Müziğimiz, Türkçe, Çocuklarımız ve Kökler Üzerine Sayın Fatma Adile Başer’le Söyleşi

Sayın Fatma Adile Başer, akademik düzeyde ve ama bir sanatçı duygu ve duyarlılığı ile bizim müziğimiz, Türkçemiz, kültürümüz ve medeniyetimiz üzerine okuyor, inceliyor, düşünüyor, sunuyor, yazıyor, anlatıyor ve tartışıyor. O, Türk kültürüne ve medeniyetine eşsiz hizmetler veriyor.
Türk kültürünün yaratacağı yeni ve evrensel mesajları olacak bir medeniyet tasavvuru oluşturabileceksek eğer, bu onların sayeyesinde olacaktır, tarihe de öyle geçecekler.
Alttaki söyleşide işte böylesi bir yürek, akıl ve ufuk ile müziğimiz, dilimiz, köklerimiz ve çocuklarımız üzerine konuştuk.
Sayın Başer’in cevaplarını, anlattıklarını, açıklamalarını tatlı bir heyecanla okuyacaksınız, mutlu olacaksınız, dahası ufkunuz açılacak, güveniniz artacak ve gelecek için, çocuklarımız için daha neler yapmanız, yapmamız gerektiğini birlikte fark edeceğiz.

Muzaffer Metintaş: Kıymetli Fatma Adile hocam, Türk müziği için bir çıkış ve başlangıç noktası arasak, nereden başlayabiliriz?

Fatma Adile Başer: Bu çok zor ve belki de tam olarak cevabı verilemeyecek bir soru. Gerçekçi bakmak gerekirse değil başlangıç, tarihin hiçbir noktasını bütün yönleriyle bilme şansına sahip değiliz. Hattâ yaşadığımız zamanı bile yeterince kuşatmak ve değerlendirmek imkânından da yoksunuz aslında. Yanlış anlaşılmasın, daha sözün başında sizi hayal kırıklığına uğratmak için böyle bir tablo çizmiyorum. Aksine anlama, değerlendirme ve nihâyet bilgileştirmedeki subjektifliği daima göz önünde bulundurmamız gerektiğine dikkat çekmek istiyorum. Bu noktada, hangi maksatla bilginin arandığı sorusu, ortaya konulan sonuçların tenkidi ve yeniden değerlendirilmesi bakımından önemli bence.

Sözü uzatmadan özetle şunu söylemeye çalışıyorum: Türk tarih ve medeniyetine dair bugüne kadar çoğu Rus ya da Batı kaynaklı çalışmalar, kendi menfaat ve maksatlarına uygun gerçekleştirildikleri bütün yorumlamalarında, kendi geçmişlerini olmazsa olmaz bir şablon  model olarak kullandıklarını görüyoruz.  Sonuçta ortaya çıkan tablo bize benziyor belki, benziyor ama o tablodaki adam da biz değiliz. Bizi görmek ve göstermek istedikleri biçimde resmetmiş oluyorlar.

Bu çarpık değerlendirmelerin yabancı kaynak kutsamasıyla, yerli araştırmacılar tarafından artık devam ettirilmemesi ve topluma kesinliği tartışılamaz sonuçlarmış gibi sunulmaktan da vazgeçilmesi çok çok önemli. Tarih ve medeniyetimize ait ne varsa, özellikle oryantalist kurguların etkileri bertaraf ederek, kaynaklar ışığında bir bilim seferberliği ile yeniden düşünmeli, araştırmalı, yeniden değerlendirmeli ve kendimize ait ne varsa yeniden yazılması sağlanmalı. Bilim, düşünce ve sanatın işbirliği, sizin “medeniyet tasavvuru” dediğiniz şeyin olmazsa olmazları. Bu konuda kırmızılar.com. şuurlu bir misyonla hareket ettiğini görüyor, şahsınızda Kırmızılar ekibine ve destek verenlere içtenlikle teşekkür ediyorum.

M.Metintaş: Bize destek veren ve ailemiz kabul ettiğimiz günden güne yükselen bir halkamız var. Azim ve şevkimizi artıran, sizin de içinde bulunduğunuz bu dost halkasına ben de teşekkür ediyorum.

Hocam, sizi anlıyorum. Konu bir tarafıyla uzun bir tarihî sürecin konusu. Oryantalist araştırmacıların etkileri ve katkıları mevzu bahis. Ama mesele sadece bir tarihî süreç çerçevesinde kalmıyor. Bizim hayatımızın bir yüzü ses dünyası. O halde müzik konusu bizim için en temelde nereden ve nasıl başlar, sizin bu konudaki kanaatiniz nedir?

F.A.Başer: Efendim, medeniyet denilen şey bir bütün. Müziğimize bakarken bu gerçeği unutmamalıyız. Yaşadıklarımız ve tecrübelerimizin toplamı olan tarihimiz ne ise müziğimizde yaşayan da odur. İnancımız, düşüncemiz ne ise müziğimize akseden de odur.  Şiirimiz ne anlatıyorsa müziğimiz de onları söylüyor… neyi seviyor, neden üzülüyor, nasıl cesaret buluyor, korkuyor, ağlıyor, seviniyor, avunuyor, övünüyor, gülüyorsak… her bir duygu ve düşünce bütün renkleriyle müziğimizin diliyle de ifadesini buluyor. Müzik, toplumu, hatta müzik zevki bağlamında fertleri yansıtan gerçekçi bir ayna konumunda. Bu yüzden müzik-bilim söz konusu olduğunda, düşünce, din, dil tarih, edebiyat gibi temel alanlar ister istemez müziğimize de dahil oluyor.  
Gerçi zor bir soruyla beni terleterek başladınız ama, bu perspektifle sorunuza döner ve müziğimizin ortaya çıkışına dair bir nokta ararsak, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Türk ve Türkçe ne zaman var olduysa, müziği de o zaman var olmuştur.

Dil, kullandığı bütün elemanları yani kelimeleri, somuttan soyuta büyük bir tarih ve tecrübe eşliğinde adım adım biriktirirken, bir yandan da bu elemanlar arasındaki ilişkileri, kendine mahsus özgün sistematik bir kurguyla inşâ etmeyi de başarıyor. Dil, içinde taşıdığı sistematikle muhteşem bir yapı, bir medeniyet çekirdeği adeta. Türkçe hem kadim bir dil, eski Türkçemizle “Bayat”, hem de taptaze, genç, zinde, diri, yaşayan güncel bir dil. Türk müziği ise bu mükemmel sistematikle birlikte hareket eden, kelimeleri seslere yüklenerek kodlanmış onun doğal bir parçası. Müzik diliyle Bayâtî yani. Şahsen Türk müziğinin, geçirdiği bütün evreleriyle Türkçenin içinde izi sürülebilir bir nüve olduğunu düşünürüm.

Türkçe nasıl Türk mantalitesini, inancını, zevkini, psikolojisini, değer yargılarını…vb yansıtan özgün bir dilse, Türk müziği de öyle bir dildir. Bizim ana dilimizdir. Bu dilin içindeki bütün sesler, tınılar, inişler çıkışlar, ritmik yapılar aslında çok iyi bildiğimiz, aşinalarımızdır. Nasıl her Türkçe konuşan gramer kurallarını bilemiyorsa, kendi müziğinin de makam usul bilgisi gibi bazı kurallarını bilemeyebilir. Ama müziğini bilir ve tanır.

M.Metintaş: Çok ilginç. Bizim aydınlarımızın ve eğitici kadrolarımızın gündemine girmeyen bir nokta burası. Bu vadide konuyu biraz daha açabilir misiniz?

F.A.Başer: Şöyle açıklamaya çalışayım isterseniz. Malum, sözün ve müziğin temel malzemesi sestir. Konuşma sırasında söze tabii olarak eşlik eden, dilin kendine has bir müziği de vardır. -Bunu fonetik denilen, dile ait ses bilgisinden daha fazlasını kastederek söylüyorum- Sözün anlamı, bu saklı müziğin eşlik etmesiyle biçimlenir. Sesin yükselip alçalması, vurguları, şiddeti,  ritmi, duraksamaları vb. unsurlar bir araya geldiğinde karşımızdakini çok daha iyi bir şekilde anlarız. Dahası sözün sahibi hakkında, sesini duyduğumuz için bir kanaate de ulaşırız. Çünkü sözün arkasındaki müziği tanır, onu ayrı bir anlama metni olarak değerlendiririz. Mesela kağıda yazıldığında çok olumlu karşılanacak herhangi bir sözün, olumsuz bir hissiyatla veya maksatla söylenmesi durumunda, muhatabın bunu o arka plan dil müziği üzerinden anladığı ve söze göre değil duyduğu müziğe göre hükmünü verdiği bir gerçek.

Tabii her dilin bir müziği var. Nitekim bir dili iyi konuşabilmek o müziği tanımayı, anlam bütünlüğünü, sözle birlikte eş zamanlı olarak yakalamayı gerektiriyor. Yani dil öğrenimi konuşmakla değil, önce dinlemekle, yani müziğini çözmekle oluyor. Her bebek ortalama bir yıl boyunca konuşmaları dinledikten sonra konuşma denemelerine geçiyor. Dikkat edin bu denemelerde anne ve babasının kullandığı sözel yapıların melodilerini ezberlediklerini ve bunları tekrar ettiklerini görürsünüz. Söz becerisi sonradan gelir. Demek ki önce müziğimizin de temeli olan dilimizin müziğini öğreniyoruz. Burada, ilişkileri çözümlenerek seslerden anlam çıkarılmasından bahsediyorum.  Öğrendiğimiz ilk dil olan bu müzik dili, aynı zamanda Hz Süleyman’a atfedilen ve kuşdiline teşbih edilen bir tabiat dilinin izlerini de taşır gibidir.

İşte hepimiz ilk çocukluğumuzda ana dilimizi öğrenirken temrin ettiğimiz “kuşdili saflığındaki” kendi müziğimizi, dimağımıza bir temel veri olarak yerleştiriyoruz. Fakat konuşma ve söz becerimizin gelişmesi ile “kuşdilini” dahi anlamamıza yol veren o ilk öğrendiğimiz müzik dilinden uzaklaşıyoruz, unutuyoruz. Sesteki letâfete göre kaba kalan sözün esiri oluyoruz.  
Yine çocuklardan örnek vereyim, onların kendilerini seven kimseleri hemen anladıkları yolunda temel bir kanaatimiz vardır, değil mi? Doğru, hemen anlarlar. Çünkü onlar, söze itibar edecek kadar dile hâkim değillerdir. Bu sebeple sesteki o saklanamayan anlamı çözer ve ona itibar ederler ve tabii hiç yanılmazlar.

M.Metintaş: Dil ve müzikle ilgilenen birçok kurumumuz, üniversitelerde bölümlerimiz var.  Buralarda böyle bir farkındalık var mı acaba? Konservatuarlarımızda, öğretilen müziğin sahibi olan toplumun dilindeki müzikal prototipin farkında mıyız, hocam?

F.A.Başer: Ne kadar hayati ve güzel bir noktadan girdiniz. Konuşma seslerimizdeki aralıklarla, müzikte “koma” dediğimiz küçük aralıklı perdelerimizin örtüşmesi de çok dikkat çekici bir konudur. Yani konuşma ile müziğimiz arasındaki ses düzeneği gibi, söz dizimindeki melodik yapılar da müşterektir.  Tabii mesele zannettiğimizden çok daha derin.  Bu konuda çok yönlü araştırma ve analizlere ihtiyaç var. Birkaç başlık sıralayayım mesela:
1-Konuşma dili ile müziğin ses malzemesini kullanmaları dolayısıyla, ses ve anlam arasındaki bağın araştırılması ve çözümlenmesi meselesi. Buna müzikte “perde” dediğimiz ses malzemesinin konuşmadaki seslerle ilişkisi ve konuşmadaki ses kullanım alanlarının tespit edilmesi, seslerin müziğe de yansıyan hançere özellikleriyle birlikte araştırılması benzeri bazı çalışmaları da eklemek gerekir.
2-Türkçe dil mantığının, yani gerek ek, kök gibi söz elemanları guruplarının, gerekse bu guruplar arasındaki sistematik ilişkilerin, müzik nazariyatında nasıl akis bulduğunun araştırılması. Belki buna, yabancı anlam unsurlarının bünyeye katılma ve bünyenin parçası olabilmesinin nasıl ve hangi süreçlere bağlı olarak mümkün olduğunun belirlenmesi gibi çalışmalara da ihtiyaç vardır.
3-Sözlü müzik örneklerinde, makam seçiminden, ezgilemeye, şiir ve müziğin anlatım birlikteliklerinin ve zenginliklerinin tespit edilmesi.
4-Tarihî süreçlerde, çeşitli coğrâfî, ekonomik…vb (Dağ , nehir, rüzgâr, demir, at, koyun, dokuma tezgâhı, keçe tepme, sesleniş biçimleri, komutlar, nidâlar…vb) sebepler veya uğraşlar sonucunda, dile ve müziğe yansıyan ses ve anlatım özelliklerinin de tespit edilmesi gerekmektedir.
5-Vezin ve usuller arasındaki ilişkiler. Konuşma dili ve müzikte tercih edilen ritmik yürüyüşün, yani gider ortalamalarının tespiti. Anlatımda ritmik yapıların anlamları ve sesli anlatıma katkısı da keşfedilmeyi beklemektedir.

En kadim olanın en güncel bir şekilde kullanıldığı alan Türkçemiz ve müziğimizdir. Bu konuda yapılacak araştırmaların, bir dil olarak Türk müziğinin değerini ve imkânlarını çok daha iyi anlamamıza, ortaya çıkacak malzemelerin müziğimizin sağlıklı devamı için eğitim ve sanat uygulamalarına kaynaklık edeceğine inanıyorum.

resim154671

M.Metintaş: Hocam, anlıyorum ki, gerçekten uzmanlık gerektiren dil ve müzik konularına mukabil, bir de bunlar arasında vaz geçilemez bir ortak arka plan var. Doğru mu anlıyorum?

F.A.Başer: Evet efendim, elbette!

Sizin ilk sorunuz dil üstünde yoğunlaşmamıza sebep oldu ama olsun. Şunu da ilave edeyim. Eğitim kurumlarımızda Türkçenin iyi öğretilmesi, güzel kullanılması konusunda çaba sarfediliyor, çeşitli görüşler beyan ediliyor. Fakat yeterince başarılı olunamadığı da bir vakıa. Bana göre bunun sebebi, ana dil müziğinin dil eğitiminde henüz fark edilmemesi,  ihmal ve iptal edilmesidir. Çocuklarımız Türkçe konuşuyor ama kulaklarındaki sesler Türkçenin sesleri değil. Türkçede anlam, iki kanatlı kuş gibi, söz ve onu taşıyan müzikle birlikte uçar. Dil zevki müzikle birlikte pekişir çünkü. Aksi halde, sadece dildeki zevk ve ritmik âhenk bozulmakla kalmaz, anlama da dumûra uğrar. Sizin vasıtanızla çağrı yapalım; yuvalar başta olmak üzere bütün eğitim kurumlarımızda, seçilmiş en güzel türkülerimiz, şarkılarımız dinletilsin, öğretilsin.

M.Metintaş: Gerek dilin gerek müziğin toplumsal geçmişin kültürel nüveyi inşâ ettiği dönemlerden kalan, karakteristik nitelikleri kayboluyor mu acaba? Yoksa kültürün kendini üretebilme imkânı âdetâ bir kök hücre gibi yapının özünde duran o nüvenin eseri mi oluyor? 

F.A.Başer: Toplumun geçmişini çerçeveletip, işi bitmiş bir şey gibi duvara asmak düşüncesinde değiliz. Eğer asıl olan medeniyetimizdeki birikimin yeni nüanslar kazanarak büyümesi ve devam etmesi ise, üretecek olan yeni kuşakların o medeniyet kodlarıyla buluşmasını sağlamamız lazım. Mesela okullarda müzik öğretmek denince, müzisyenlik eğitimi gibi de anlaşılıyor ve hatta bana göre yanlış olarak müzik öğretmenleri bu yolda eğitim vermeye çalışıyor. Halbuki müziğin kurallarını öğretmek, müzik kulağı olan yetenekli ve istekli öğrencilerle mümkündür. Tabii bu da çok gerekli, fakat sonuç almak için seçerek ve gurupları küçülterek çalışmak çok daha uygun. Genel eğitime kulak terbiyesi demeli ve dinlemenin nasıl olacağı müziğimiz dinletilerek öğretilmeli.
Müziğimizle kulak terbiyesi sadece Türkçe için değil, milli duyuşların kazandırılması için de gereklidir. Çünkü müzik, biraz önce konuştuğumuz gibi, hayatı anlamlandırmaya başladığımız ilk duyumuz olan işitme yoluyla öğrendiğimiz, duyguları ifadelendiren berrak bir dil. Türkçemizde nasıl bütün bir tarihimiz, tecrübelerimiz var idiyse, müziğimizde de milli duyuşlarımız, hüzünlerimiz, sevinçlerimiz, kahramanlık duygularımız, coşkularımız var. Türkçe ve Türk müziği birlikte öğretildiğinde yeni nesillere medeniyet aktarımı gerçekleşmiş olur. İnsanımız, nasıl bütün çağrışımlarıyla asırlardır Türkçesinde biriktirdiği kavramları tanıyor, yeri geldiğinde bir kelimeyle yekvücut oluyorsa, milli duyuşlarını yüklediği müziği sayesinde, duyduğu bir kös veya zurna sesiyle aslan kesilir.

M.Metintaş: Yani sizce klasik dönem ustaları yaptığınız bu açıklamanın farkında mıydılar?

F.A.Başer: Yahya Kemal, medeniyetimizin ustalar elinde yoğrulduğunu söylüyor. Fârâbi’den, Merâgî’ye, Hâfız Post’tan Itrî’ye, Dede Efendi’ye kadar bütün büyük bestekârlar, bu duyuşları en olgun ve sanatlı bir biçimde müziğimizde işlemişlerdir. Makamlarımızın teşekkülü ve kıvamlı kullanış biçimleri de yine, bu duyuşları en doğal ve saf halleriyle çözerek hikmetin yakalanmasıyla vücut bulmuştur. Bu yüzden klasik eserlerimiz, yalın, gösterişsiz, fakat muhkem ve muhteşemdirler.

Türklerin, tespit edebildiğimiz ilk devirlerden itibaren müziğin duyuş alanını çok iyi kullanarak yönettikleri anlaşılmaktadır.  İslâmiyet öncesinden sonrasına akseden, tarih boyunca devam eden ve nihayet günümüze kadar intikal eden, müziği bir kuvve olarak değerlendirme ve bundan yararlanma düşüncesi dikkat çekiyor.
 
M. Metintaş: Değerli Hocam, bu noktada ister istemez bir soru akla geliyor: Türkler’in müziğe has bir özel bakışı, o bakışa hakim bir bilinci olduğundan söz etmek mümkün mü? O “bakış”ta tarihsel bir devamlılık fikri aranması yerinde olur mu? Mâdem bu bir “medeniyet algısı” konusudur, bir özel medeniyetimiz var diyoruz. O halde medeniyet müesseseleşme fikrine yönelmeyi gerektiriyor malumunuz!..

F.A.Başer:Türklerin müziğe nasıl baktıkları ve değerlendirdikleri aslında çok açık ve berraktır. Bunu müzik için kullandıkları KÖK kelimesinden kolayca anlayabiliriz. Bu kelime “küğ” şeklinde de kullanılmış, şu anda da Kazak, Kırgız , Tatar…vb. Türk topluluklarında canlı ve güncel bir kelime olarak yaşamaya da devam ediyor. Asıl veya menşei anlamının Türkçe karşılığı olan Kök’ün, sadece adına bakarak bile Kök Tengri’ye nisbetle ifâde edildiğini anlarız. Yani Türklere göre müzik Türkçesiyle Kök, Tanrısal bir faaliyet alanı olarak algılanmıştır. Bu anlayış İslâmî dönemde, İslâmiyetin ufkuyla  daha da kıvam kazanmış…

Bilindiği gibi tasavvuf ehli, mûsikinin menşeini  elest bezminde ruhların, Hz. Allah’ın  “Elestü bi rabbiküm?” (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) hitab-ı şerifine mazhar oluşlarında duydukları Hak zevkine bağlar, Hakk’ın ses ile zuhûruna kulak vermeye “Sema’”  derler. Yani eski Türkler’de de İslâm tasavvufunda da mûsikinin menşei Hak’tır. Hatta Âşık Paşa’nın meşhur Garibnâme’sinde,  ol emri kastedilerek “Kâf- i nundan doğdu bütün negamât u usûl” Bütün nağmeler ve usuller Kün emrinden zuhur etmiştir, deniyor.

Telakki bu! 
Yâni, sorunuzdaki devamlılık hakkındaki tesbit arayışının tarihimizde verilmiş bir fiilî cevabı var. Sorunuzdaki devam fikrini te’yid eden bir cevaptır bu.
Nitekim, mûsikinin ruha haz vermesindeki hikmet daimâ bu aidiyetteki sırda aranmıştır. Büyük bestekârlarımızın Hafız Post’undan Itrî’sine Dede Efendi’sine kadar mutasavvıf bestekârlar olması da bir tesadüf değil, bu görüş ve anlayışın müesseseleşmiş bir tezahürüdür. Onların ortaya koyduğu eserler, başlangıçta konuştuğumuz o en doğal dil müziğini, “kuşdili” teşbihindeki tabiat diliyle en saf ve pür bir şekilde işleyen yoğuran eserlerdir. Bu eserlerin ortaya çıkardığı musiki ise Hak’kın hikmetine yaraşır, insan gönlünü ve onun macerasını en iyi şekilde ifâde eder bir musiki olmuştur. Bu musiki ile olan irtibatımız bizi o yüksek değerlere eriştirecek en değerli hazinemizdir.

Dilerseniz konuyu burada bağlayalım. Çünkü bu bahis yürütüldüğü takdirde Türk mûsikî felsefesi üzerinden bir mûsikî tarihi açıklamasına doğru gider ve okuyucumuzu yorabiliriz.

Hulâsaten bir hüküm ararsak; bizim dilimizde zımnen ve mecburen var olan müziğimizin prototip nüvesinin fark edilmesi, birçok sentetik kurgu ve oryantalist yaklaşımı daha baştan saha dışına itmek zorundalığımızın da işaretidir. Milli insan tipimizdeki şahsiyet, duyuş düşünüş, refleksler, hattâ jest ve mimikler dahî bu noktadan bakıldığında ve oraya göre akortlandığında, günümüzdeki medya telkinlerinin dejenere etmekte bulunduğu dil zevki ve duygularımıza musallat olan kanserli tutum ve cehalete karşı ne yapmamız gerektiğini de bize bildirmektedir…

Çok teşekkür ederim.

M.Metintaş: Bilakis hocam, asıl biz teşekkür ederiz. Bu açıklama ve yepyeni bir dikkat kulvarı açan tesbitlerinizin, gelecek nesillerimizin sağlıklı bir seyir kazanmalarında, eğitimcilerimiz ve aydınlarımıza gayet değerli ip uçları verdiğini düşünüyorum.
 
Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen