Sait BAŞER
Aydın, entelektüel, münevver!
Kamuoyumuzda bu kelimelerden hangisinin nerelerde ve hangi kesimler tarafından tercih edildiğine bakalım. Kelime tercihlerimizde, bilhassa kavramlaşmış, terimleşmiş kelimeler söz konusuysa, bağlı bulunduğumuz ontolojik temellendirmelerimiz belirleyici oluyor.
“İslâmî hassasiyet taşıdığı düşünülen grup” münevver kelimesinde ısrarlı.
Batılı paradigmayı kabullenenler entelektüel kelimesine sempati duyuyor. Laik-seküler-ulusalcı zümrenin elitlerinde aydın kelimesinin ön aldığı ortada…
(Tabiatıyla bu tasnif pek de pür homojen bir tablodan haber vermez. Hepimizde bu üç yapının serpintileri birbirine girer! Ama gene de son tahlilde bir tercihimiz vardır.)
Aslında mâcerâ uzun bir hikâyeyle açıklanıp bağlanmadıkça çözümsüz.
Kronolojik bakımdan bu kelimelerin dilimize yerleşmelerindeki kıdem sırası; münevver, entelektüel ve aydın şeklinde. Konu her yönüyle konuşulmaya kalkışılsa, İşin içine dil devrimi de girer, batılılaşma serüvenimiz de, din anlayışımızın tarihimizdeki değişim ve dönüşümleri de, Cumhuriyet ideolojisi de… Her bir başlık, üzerinde ayrı ayrı durulmaya değer. Lakin bende o kadar teferruata dalmaya ne tahammül ne de sabır var. Lutfen bağışlayın.
Kelime tercihlerimiz sıradan ve dikkatsiz seçimler değil.
Türkiye’deki kültür ihtilali üzerine yapılan analizler, ülkemizde eğitimli veya elit zümrelerdeki keskin dünya görüşü kamplaşmasını kaç defa ortaya koydu. Kaç defa “aydın soruşturması” adıyla bu karmaşık mesele masaya yatırıldı. Dergilerimiz özel sayılar çıkardılar.
Ancak maalesef ülkemiz okumuşları kültür tarihimizdeki ontolojik kabuller üzerinden bir seyir tesbitini, o seyrin sonuçlarına dair bir kritik yapmayı akıl etmediler. Ontik algının aynı zamanda bir epistemoloji, bir etik ve estetikle beraber dünyamıza girdiği, hattâ metafizik ve mantık anlayışlarımızı bile belirlediği olgusu hakkında düşünülmedi. 16. YY a kadarki Vahdet-i- Vücut eksenli toplumsal ontoloji kabulümüzün (itikadımızın), özellikle Yavuz sonrasında, Safevîler’e karşı çıkabilme telaşıyla, İmam Gazalî tesiriyle ve Kadızadeliler’le birlikte gelen tasavvuf muhalifi örtülü düalist din algısının, yani Arap dünyasına has Eş’ariliğin nelere yol açtığına yeterince eğilinmedi. “Duraklama” ve “Gerileme” devri adlandırmasının altındaki millî felaketin, aslında bu ontolojik algıdan zuhur ettiği yüzyıllarca örtülü kaldı. Devletin Tanzimat’a mecbur kalmasında, arka planda etkin olan Eş’arileşmiş itikadın taassubu toplumsallaştırma rolüne bakılmadı. Halkın ekseriyetle 16. YY öncesi anlayışına sadakati devam etmekle beraber, yönetimler medresede hakimiyet kurmuş o anlayışa angaje idiler. Islahat çabaları ise sadece aynı batağa daha fazla gömülme sonucunu verdi. 19. YYdan itibaren bu defa da Hind ve Kürt anlayışının bir toplamı olarak Müceddidîyye tasavvufu, medrese vasıtasıyla müesses hale gelen mevcut Gazali/Eşari anlayışıyla bütünleşti.
Tanzimat ve sonrasında Pozitivist anlayışın hükümranlığı vardır. Bu açık… Yönetimler, eğitim sistemi marifetiyle, din diye Eş’ariliğe duyduğu tepkilerin de büyük tahrikleriyle Batılı ateist ve materyalist paradigmaya süreklilik kazandırdılar, kaba bir pozitivizmi eğitim ve ilim hayatımıza hükümran kıldılar.
Az zaman uygulanmadı bu üçlü yapı. Resmî kurumlar pozitivist ontolojiyi beslerken, belli başlı bütün “cemaat” adlı sivil örgütlenmeler Müceddidi idiler. Geleneksel tasavvuf muhitleri ise varlığın birliğine kani idiler ve mensuplarına o anlayışı kazandırma çabasını hiç terk etmediler.
Şimdi bu “Üç Ontoloji”nin adeta üç ayrı milleti vardır ülkemizde. Bu anlayışların mensupları da masum Türkçemizi kendi ontolojileri istikametinde ayrıştırıyor ve “Üç Türkçe” diyebileceğimiz bir dil yelpazesine sebep oluyorlar.
Aslında konu çok daha derin ve ayrıntılıdır.
Bu üç ontolojiye bağlı olarak sosyal yapımızda, siyaset anlayışlarımızda, felsefî-dinî tercihlerimizde bir çok üçleme biçimlenmiş durumdadır.
Sanatlarda, zevklerde, hayat tarzı seçimlerimizde, ahlak anlayışlarımızda, müziğimizde, mimarimizde, siyaset projelendirmelerimizde… o üçlemenin gayet canlı örnekleri, tezahürleri vardır.
Dolayısıyla, “Nur” kelimesindeki metafizik göndermeyi içine sindiremeyenlerin ellerine fırsat geçince bu kelimeyi aforoz edişlerine şaşırmayalım. Kezâ “gerçek aydınlanma”yı bir “İlahî varlığa karşı şehadetin içten tahakkuku” olarak kabullenenlerin, “aydın” kelimesindeki haricî bilgilenme esaslı kaotik kavramlaştırmaya sıcak bakması düşünülemezdi.
Gerçi “nur” kelimesinde geleneksel tasavvuf muhitleriyle cemaatlerin tercih beraberliği varmış gibi görünür. Ama sadece görüntüdür bu. Anlamlandırmaya giriştiğiniz an iki ayrı ontolojik göndermeyle karşılaşırsınız. Dahasına girmeyeyim.
Entelektüel ise düşman bir alandan içimize sızıyordu. Eğer Batılı paradigmayı içinize sindiremiyorsanız, bu sindirememe ister dinî ister milliyetçilik(ki bizim milliyetçilik tarihimiz de kırıklarla doludur.) sebebiyle olsun, o kelimeye dostça bakabilir miydiniz?
…
Yoksa şimdi şöyle bir zevk edişe kaç iştirak bulunur:
Nûru’n alâ nûr…
Cenâb-ı Hakk kendisini böyle adlandırmış… “Nur üstüne nûr…” demiş!..
“Nâr” cehennemi tasvirde kullanılmış, nûr cenneti!
Nûr, nâr’ın çoğul hali olarak tarif edilmiş Kamus’ta…
Cehennem cennete yol veren tasfiye ocağı diye!
“Ol rahmeti bol pâdişâh” cehenneme kul’u değil günâh’ı yakmak için ocak kurmuş…
“Münevver”, hem nâr hem de nûr kökünden çıkarılabilen bir kelime imiş…
Varlıktaki aşk temelli terkibi sezen, unsurları, çoklukta birliği gören gönüller nur’dan münevver olmuş; çokluğu birleyemeyen, âsi olup terazinin gaflet kefesine düşen de nar’dan aydınlanmış.
…
Tercihini söyle sana kim olduğunu söyliyeyim.