Mustafa Yenişeker: Zindanda Doğan Şair

Tam boy görmek için tıklayın.

Hapishane koğuşları ve hücrelerdeki azabın adıdır Mustafa Yenişeker. Kaç insan daha doğrusu kaç şair yüreğinden süzülüp gelen mısraları kendine duvar veya kalkan yapabilir karanlık dehlizlerde? Hiç insan yaşadığı azabı, ruhunun uzak köşelerinden döne döne çıkan sedasını sararmış kağıtlara inci tanesi gibi dizebilir mi?

“Çok çetin kavgaların içinden geliyorum.
Yaralarım çok ağır…”

derken yıllarca azap çektiğine şahit taş duvarların bile onun iradesini soğutamadığını vurguluyor.

Halil Cibran’ın çok anlamlı bir sözü var: “Kim çile ve yalnızlığını geride bırakabilir ki içi sızlamadan?” Mustafa da ruhunun ve bedeninin çektiği çileği taş duvarlarla kaplı zindanlarda bırakmış gibi görünse bile orada yaşadıklarından koca bir sanat dünyası yaratmış içi sızlayarak. Ateş içinde yaşadığı üç beş arkadaşıyla şilteler altında ağlaştığı günleri dizelere yansıtırken gelecek yıllara ve yarlara unutulmayacak satırlar bırakmış.

“Onurumu elimden almaya gelen Azrail olsa ruhumu teslim etmem.” Derken iradesinin doruk noktasından seslendiğini ne açık ifade ediyor değil mi?

Mustafa’nın içindeki isyan onu zaman zaman karamsarlık kuyusunun dibine hapsediyor. Yaşadığı taş duvarlar arasındaki yalnızlığı kızgın çöl ortasında kalmış bir biçare gibi görünse de acılarını gizleyeceği bedeninde yer kalmadığını vurgulayarak “Kıpçak Kıpçak bakan cevalan bir çift göz” hayaline götürüyor onu. Çıkmazlar içinde bazen hayali aşka bazen de Tanrı’ya sığınıyor.

….

Körler ülkesi Bu Yurt

Bana gözlerini gönder iki gözüm

Kıpcak kıpcak bakan cevalan gözlerini.

Bu acıyı bedenimde gizleyecek yerim yok

Ve her gün her saat

Bestesi yapılmamış kuş sesleridir

Bizi göçeri yapıp

Kızgın Çöl ortasında yalnız bırakan

Xxx

….

Gel biraz sohbet edek

Biraz da dert demliyek

Tanrı imdat Tanrı Yar

Tanrı kömek olacak.

Biraz da onun şiirlerine sanat açısından bakmakta yarar var.

Biliyorsunuz “imge” kavramının şiirlerde kullanılması edebi zevk açısından çok önemlidir. Mustafa’nın aşağıdaki mısraları bunun en güzel örneği olarak görülebilir.

….

“Cinler ormanındasın

Ecinni sofrasında

Ne elinde kılıcın

Ne başında tacın var

Dağın devrildiği, suyun yandığı yerdesin

Ve tek başınasın üstelik.”

….

Onun taş duvarlar arasında yıllarını birlikte geçirdiği, yüce dağlara benzettiği değerli dostu Kemal Koyuncu’ya ithafen yazdığı bu satırlarda kullanmış olduğu imgeler içindeki coşkunun yani lirizmin dışa yansımasından başka bir şey değil. Kelimelerin dağları devirdiği, suyu yaktığı, elinde kılıç, başında taç olmaksızın cinler ormanındaki ecinni sofralarını darmadağın ettiğini söz sanatından örnekler vererek yansıtması üstün üslup başarısı olarak değerlendirilmeli.

Şairler mutlaktır ki bir başka şair üstatlarının etkisinde kalır. Yeri geldikçe kendi şiirlerinde bu şairlerin mısralarını kullanmak, duygularından etkilendikleri şairlerin duygularıyla hemhal olmak yine onların sanat başarısıdır. Mesela Mustafa Yenişeker’in bir şiirinde kullandığı “Ayrılık var, yitkinlik var, ölüm var.” Sözü hangi uzak iklimlerdeki ŞEHRİYAR ozanımızı ya da adı “ATSIZ” olmasına rağmen aslında milyonların hafızasına perçinlenmiş adıyla “Geri gelen mektup” mu? Varın siz karar verin.

“Ne uzun sürdün Gece

Gece, adı batası

Çıkmanın bir yolu yok bu yürekten

Her gün yeniden açan yaslan yaralarıma

Birazdan ne olacağız kim bilir

‘Ayrılık var, yitkinlik var, ölüm var. ‘

Ağzımızdan dilimizi çalacak bu insan namussuzu

Arzın uzağına düşeceğiz belki de

Arttıkça Artacak Dünya derdimiz.”

“Tükenmiş bir takatin intizarı içinden

Sesleniyorum sana

-Geri gelen mektubun- pişmanlığı içinde

Sen gel

Akıp giden zamanlar mola versin”

Mustafa’nın mısralarındaki “aşk” anlayışı öylesine köklü ve öylesine yaygın ki, etkilenmemek mümkün değil. Burada bir gerçeğin altını çizmek gerek. Onun şiirlerindeki aşk anlayışını sınıflandırmak oldukça güç. Bazı mısralarında aşkın uçsuz bucaksız diyarlarda “Mecnun” gibi manevi bir aşka yelken açtığı hissedilse de kimi mısralarında tabiat varlıkları üzerindeki özelliklerini aşka yansıtarak maddi bir aşkın tanımını hissediyorsunuz. Onun aşağıdaki dizeleri küçük bir örnek olarak gösterilebilir.

“Seni yudumluyorum

Azap fokurdatan katransı gecelerde

A Gökçe kız,

A ağzımın en aziz lokması,

A dilimin çatırdayan yangını,

Saklı sebebi isyanlarımın …

Boşunadır sabahları uyanmam

Yemem, içmem, uyumam

Fersiz gözbebeklerim ayrıldığımız yerde

Döneceksin diye bekler

Oysa duydum ki,

Köleliğe meylin artmış

Dilin dudağın bağlanmış

Ben öpüp dokunmayalı.”

Bazen de yaşadığı dünyadan ümidini kesip kaf dağının öteki yüzüne göçmek ister aşkı bahane ederek.

….

Bu dağların beri yanı tarumar

Hadi toplan öte yana geçelim …

Geçmiş yıllardaki yapılan ideolojik hataların yarattığı pişmanlıklar onun ölümsüz mısralarına bir yara gibi aksetmiş. İçini acı içinde bırakan bu yaraların tanımını bile yapamıyor. Toplumda işlenen suçları “Kendimizi kendimize vurdurduk.” diyerek bu suçu kimin ya da kimlerin işlettiğini samimi duygularla ve kendinden hesap sorarcasına öne çıkarıyor.

Kendi hallarından haberli misin

Bu suçu kim işletti

Kendimizi vurdurduk kendimize

Yara Tanımsız yara

Neyleyim ki Yaranın ucu açık

Bir çekimlik kokunu yolla bana

Parmak ucu kadar bir tutam şefkat

Sen kendine iyi bak

Sen… Yaralarımın dinmeyen zonklaması…

Başımıza gelen olaylar sonrası “Keşke öyle olmasaydı.” dediğimiz zamanlar olur elbette. Mustafa’nın şiirlerini okurken “acaba bu azabı yaşamasaydı bu mısralar dile gelir miydi?” Diye bir şiir tutkunu olarak içimden kendime seslendiğim ama seslenirken de kendimden utandığım anlar oldu. Bencillik ediyorum farkındayım. Keşke o Buğatepe köyünün bin bir çiçekli dağlarında arkasını kayalara yaslayıp tabiat (pastoral) veya pitoresk tarzı şiirleri kaleme alsaydı. Keşke Lise yıllarında eğitim alırken başı bulutlardaki gençliğinin o saf günlerini lirik şiirler fısıldayarak yaşasaydı. Olmadı. Zaman yani devir bize değerli bir şairi ancak çığlıklar içindeki işkence odalarında, hücrelerin karanlık dehlizlerinde, şilteler altındaki göz yaşı nöbetlerinde, zifiri karanlıklarda, soğuk taş duvarlara yaslanır vaziyette, yanı yöresindeki üç beş gönül erinin tertemiz hikayelerini dinlemek ve orada anlatılanları destanlaştırmak için tanıttı. Biz ne kadar “keşke böyle olmasaydı.” Desek de yaşananları geri almak mümkün olmuyor. Karanlık zihinlerin hatalarını binler, yüz binler çekiyor. İşte en bariz örneği Mustafa Yenişeker… Kahpe düzen öyle bir şair yarattı ki, çağları delip asırları aşacak ve Altay dağlarında Mağcan ruhuyla buluşacak bir değer…

Başın için

Azdırma azabımı

Mevsim kış

Damarlarımızdaki kanı bir şırınga gibi çekip alıyor Ayaz

Güneşe yakın tut düşlerimizi

Bir bakarsın bir daha gelmez bahar

Çileğe yatmış ayı yağı gibi eriyor zaman

Azar azar

Geciktikçe geciktik

Deli dereler gibi akmış zaman

Ve her şeye gecikmişiz

Gözlerini açık tut

Sonrasında sararmış sayfalara küsecek kelimeler…

Xxx

Ne toplumdan en ufak bir tepki, ne de bireysel.

Bir yolculuk başlatalım Anadolu’dan ALTAYA.

Bazı mısralarında göğsünde patlamaya hazır bir ideoloji volkanı onu isyanların eşiğine getirdiğini fark ediyoruz ama o yine kendini sembollerle kaplı sabır ağacının huzur verici gölgesinde kalmayı tercih ediyor ve kalemine sığınıyor.

 

Ellerim, sulu sağnak

Dilim yanardağ ağzı

Benim!

Damarlarında al kan yerine

İsyanlar dolaştıran

Etini katiline gönüllü sıyırttırmış

Ağzı dikişli mahluk

Benim göğsümden boşalır

Fırtına ve ummanlar

Ses menem sessizlere

Dil menem dilsizlere

Geceye sancı menem

Bembeyaz sayfalara yüreğimi sümküren

Tek silahım kalemim.

İnsan hiç azabından yardım ister mi?  Mustafa’nın iç dünyasını dışa yansıttığı en belirgin mısraları okurken içinde yaşattığı inanç, onur ve vicdan değerlerini mukaddes değerler olarak vurguladığını anlıyoruz aşağıdaki mısralarda.

Ben…

Haram otla beslenmiş semiz sürünün

Nimetine küsmüş

Kara gözlü koyunu

Al beni azap!

İnancım onurum ve vicdanımdan gayrı

Neyim varsa al götür.

Hele bir “küheylana sesleniş” mısraları var ki bizi bize anlatan en anlamlı, anlamlı olduğu kadar da yakıcı olan sözler… Okuyunca insan ister istemez başını elleri arasına alıp düşünmekten edemiyor “Millet olarak biz ne acı günlerden geçmişiz, ne fırtınalar yaşamışız birilerinin karanlık planları yüzünden. “Haysiyetin bile hayata kurban verildiği” bir dönemi Mustafa daha nasıl anlatabilirdi ki?

Kalk gidelim Küheylan

Karanlığa kalmayalım ne olur

Bu Ezel yolu değil bu yol gitmez ebede

Sahra serap dert gani

Adım başı yorgunluk adım başı inilti

Aşkın ininde vuruldu Ötüken aslanları

Bu yol baştan başa başsız insan leşleri

Türkmen çadır toplamış

Ayak Baş olmuş burda

Gülü güneş soldurmuş Deve Dikeni bu Yurt

Altımızda ki toprak felçli hastaya dönmüş

Yerin yırtığı değil başımızın belası

O, senin

Ev yıkıp dağ deviren

Yahşi Yaman halların

Karanlığa kalmayalım ne olur

Haysiyet hayata kurban verilmiş

Seven yok, sevgililer de

Aşk çarmıha çekilmiş

İnim inim inleyen gecelerde

İçi boş şişinmeler en muhteşem işlerden

Sözün hükmü ta ezelden yoğ imiş

Çarkın dağılsın Felek

Beş pula kırdırdın gülüşümüzü

Kime gidek dert yanak

Arşı kürsü yıkacak bu Aslan iniltisi

Bugünün suçu değil yara Ezel yarası

Her yerimizi soktu yeşil yaban arısı

Karanlığa kalmayalım ne olur

Yolu tutmuş diyorlar

Eşeğe secde ettiren zalim Mervan Ordusu

Yolun Türbedarı olmuş bu yolun Talancısı

Ölüler Yurdu bu yurt

Kavga Ezel kavgası

     

     Mustafa o zindandan ruhundaki yara bere içinde kurtuldu ama gelin bir de ona sorun zamanın ağır bir yük olarak omuzlarında nice yıllar yaşayacağını. Son fotoğrafı ise atinin sonsuz hafızasına hatıra bırakır gibi perçinliyor mısralarına.

En son hali sensin en ağır işkencenin

Ve en son hikayenin buruşturulup atılan son fotoğrafı

Biz, Tanrı katında kabulü olmayan rüyalar düşkünüyüz

Sanma ki şaşkın

Sanma ki hayata boş vermişiz

Belki de En son aşkın

En son fotoğrafıyız.

     Son olarak söylemek istediğim şey aşağıdaki bu sözde gizli olsa gerek.

    “Zaman, insanların gerçek değerini ortaya çıkarır.”

                                                             Charles Darwin

    Şuna emin ol ki, zaman senin gibi bir değeri insanımızın sıcacık yüreğine bir gün mutlaka misafir edecektir Mustafa… Türk’ün sembol sesi…!

Yazar
Cemal ŞAFAK

Cemal ŞAFAK 1952 yılında Ardahan ili, Çıldır ilçesi, Aşık Şenlik köyünde dünyaya geldi. İlkokul, ortaokul ve lise öğrenimini Kars’ta tamamladı. Erzurum Kazım Karabekir Eğitim Enstitüsünden mezun oldu. Eskişehir Anadolu Ünive... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen