i] Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü

Yazar
Mehmet ÖZ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen