İbrahim ÇETİNTAŞ
Önü ve arkasıyla birlikte düşündüğümüz zaman İslâm dininin kadına tam bir insanî statü kazandırdığı söylenebilir. Zira bir eşya veya meta gibi kullanılan, alınıp-satılan dahası, rahatlıkla öldürülebilen Cahiliye Dönemine dair bir kadın olgusundan, İslamlaştıkça var oluşsal hüviyetini kazanarak insanlaşan yepyeni bir kadın kimliğinin ortaya çıktığı müşahede edilmektedir. Bunun neticesi ilmî, sosyolojik veya siyasal aktivitelerde direkt olarak inisiyatif alıp, işin içine giren bir “insanî kadın” profili, İslâm toplumunda sıkça rastlanılan bir durum haline gelecektir. İslâm’ın ortaya çıktığı hemen ilk dönemlere mahsus bu süreçte kadın, Müslümanlaştıkça, insanlaşacaktır.
Ancak Hz. Peygamberin vefatını müteakip daha ziyade siyasal saiklerle meydana gelen olaylar silsilesi, kimi zihinleri bulandıracak ve bu durum bazı çevrelerde, geride kaldığı düşünülen İslâm öncesi kabilecilik ruhunu yeniden canlandıracaktır. Bu zihin karışıklığının ilk vurduğu alanların başında ise kadın gelmektedir. İslâm’ın kültürleşme sürecinde ortaya çıkan ilk paradigmal kırılma alanlarından birisinin bu olduğunu ifade edebiliriz. İslâm coğrafyalarının özellikle bazı bölgelerinde belli dönemlerden itibaren kadının algılanma biçimleri süratle değişerek, şekillendirici referans kodlarının İslâm’dan kültüre geçtiği ve bunun üzerinden bir okuma ve değerlendirme sürecinin başladığı müşahede edilecektir. Ve bunun neticesi İslamlaşarak, insanlaşan kadın kimliğinin kimi kültürlerde yeniden yok olma sürecinin bir parçası haline geldiği söylenebilir. Bu menfi süreçte kadının akıl, ruh ve irade gibi insanî kapasitesinden ziyade, cinsiyetinin öne çıkarıldığı okuma biçimleri güç kazanacaktır. Yani İslâm’a hakim olan, insan öncelikli kadın algısına dair paradigma kırılarak, bunun yerine tekrar nisayı önceleyen bir zihniyet yerleşecektir.
Ancak ne, İslâm’dan kültüre geçişin tek uygulama örneği ne de, teşekkül eden tek kadın profil veya kimliğinin bu olmadığının altını çizmemiz gerekmektedir. Buna göre örneğin, tanımlama ne kadar doğrudur bilemem ancak, “Kuzey Müslümanlığı” denilen Türk-İslam kültürünün egemen olduğu geniş coğrafyalarda bambaşka bir kadın kimliğinin kendini dışa vurduğu müşahede edilmektedir. İslâm öncesinde “töre”nin koruduğu bu bölgelere hâkim olan kadının onur veya statüsü, İslamlaşmayla birlikte daha da güçlenerek, eşsiz bir Müslüman kadın modeli ortaya çıkacaktır. Bu modelde kadının değerini belirleyen nitelik veya nitelikler, diğerinde olduğu gibi cinsiyet değil, akıl, ruh veya vicdan gibi insani özellikler olarak tezahür edecektir. Böylece, “Önce nisa, sonra insan” yaklaşımı yerine bu paradigmada, “Önce insan, sonra nisa” kadın doktrini tarihteki yerini alacaktır.
Ve bu doktrine hâkim olan Müslüman kadın fikriyatında; ilim öğrenme, ailevî veya toplumsal sürece ortak olma veya gerek duyulduğu takdirde savaşlara iştirak etme gibi hususlarda kadının oldukça faal olduğu görülecektir. XIV. Yüzyılda Fas’ın Tanca şehrinden yola çıkarak Mısır, Suriye, Arap yarımadası, Irak, İran, Doğu Afrika, Anadolu, Kuzey Türk illeri, Doğu Asya, Hindistan, Çin, Endülüs ve Sudan gibi ülkeleri görüp, tanıyan ve sonunda buralara dair izlenimlerini ünlü Seyahatname’sinde kaleme alan İbn Batuta, kültürler arasındaki farklara işaret ederken kadın konusunu da dikkat çeker. Ona göre geniş İslâm beldelerinin pek çoğunda kadının adı, sanı bile yok iken, Anadolu ve Türk illeri söz konusu olduğu zaman durum değişmektedir. Örneğin “Alanya’ya ulaştık….” diyen ünlü seyyah Anadolu’ya dair izlenimlerinde şunları zikretmektedir:” Bu ülke dünyanın en güzel memleketidir, Allah diğer ülkelere tek tek bahşettiği güzellikleri burada bir araya getirmiştir. Ahalisi güzel ve temizdir… Bunlar için “bolluk, bereket Şam’da; şefkat ise Anadolu’dadır” denmiştir… Bu ülkede bir eve indiğimizde kadın, erkek durumumuzu soruştururlardı. Burada kadınlar erkeklerden kaçmazlar, ayrılacağımız zaman sanki akrabaymış gibi özlemle vedalaşırlar ve gözyaşı dökerlerdi…. “
Türk-İslâm düşüncesinin hakim olduğu geniş Türk illerinde kadının insanî statüsüne dair buna benzer daha pek çok misal gösterilebilir. Bunlardan aklımıza gelen bir kaçını daha zikretmek gerekirse örneğin, Haçlı birlikleri Amasya’ya ulaştığı zaman, emsalsiz bir cesaret ve hünerle bu saldırıya karşı orduya komuta ederek, düşmanı yenilgiye uğratan ve bunun neticesinde kendisine “gaziye” ünvanı verilerek taltif edilen “Gaziye Ayşe” de Türk-İslâm kültürünün ürettiği çok karakteristik bir Müslüman-Türk kadınıdır. Yine, Anadolu’nun medenileşmesinde hayati bir rol oynayan Ahilik Teşkilatının bir kolu olan “Bacıyan-ı Rûm”, bazı çevrelerce kadınlık tarihinin teşkilatlı ilk kadın örgütü olarak tarihteki yerini alacaktır. Benzer şekilde, Batı mahreçli bazı seyahatnamelerde, Beylikler döneminde K. Maraş ve Adana gibi kimi vilayetlerde salt Müslüman kadınlardan oluşan askeri birliklerden söz edilmektedir. İşte Elif Ana, Nene Hatun gibi örnekler, Türk-İslâm fikriyatının ürettiği bu kadın doktrine egemen olan anlayışın sembolik birer tezahürü olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu ve benzeri örneklerin resmettiği kadın profiliyle, Hz. Peygamberle birlikte Arap yarımadasında insani görünürlük kazanan Müslüman kadın profili aynı insanî statüyü paylaşmaktadır.
Bugün ülkemizde Batılılaşmış, Araplaşmış kadın tipolojilerinin yanı sıra bir de, az önce dikkat çektiğimiz Türk-İslam düşüncesinin ürettiği kadın profilinden söz edilebilir. Yer yer aşırıya kaçan, başına buyruk bir hürriyet havasıyla öne çıkan Batı tipi kadın modeliyle ne mutlu bir aile oluşturabilmek, ne de bugünleri salimen yarınlara taşımayabilmek mümkün olabilecektir. Bu nedenle bu seçenekte vurguladığımız kadın modeline itiyatla yaklaşmak gerektiği kanaatindeyiz.
Yanı sıra, aklî, zihnî veya ruhsal bütün insani kapasitesi göz ardı edilerek, salt bir cinsiyet varlığına indirgendiği için insanî statüsü büyük darbe almış, geleneksel Arap kültürünün ürettiği kadın tipolojisi ise aşağı, yukarı bir öncekinin tam karşısında yer almaktadır. İlkinde kontrol edilmekte güçlük çekilen kadın burada tümüyle yok olma riskiyle karşı karşıya kalmaktadır. Küçücük kız çocuklarından evlilik projelerinin üretildiği, kadın dövme usullerinin önerildiği, dahası dayak yiyen kadının dövücüye nasıl müteşekkir kalacağı gibi kara mizah betimlemelerle şekillendirilmek istenen kadın profili bu zihniyetin ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu tür çevrelerin Allah, Peygamber veya dine dayandıklarını iddia ederek, “İslâm’ın kadını” veya “İslâm’ın kızı” gibi nitelemeler içerisine girmeleri anlamsızdır. Zira burada resmedilen kadın profili, İslâm’dan ziyade bu çevrelerin zihnine hâkim olan kültür veya sosyolojiye özgü bir kadın örneğini vurgulamaktadır. Bu tablo, İslamlaştırarak insanlaşan kadının, bu statüsünün yine din eliyle yok edilmek istendiği bir manzarayı ortaya koymaktadır. Tabiatıyla, İslâm’dan ziyade, kökü İslâm öncesine kadar giden Arap kültürünün ürettiği bu kadın profilinden müspet yönde terakki ettirici herhangi bir hamle beklemek mümkün görünmemektedir.
O halde İslâm’daki kadının insanî statüsünü tespit etme konusunda, ilkinde olduğu gibi burada da kabul edilebilir bir durumdan söz etmek güçtür. Zira bunlardan birisi ifrat, bir diğeri ise tefrit halidir. O halde her iki alanın aşırılıklarını törpüleyerek; bir yandan “özgür ve akıllı olduğu kadar ahlaklı ve sorumlu”, diğer yandan da “nisa olduğu kadar, hatta daha fazla insan” olan bir kadın hüviyet veya kimliği, Hz. Peygamberle başlayıp, Türk-İslâm kültürüyle devam eden Müslüman kadın profiline uygun bir görüntü vermektedir. Özgür, akıllı, ahlaklı ve sorumlu bir değer varlığı olmanın yanında, aynı zamanda nisa olan bu insanî varlık, İslâm’ın öngördüğü insanî statü kazanmış bir kadın örneği olarak değerlendirilebilir.
Doç Dr. İbrahim ÇETİNTAŞ, Kahraman Maraş Sütçü İmama Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesidir.