Prof. Dr. Nusret ÇAM
Günümüz İslâm dünyasında yan yana getirmekte güçlük çekilen kavramlar arasında “İslâm” ile “sanat” da bulunmaktadır. Gerçekten de İslâm ülkelerinin hemen hemen hepsinde cemiyetin her kesiminden insanların bu iki kelimeyi bir arada düşünmekte bir hayli zorlandığını gösteren pek çok emare mevcuttur. “Sanat”la “İslâm” kelimeleri bir arada kullanıldığında, kendisini dindar olarak kabul etmeyen kesim, İslâm’ı, sanata tahammül edemeyecek kadar “geri” görmekte, kendisini dindar kabul edenler ise sanatın İslâm’la bağdaşmayacak kadar “kötü” ve “lüzumsuz” olduğunu düşünmektedir. Birbirinden o kadar uzak görüşleri savunan bütün bu insanlar ne ilginçtir ki resim ve heykelin İslâm’da yasak olduğu konusunda hemen birleşebilmektedirler.
Müslümanların sanata yaklaşımları teoride ve pratikte çoğu zaman farklı yönde tezahür edebildiği gibi, avam ve havasın, yani seçkinlerle sıradan insanların sanata bakışları arasında da farklılık göze çarpmaktadır. Mesela bütün fıkıh kitaplarında musiki ve tasvir hoş karşılanmadığı halde Avrupa’dakine benzer tarzda olmasa bile resim sanatı Müslümanların yaşantısında şu veya bu şekilde hep var olagelmiştir. 16. Yüzyılda Ebussuud Efendi gibi çok meşhur bir şeyhülislam musikinin ve raksın caiz olmadığına dair fetvalar verip dururken, hemen yanı başındaki sarayda musiki fasılları icra edilmekte ve padişahın fermanıyla şehzadelerin sünnet düğünlerinde eğlenceler halkın her kesiminin katılımıyla Sultanahmet meydanında bütün şatafatı ile sergilenmekte idi. Üstelik bütün bu eğlenceler “surname” adı altında minyatür tarzında sözlü ve resimli olarak belgelenmekte idi. Halk, padişahlarının hep bu fetvalar mucibince amel ettiğini düşünse bile, çoğu aşk hikâyelerini tasvir eden nakış resimlerle dolu Hamse’ler, Şehname’ler, Leyla İle Mecnun’lar ve benzeri minyatürlü kitaplar hep sultanlar tarafından sipariş edilmiş veya edinilmiştir. Bazen resim merakı öyle abartılmış ve şüyu bulmuş ki Damat İbrahim Paşa gibi vezirler put yapmakla suçlanmıştır. Aslına bakılırsa sanata bakış konusunda bırakın İslam dünyasını, bir devleti mesela Osmanlıyı bile tek tip olarak kabul etmek de mümkün değildir. Sultanlar arasında birbiriyle farklı anlayışlar sergileyen II. Bayezit ve I. Ahmet gibi sofular da, III. Ahmet ve Abdülmecit gibi sofu olmayanlar da mevcuttur.
Halk arasında da musiki her zaman var olmaya devam ettiği gibi, insanlar evlerine, halılarına, kilimlerine, çini ve madeni eşyalarına ve hatta mezar taşlarına çeşitli canlı varlıkların resimlerini işlemekten geri durmuyorlardı. Bütün bu olan bitenler dikkate alındığında başta Osmanlı gibi “şeraitle idare edildiği” varsayılan bir devletin padişahları ve diğer üst kademe idarecileri bu fetvalara çoğu zaman aykırı hareket etmiş olmakta idi. Bu durumda Müslümanların sanat anlayışlarının teori ile pratik alanda her zaman için örtüştüğünü söyleyemeyiz. Ama meseleye, felsefelerinin temeline sevgiyi oturtan mutasavvıflar ve az da olsa diğer bir kısım ulema açısından bakıldığında, şirke ve fıska yol açmayan bu tür sanat faaliyetlerinde mahzur yoktur. Bu ikinci görüşü kabul ettiğimiz zaman Müslümanlar arsında sanata bakışta teori ile pratik arasında bir fark bulunmamaktadır. Hatta bunlara göre, “sema safa, canana şifa, ruha gıdadır” mısraında dile getirildiği üzere sanat, Hakk’ın cemal sıfatının yansıması olduğundan, insanlar için vazgeçilmez bir icra, hayat tarzı ve hatta ibadettir. Nitekim bütün Osmanlı tarihi boyunca en meşhur sanatçıların büyük çoğunluğu Mevlevidir.
Müslümanların sanata bakışını daha iyi anlamak için Müslüman kavramını tarihî, coğrafi, fikir ve düşünce yapısı açısından da ele almak gerekmektedir. Sanata anlayışını konu edindiğimiz bu Müslüman, Emevî devri Müslümanı mıdır, Selçuklu mudur, Osmanlı mıdır veya idareci sınıftan bir Müslüman mıdır, avamdan biri midir? Ya da o bir Haricî midir, bedevi midir, Hanbelî midir, Mevlevi midir, Şii midir, Hurufi midir? Sanat anlayışlarında çok değişikliklerin yaşandığı bu verileri dikkate aldığımız zaman pratikte Müslümanların sanata bakışını ve bilhassa da değişmez ortak noktalarını bulmak hiç de kolay olmayacaktır.
Bununla beraber Haricîlerin, Bedevîlerin, Hanbelîlerin ve zühde dayalı tasavvuf anlayışını benimseyen zümrelerin sanata mesafeli davranmaları, hatta onu reddetmeleri ve esasen mimarlık gibi sanatların da büyük masraf ve örgütlemeler gerektirmesi nedeniyle sanat eseri meydana getiren kimselerin ancak seçkin bir zümre olduğunu bilmemiz karşısında işimiz epeyce kolaylaşmaktadır. Zira güç sahibi sanatsever kimselerin ortak özelliği dinin temel ilkelerini ve meselelerini iyi bilmeleri yanında estetik duygularını bu çerçevede ifade ederken her türlü imkânları ve yorumları azami ölçüde kullanmaktan çekinmemelerdir. Bununla beraber aynı devirden ve meşrepten dahi olsalar bu üst sınıf idarecilerin kontrolünde meydana getirilen sanat eserleri de birbirinin aynısı değildir. Zira sanatı, özellikle de mimariyi şekillendiren tek unsur dinin kendi değerleri ve yasakları olmayıp onun yanında eski gelenekler ve kültürler, komşu ülkelerin sanatları, coğrafi şartlar, iklim ve malzeme durumu ve nihayet millî, mahallî ve şahsî estetik zevkler de onun kadar sanatı ve bilhassa da mimariyi oluşturan etkenlerdir.
Bütün bu etkenler dikkate aldığımız zaman bir mimari elemanın, sanat unsurunun veya bir motifin oluşmasında, onu meydana getiren sanatçının veya toplumun dinî anlayışlarının ne derece rolü olduğunu belirlemek ciddi bir mesele olabilmektedir. Mesela Kusayr-ı Amra ve Hırbetü’l-Mefcir gibi bazı Emevî saraylarında karşımıza çıkan erotik resimleri, bunları yapan sanatçıların mı, yoksa banilerinin, yani işverenlerinin mi dinsel anlayışları ile izah edeceğiz? Eğer sadece bu duvar resimlerine bakarak bunların dinsel anlayışları hakkında hüküm verecek olursak Emevi halifelerinin İslam’ın çok hassas olduğu tasvir ve mahremiyet konularında çok pervasız, hatta din dışı işler yaptığı yargısına varabiliriz. Ama aynı hükümdarın Şam Ümeyye Camii’nde canlı varlık resimlerine asla yer vermediklerini ve ağaçlardan, çiçeklerden, ırmaklardan ve köşklerden meydana gelen bu kompozisyonların Müslümanlara vaat edilen cenneti gözler önüne sergileyerek onların dinî gayretlerini galeyana getirdiklerini düşündüğümüz takdirde bu Emevi halifesinin İslamî kurallar içinde hareket eden “temiz bir Müslüman” olduğuna hükmedebiliriz. Şimdi burada acaba farklı mekânlarda, farklı konuda ve anlayışta resim yaptıran bu Emevi halifeleri mi tutarsız davranmıştır, yoksa biz mi onların İslamî anlayışlarını ve sanata bakış açılarını kavrayamıyoruz sorularını da sormak mümkündür. Mesela bu hükümdarlar camiyi dinî mekân, sarayı da kendi özel mekânları olarak mütalaa ederek buraları farklı fonksiyonlarının icabına göre bezemiş ve bunu yaparken de “mekân ve niyet” prensiplerine göre hareket etmiş olamazlar mı? Bu son ihtimali kabul ettiğimiz takdirde galiba onların sanata bakışını değil, bizim dine bakışımızı sorgulamamız icap etmektedir.
Günümüzde olduğu gibi eski devirlerde de sanatın din ile bağdaşmayacağı şeklinde avamın görüşünün arkasında sanatın tebliğde ve eğitimdeki yerinin yeterince kavranamaması, sanatın çoğu zaman israf, gösteriş, tekebbür, nefsaniyet gibi dinin yasak ettiği unsurları içeriyor olması endişesi, sanatın da diğer sosyal faaliyetlerin de önünde en önemli engel olarak kadının görülmesi gibi sebepler olabilir. Bu durum kendisini özellikle sahne sanatlarında göstermektedir. Böyle bir endişe ve tutum, ya bu sanatların hiç gelişmemesine sebep olmakta, ya da onları kadük ve yavan bırakmak suretiyle etkisini azaltmaktadır.
Bilhassa 19. Yüzyıldan sonra sanatın ve estetiğin İslam’a yabancı imiş gibi telakki edilmesi yüzündendir ki, yalnız Türkiye’nin değil, okumuşundan cahiline, en yüksek idarecilerinden dağdaki çobanına kadar İslâm dünyasının neredeyse bütün katmanında büyük bir “estetik aşınma” ve “tarihi tahrip” hâdisesinin yaşandığı acı bir gerçektir. Çirkin binalar, estetikten mahrum avlusuz camiler, bina ile orantısız minareler, maviye veya yeşile boyanarak aslî güzelliklerini kaybetmiş mihraplar, yurt dışına kaçırılan yazma eserler, bir kenara atılmış nâdide hat levhaları, bir köşede çürümeye terk edilmiş siniler, kırılmış mezar taşları, tarihten ve sanattan kopmuşluğumuzun ifadesi değil midir? Dindar ve muhafazakâr olduğunu söyleyen zenginlerimizden kaç tanesi, bırakınız Batı tarzı resimleri, hat, ebrû, tezhip gibi klasik İslâm sanat eserlerinin koleksiyonunu yapmakta; gençlerimizin kaçta kaçı böyle sergileri ziyaret etmektedir? Hatta bunların bugün Türkiye’de hemen hemen Osmanlılar zamanındaki kadar başarıyla icra edildiğini, en iyi müşterilerinin ise yabancılar olduğunu kaç kişi bilmektedir? Şurası ilginç bir gerçektir ki, ilimde, siyasette ve ekonomide geri kalan ülkeler sanatta da bir varlık ortaya koyamamaktadırlar. Aslında bu durumu şöyle de değerlendirebiliriz: Yüksek bir estetik seviyeye ve sanat becerisine erişemeyen toplumlar siyasette, ilimde ve ekonomide de başarılı olamamaktadır. Tarihe ve günümüze bir göz atacak olursak bunun sayısız örnekleri ile karşılaşırız.
İslam ile sanat bağlamında irdelenmesi gereken diğer bir konu da sanatın gayesidir. Bu mevzuda pek çok söz söylenmiş, makaleler, kitaplar yazılmış ve hatta:
Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış
Marifet bu, gerisi çelik çomakmış
diyen Necip Fazıl gibi mütefekkir şairlerin şiirlerine konu olmuştur. Hz Süleyman’ın, kendisine Allah katından süratli koşu atları gönderildiğinde onları okşayıp “muhakkak ben mal sevdasına Allah’a şükretmek için düştüm” şeklindeki ifadesi ve daha sonra yine aynı şükür ifadesi olarak sarayında (at) heykelleri yaptırtması, dünya sevgisinin Allah sevgisine vesile olabilmesi yanında sanatın gayesi hakkında da Müslümanlara önemli ipucu vermektedir. Ne yazık ki Müslümanlar arasında bu inceliği anlayan çok kimsenin olduğunu söylemek herhalde mümkün değildir. Bu ayete göre sanatın birinci planda gayesi, mutlaka toplum için olması gerekmez. En saf, en ideal güzellikleri kavrayıp onu takdim eden bir sanatkâr, sadece havasın değil, avamın da estetik idrakini yükselteceğinden, sonuçta bu sanat anlayışı herkes için bir nimettir. Yani Allah için sanat veya sanat için sanat anlayışlarından fazla endişe etmeye gerek yoktur. Aslına bakılırsa toplum için sanat har ne kadar ilk başta çok sıcak bir kavrammış gibi gözükse bile bu anlayışla yapılan sanatta her zaman için bir yozlaşma ihtimali vardır.
Sanatın gayesi ile ilgili malum tartışmalara fazla girmeksizin şu kadarını söylemek gerekirse Müslüman noktainazarından sanat eğer gerçekten Allah’ı aramak ve O’nun cemalinin tecelliyâtını yansıtmak gayesine yönelik olursa sanat en saf, en ulvi, en kalıcı ve en dinlendirici eserlerini vermiş olacağı gibi, toplum da bundan azami ölçüde istifade edecektir. Yunus’ların, Dede Efendi’leri, Itrîlerin, Sinan’ların, Beethoven’ların, Bach’ların, Mozart’ların eserleri bu türdendir. Bu konuda yeter ki sanatçı ideal güzelliğin peşinde olsun. Eğer Allah mutlak güzelse ve sanatçı da mutlak güzelin peşinde ise sanatçının varacağı nokta bellidir demektir. Burada karşımıza sanatçının ne anlatmak istediği kadar, belki de ondan önemlisi bu eserleri seyreden ve dinleyen kimselerin sanatsal algı ve dinsel yargı meselesi çıkmaktadır. Yani bu eserlerle karşı karşıya gelen kimselerin ne gördüğü, hissettiği ve anladığı meselesi! Belki de meselenin bu ikinci boyutu birinci boyutundan da önemlidir. Ve yine bazılarımızın sanat eserlerini anlamadaki yaşadıkları zorluklar buradan, yani dinin ne olduğunu yeterince anlayamamaktan ileri gelmektedir.
Mutlak güzel, mutlak sevgi, mutlak rahmet sahibi Allah’ı aramayı gaye edinen ve böyle bir ruh haliyle yapılan sanat eserini doğuracağı sonuç açısından belli ölçüde namaza benzetmek hiç de yanlış olmayacaktır. Huşu ile kılınan namaz sayesinde müminlerin, kötülüklerden arınmak suretiyle esenliğe erişeceği ve böyle bir kalp rikkatiyle başta fakir ve yetim olmak üzere bütün insanlara karşı cömert, sevecen, samimi ve sorumluluk bilinciyle yaklaşacağı, daha doğrusu bu şekilde davranmasının gerekliliği Kuran’ın çeşitli yerlerinde dile getirilmiştir. Yani namazın asıl kılınış maksadı Rabb’in sevgisini ve rızasını elde etmek olduğu halde, namaz kılan bir mümin, Allah katında namazın kabulünün şartı olan cömertlik, yetimin hakkını gözetme gibi erdemler sayesinde insanların da muhabbetini, memnuniyetini ve hayranlığını kazanır. İşte ticari maksatlar ve ucuz halkçılık endişeleri taşımadan meydana getirilen yüksek kalitedeki sanat eserleri hem Allah, hem sanat ve sanatçı, hem de halk için bir “rahmet”tir. Zira başarılı bir sanat eseri din, ırk, zaman ve mekân engellerini aşarak insanlara sürur kaynağı olur, ruhları yüceltir. Kısacası, cemalullahı temaşa ve onu ifade etme bilinci ve gayesiyle yapılan sanat eserleri Cenabı Hak nazarında olduğu kadar sanatkârın kendisi ve halk nazarında da makbul ve muteber bir sanattır. Bu durumda sanatın sanat için mi, yoksa toplum için mi olması gerektiği yolundaki meşhur tartışmalar da gündemden düşecektir.
Sözün burasında “Müslüman sanatçı kimliği nasıl olmalıdır” sorusu karşımıza çıkmaktadır. Aslında her Müslüman gibi her sanatçı da Kur’an’da açıkça ifade edildiği üzere önce halife olarak yaratıldığının şuuruna varmalıdır. Eğer o, bu halifelik yönünü unutarak sade, zavallı, biçare bir kul olarak dünyaya gönderildiğini kabul ederse bu kimsenin, var oluş sebebine yüklediği anlam yüzünden yenilikçi, yaratıcı, geniş ufuklu, atılımcı, üretken ve hünerli bir sanatkâr olması beklenemez. Bu özelliklerden mahrum bir kimse başkasını veya kendisini tekrar etmekten öteye gidemez. Oysa kendisini, belli bir misyonu yerine getirmek üzere çeşitli kabiliyetlerle mücehhez kılınan bir halife olarak yaratılıp dünyaya gönderildiği bilincine varan kimse, kulluğun, bir acziyet, zavallılık ve çaresizlik değil, bu halifelik vazifesini hakkıyla ifa etmek demek olduğunu düşünür. Bu nedenle o her zaman sahip olduğu değerin farkında özgüveni yüksek yeni arayışların peşinde olan cevval bir sanatkâr olur. Böyle bir sanatçı kendisini müstağni, sorumsuz ve mağrur bir kimse olarak değil, tam tersine Hakk’a ve halka karşı sorumlu olarak kabul eder. Kendisini Allah’ın bilhassa cemal sıfatının tecellisini temaşa, terennüm, ifşa ve ifade etmekle memur halifesi olarak görüp ona göre hareket eden Müslüman sanatkârın durumu insanın, izzet, muhakeme ve teslimiyet gibi özelliklerini temsil eden namazdaki kıyam, rüku ve secde hali gibi olur. Yani o, Allah’ın, bizzat kendi ruhundan üfleyerek bir takım yeteneklerle donattığı hür bir varlıktır, her şeyi araştırır, tahlil eder, yapar ve sonunda yine kendi hür iradesiyle Yaratan’ına teslim olur. İşte Allah’ın istediği sanatçı budur.
Müslüman ülke sanatçılarının en büyük sorunlarından bir tanesi de hep ya mahalli, ya da “uluslar ötesi” olma, daha doğrusu Batılı kalmalarıdır. Birinci gruptakiler hep kendi bölgelerinin, alışkanlıklarının ve geleneklerinin çevresinde dönüp durmaktadırlar. Bırakın diğer milletlerin sanatlarını, kendi mensup olduğu ülkenin diğer bölgelerindeki geleneklerine bile kapalıdırlar. Bu durum mahalli üslupların ve geleneklerin değişmeden muhafaza etmesi cihetinden elbette faydalı olmakla birlikte bazı sanatçıların daima veya sanatlarının bir döneminde mahalliliği aşarak, millî ve evrensel olana da yönelmeleri sanatta yeni ufuklar, teknikler ve ifade biçimleri elde etmeleri bakımından şarttır. Mesela aslen Rize kökenli olan ve İstanbul’da yetişen Saadettin Kaynak askerliğini yaptığı Diyarbakır ve Elazığ yöresi musikisi ile sanatta yeni bir dönüm noktasına erişmiş, Milano’ya, Viyana’ya, Paris’e ve Berlin’e yaptığı seyahatlerle çok şey öğrenmiş, bütün bunların neticesinde meşhur Saadettin Kaynak olmuştur. Dede Efendi’nin, Batı musikisini iyi tetkik ettiği, mesela meşhur “Yine bir gülnihal aldı bu gönlümü” sözleriyle başlayan şarkısı olmak üzere bazı şarkılarında Batı usullerini kullanmasından bellidir.
Diğer taraftan, mahalli ve milli kültürden uzak, yalnızca “uluslar ötesi” anlayışla, daha doğrusu Batı tarzında sanat icra eden kimseler de kendilerini geliştiremezler. Hele yerel olanı hakir görmek bir sanatçı zarafeti ve zihniyeti ila asla bağdaşamaz. İdeal olan, bir sanatçının, pergelin bir ayağının sabit kalıp diğerinin üç yüz altmış derece dönmesi gibi, bütün tarzları inceleyerek onları sanatının içinde özümsemesi ve hatta yeni ifade biçimleri ve üslup yaratmasıdır. Bunun pek çok örneği var ise de Batı musikisi tahsili yapmakla birlikte meşhur hafız Üsküdarlı Ali Efendi’yle yakın dostluklarını hiç bırakmayan, klasik musikimizi de iyi bilen ve sonuçta Lüküs Hayat opereti ile Onuncu Yıl Marşı’nın bestecisi Cemal ve Ekrem Reşit Rey kardeşleri verebiliriz. Bu da gösteriyor ki, büyük sanat dehalarının en önemli sırrı, doğuştan getirdikleri yeteneklerini devamlı surette işleyerek kendilerine has sağlam bir üslup ortaya koymaları ve kalıcı eserler vermeleridir.
Hangi dinden ve inanıştan olursa olsun sanatçının mutlaka araştırmacı bir zihniyete sahip olması ve bilimsel verileri takip etmesi gerekir. Yine onun çok seyahat etmesi de elzemdir. Bunun mutlaka araştırma ve inceleme seyahati olması da gerekmez. Sevdikleriyle birlikte mesire yapmak için açıldığı kırlar sadece ressamlar ve şairler için değil, musikişinaslar için de yeni ilhamlara vesile olabilir. Sanatçı, çok seyahat etmek ve yeni kimselerle, yeni sanat eserleriyle karşılaşmak suretiyle kendi sahip olduğu değerleri veya eksikliklerini daha iyi fark eder. Mahallî, milli ve evrensel sanatlarla tanışan sanatçı daha yaratıcı ve diğer sanatlara karşı hoşgörülü olur. Yine Mimar Sinan’dan örnek vermek gerekirse, o, üç yüz altmışı bulan eserlerinde hep yeni olmasını yaratıcı zekâsı kadar, bu araştırmacı kişiliğine ve yaptığı seyahatlere borçludur. Gerçekten de bu büyük dâhi, bir eserinin planını ikinci kez tekrar etmediği gibi, hangi şehirde ve mahalde bina yapmış ise oradaki daha önce mevcut olan geleneği de bir şekilde eserine yansıtmıştır.
Sanatçı zaman zaman uzlete çekilmesini de bilmelidir. Zira dünyanın lüzumsuz işlerinden ve kişilerden azâde kalınan bu tefekkür hali sanatkâra ilimle, araştırmayla ve seyahatle elde ettiği bilgileri ve becerileri özümseyip yeni ilhamlar eşliğinde yeni terkipler ve tarzlar ortaya koyma imkânı sağlar. Çok seyahat etme ve bunun tam tersi olan uzlet halini başta Mimar Sinan, Saadettin Kaynak ve Beethoven olmak üzere pek çok sanatçının hayatında görebiliriz.
Sanatın olmazsa olmazlarından bir tanesi de hür düşüncedir. Tıpkı ilim adamının aklının, hukuk adamının vicdanının önünde engel olmaması gerektiği gibi, sanatçının da hayal dünyasının önünde hiçbir mânianın bulunmaması icap eder. Zira aklın önündeki engel keşif ve icadı, vicdanın önündeki engel adaleti, hayal dünyasının ve sezginin önündeki engel ise sanatı kısırlaştırır. İslam dünyasındaki en büyük sıkıntılardan bir tanesi de budur. Şu veya bu sebepten dolayı siyasi hoşgörüsüzlükler bir tarafa, dinde olmayan yasakları kendimiz ihdas ederek, üstatlara saygısızlık olur düşüncesiyle veya eskiler yapılabilecek her şeyi yapmış diyerek yeni tekniklere veya üslup denemelerine girişmemek de düşünce esaretinin başka bir şeklidir. Burada karşımıza çıkacak en önemli mesele hür düşüncenin sınırsız bir şekilde ifade edilmesi sırasında karşımıza çıkabilecek olan toplumun hassasiyetlerinin ve değer yargılarının nasıl ele alınacağı hususudur. Bu noktada sanatçı, ikide bir “halk ne der” diye eli titreyerek sanat yapmaya çalışırsa topluma ve sanata hiç bir şey veremez, yavan ve silik kalır. Eğer Mehmet Akif şiirlerini böyle bir korkuyla yazacak olsaydı:
Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?
Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!
Nûr istiyoruz… Sen bize yangın veriyorsun!
‘Yandık! ‘diyoruz… Boğmaya kan gönderiyorsun!
Mâdâm ki, ey adl-i İlâhi yakacaktın…
Yaksaydın a mel’unları… Tuttun bizi yaktın
Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi?
Ağzım kurusun… Yok musun ey adl-i İlâhî!
şeklindeki o meşhur şiiri nasıl meydana gelirdi? Ya da yine aynı şekilde, Hz. Peygamber, bütün kasidelerde olduğu gibi baş tarafında dünyevi bir güzelliğin, hem de çok canlı bir şekilde işlendiği Ka’b bin Züheyr’e ait muhteşem Bürde Kaside’sini nasıl dinler ve sonunda hayranlığını dile getirmek için hırkasını nasıl verirdi? Yine aynı şekilde eğer Peygamberimiz hoşgörüsü ve sanat sevgisiyle Mekkeli bu meşhur şaire bu şiiri söyleme imkânı sağlamasaydı bu eser nasıl var olacaktı? Hem tabiatları icabı, hem de dinî incelikleri çok iyi bildiklerinden ve belki de tasavvufçuların ifadesiyle “naz makamı”na eriştiklerinden olsa gerek Mevlana, Yunus, Nesimi, Muhammed İkbal ve Arif Nihat Asya’nın bazı eserleri de halkın dinî açıdan kolayca anlayıp benimseyebileceği türden fikirler ve şiirler değildir. Bir siyasetçinin halka karşı şirinlik yapmasını izah edebiliriz ama bir ilim adamının, devlet adamının, hukuk adamının ve de sanatçının hakikat hilafına halka dalkavukluk yapmaya çalışması en büyük ahlaksızlıktır. Bir mimar elbette hep saray yapacak değildir, ama o eğer gerçekten kendisine saygısı olan bir sanatkâr ise bir gecekondu dahi yapsa estetikten ve mimarlığın diğer kurallarından asla taviz vermez.
Toplumun hassasiyetleri konusuna tekrar dönecek olursak, bu husus asla göz ardı edilmeyecek kadar önemli olmakla birlikte hiçbir şekilde sanatta tek belirleyici olarak da ön plana çıkarılmamalıdır. Burada en büyük görev sanatçıya düşmektedir. Zira içinde yaşadığı halkın kültür ve sanat değerleriyle yoğrulmuş iyi bir sanatçı, zaten neyi, ne zaman, nerede ve nasıl söyleyeceğini bilecek kadar da ariftir. Günümüzde sanatçıların halka ters düşmesinin temel sebeplerinden birisi de bu yetişme, daha doğrusu yetişememe tarzıdır. Yani buradaki temel sorun az önce başka bir vesileyle işaret ettiğimiz gibi mahalli ve milli kültürü bilmemekten kaynaklanmaktadır. Ne yazık ki Türkiye’de birçok mimarlık fakültesi öğrencisi, hiçbir caminin içine girmeden ve Mimar Sinan gibi bir dehadan habersiz olarak mezun olmaktadırlar. Halk, bir sanatçının samimiyetine inandığı takdirde onu dışlamaz ve anlamaya çalışır. Nitekim Mehmet Akif ve Neyzen Tevfik, bu halk ve irfan adamı olma özellikleri sebebiyle sanatlarını halka rağmen, halk için ve halkla beraber, yani severek ve sevilerek icra etmişlerdir. Ama aynı şeyi Tevfik Fikret için söylemek mümkün değildir.
Toplumun hassasiyetleri meselesinde diğer bir yöntem de sanatçının içinden coşarak gelen duygulara hiçbir şekilde set vurmaksızın sanatını bütün doğallığıyla ve tavizsiz mutlak surette icra etmekle birlikte bunu herkese değil, sadece kendisini anlayacak kültür seviyesine erişmiş ehil sanatseverlere sunmasıdır. Bunun en güzel örneği başta padişahlar olmak üzere Osmanlı seçkinler zümresidir. Bilindiği üzere Osmanlı sarayında Peygamberimizin hayatını anlatan resimli Siyer-i Nebi’ler de, zafernameler de, âşıklar albümleri de olagelmiş, ama bunların herkesin eline düşmesi arzulanmamıştır. Üstelik bu tür eserlerin sayısı fazla da değildir. Yani o devirlerde her şey bir bakıma “zaman, mekân, ölçü, niyet” çerçevesinde çözümlenmiştir. Hz. Peygamber’in “insanlarla akılları ölçüsünde konuşunuz” hadisini bile bu bağlamda değerlendirmek mümkündür. Buna rağmen bu çözümleme şiir, resim, tezhip ve minyatürde kolay olmakla birlikte cesametleri ve maliyetleri itibariyle heykelde zor ve mimaride neredeyse imkânsızdır. Bu çözümlemelerin hiçbirisi gerçekleşmediği takdirde sanatçılar da tıpkı cesur hâkimler ve korkusuz âlimler gibi hakikat yolunda yalnız yürümeyi göze alabilmelidirler. Nitekim Nef’i, idam edileceğini bile bile meşhur şiirini yazmaktan geri kalmamış, yani bir bakıma canı pahasına da olsa sanatından taviz vermemiştir. Neyzen Tevfik de II. Abdülhamit’e karşı yazdığı şiirle idama mahkûm olmuş, ancak Mısır’a kaçarak kurtulmuştur.
Sanatçının eğitimi meselesine gelince, bazı eğitimciler insanda yeteneği kabul etmeyip çalışmayı ve eğitimi ön plana çıkarsalar da okul öncesi çocuklar üzerinde yapacağımız küçük bir gözlem bile her insanın belli alanlarda diğerlerinden daha başarılı olduğunu ortaya koymaya yetecektir. Yine, hafızasında binlerce şiiri kullanarak televizyonlarda şiir programları yaptığı halde bir tek şiir yazamamanın acısını itiraf eden insanları da biliriz. Bu durumda elbette yetenek diye bir gerçek olmakla beraber onun ancak eğitimle ve çok çalışarak bir değer kazanacağı da başka bir hakikattir. Şu da var ki okul asla insan beynine yetenek şırınga etme yeri veya kömürü demir yapma aracı değildir. Eğitim kurumları ve eğitmenler ancak var olan kabiliyeti keşfetmede, bunları disiplin altına almaya ve işleyip geliştirmede yardımcı olur. Bir papağana belki birkaç rakamı telaffuz etmeyi öğretebilirsiniz ama ona asla bir matematik problemi çözdüremezsiniz.
Hemen hemen herkesin bileceği üzere aslında bazı sanatların mektebi de yoktur. Mesela şiir ve aktörlük böyledir. Eğer bu alanlarda doğuştan bir yeteneğiniz varsa şair, romancı ve sinema, tiyatro oyuncusu olursunuz; yoksa bir sürü eğitimin sonunda ancak arpa boyu kadar yol alırsınız. Bu alanlarda sanatçı adayına verilebilecek tek şey tekniktir. Sözün burasında mektepli-alaylı tartışması gündeme gelmektedir. Bazı sanatlarda herhangi bir okula gitmeden, hatta düzenli bir eğitim almadan sanatçı olmak mümkün ise de en bunu bütün sanatlar için söylemek imkânına sahip değiliz. Mesela hat ve tezhip böyledir. Ama bunun da istisnaları yok değildir. Mesela hat sanatında bunun en meşhur örneği Mahmud Celâleleddin’dir. Biraz dik başlı olduğu için gittiği bütün hat hocalarından kovulan bu meşhur hattat, hat sanatına iştiyakı sebebiyle elde ettiği Hafız Osman meşkleri üzerinde kendi kendine çalışarak sanatta üstat mertebesine erişmekle kalmayıp kendi adıyla bilinen bir üslup bile oluşturmuştur.
Okulun zaman kullanmada, çok yönlü eğitimde, disipline olmada faydası
İcazet-Diploma
Cengiz örneği, İskender örneği, Timur ve Babür örneği
Yıkıcılığın yanında imarcılık varsa o bacadan medeniyet dumanları tüter. Ama yoksa …
Bunun en başta gelen sebebi, mimarımızdan bânimize, cemâatimizden ustamıza kadar bütün herkesin köklü bir sanat eğitimi almamasıdır. Unutmamak gerekir ki Süleymaniye’yi bina eden Koca Sinan, işinde ne kadar mâhir bir mimar ise, onu yaptıran padişah da neredeyse o derecede usta bir kuyumcu ve,
Karşunda ben pervâneyim, sen şem’-i tâbânsın bana
Aşkınla ben divâneyim, sen âfet-i cânsın bana
Bir bülbül-i nâlânınem, tâ subha dek giryânınem
Söyle senin hayrânınem, sen dahi hayransın bana
Zülfüne gönlüm bestedir, âhım göğe peyvestedir
Cânâ, Muhibbi hastadür, sen derde dermânsın bana
şiirini yazacak kadar da iyi bir şair, yani söz ustası idi.
Bunun sonucunda, İslâm dünyasında estetik yaratıcılığın kaybolduğu, bunun yerini zevksizliğin veya taklitçiliğin aldığı görülmektedir.
g- Aynı şekilde Hz. Peygamberin Kâb bin Züheyr’in okuuğu kasidenin baş tarafında geçen kadın tasviri karşısında herhangi olumsuz bir ifade beyan etmemesi şeklindeki tavrını, O’nun, Kâb’ın İslâm dinine teslimiyetini ifadede bu tasviri bir vasıta olarak kullandığına hamlederek, bu tavrı sanatın diğer dallarına da teşmil edebilir miyiz?
Ya da, tebliğde estetiği ve sanatı gözardı ederek, şehircilikte gecekondu ile, mimaride ruhsuz ve sevksiz taklit beton yığını binalarla, dinî musikide “yeşil pop” ile ve şiirde, romanda yavan sloganik ifadelerle mi insanlara ulaşmaya çalışacağız?
Sonuç olarak, yaşamakta olduğumuz son acı olayların da ışığı altında söylemek gerekirse eğer insanlık tarihinde medenî, şahsiyetli ve saygıdeğer bir yere sahip olmak istiyorsak sanatı yalnız tebliğ için değil, doğrudan doğruya sanat olduğu için de hayatımızın bir parçası haline getirmek zorundayız. Tarihin her devrindeki ileri ülkelere baktığımız zaman onlarda sanatın da mutlaka ileri olduğunu görmekteyiz. Bunun sebebi, estetik ve sanat duygusu sayesinde gelişen bir ruh dünyasına sahip olan bir cemiyetin, bilgiye ve bilgi yollarına daha iyi ulaşıp elde ettiği neticeleri başarılı bir şekilde ifade etmeleridir. Aynı şekilde, belki de bilgi yollarına kendi yaratıcı kaabiliyetleri ve gayretleri ile ulaşan kimseler, aynı gayretlerinin ve kaabiliyetlerinin bir ürünü olarak sanatta da ileri mevkilere ulaşmaktadırlar. Yüksek estetik duygunun pratiğe aktarılmış şekli olan sanat ile bilgi arasındaki bu yakın ilişki medeniyetin tesisinde çok önemli iki âmil olup, bunlar hukuk ve teknoloji ile birleştiğinde medeniyeti meydana getirmektedirler. Unutmamak gerekir ki hukukun da, bilginin de, sanatın da beslendiği asıl kaynak sevgidir. Veya en azından bunların temelinde sevgi olduğu takdirde herkesin arzuladığı medeniyet teşekkül edecektir. Mayasında sevginin olmadığı sanat, bilgi, hukuk ve teknoloji insanlık için felâketten başka hiçbirşey veremez. Nasıl ki sevgiden, bilgiden ve estetikten mahrum bir insan kaba ve itici ise, aynı şekilde bunlardan mahrum bir toplum ve devlet de ya geri ve ilkel, ya da barbardır.
Diğer taraftan çoğumuzun gözden kaçırdığı bir nokta da bilhassa günümüz İslâm dünyasında sanatın, sevginin ve bilginin insan hayatının devamında ancak ikinci derecede önemli bir değer olarak algılanmasıdır. İlk bakışta insanın hayatını devam ettirmesinde asıl faktör olarak hava, su, yemek, uyku ve cinsel hayat görülebilir. Gerçekten de insan vücudu havasız, susuz, uykusuz ve yemeksiz uzun süre canlı kalamayıp ölür. Cinsel hayat olmadan da insan neslini devam ettiremez. Aslına bakılırsa bir insan sanatsız, hukuksuz, bilgisiz ve sevgisiz de yaşayamaz, ölür. Bu ölüm, bedenin ölümü gibi belki herkesin hemence farkına varabileceği, tesiri hemence görülebilen bir ölüm değildir, ama etkisi çoğu zaman bedenin ölümünden daha derinden hissedilen ve komplikasyonları çok daha şiddetli olan bir ölümdür. Zira bilginin, sevginin, hukukun, sanatın ve estetiğin mevcut olmadığı zaman belki insan vücudu hayatiyetini devam ettirebilmektedir ama o insan ruhen ölmüş demektir. Hele bedene âit haz ihtiyaçlarının yegâne hayat tarzı olarak idealize edildiği sanatın, estetiğin, bilginin, hukukun, yani insana saygının bir kenara itildiği bir dünyada karşımıza çıkacak olan tablo çok daha korkunç olacaktır.
Bu tesbitlerden sonra insan ister istemez soruyor: Günümüzde İslâm dünyasının bu ölüm sessizliği veya kendimizi hiçkimseye bir türlü kabul ettiremeyişimiz, ya da kendimiz dahil bir tane dahi dosutumuzun olmayışı acaba böyle bir ruh ölümününün bir sonucu mudur? Ve bunun çarelerinden bir tanesi de estetiği ve sanatı hayatımızın vazgeçemeyeceğimiz bir parçası haline getirmek değil midir? Türkiye’nin en güzide İlâhiyat Fakültesi’nde yirmi yıldan fazla zamandan beri ders vermekte, öğrenci yetiştirmekte olduğu halde Münir Nurettin Selçuk’un adını hiç duymamış bir öğretim görevlisi bırakın başkasına, kendi öğrencisine ne kadar faydalı olabilir?