Akrabamız bir hanım getirip “namazınızı bununla kılarsınız” diye anneme bir “namazla “vermiş. Getiren hanımın babaannesininmiş, namazlarını bunun üzerinde kılmış bir ömür..
En az yetmiş seneliktir.
“Kim, nasıl akraba?” deyince annem anlattı;
“Sarallan abam u, adı Zenep’di. İkimiz gardeş çocukları olyoz. Unun buvasınnan benim buvam gardeş. Bi de Cıbıllân abam vardı.
Zenep Abamın aya gırıldıdı. Baçada gayıp tüşmüş. İşte u zamanna mefat itti. Bizim hacıdan geldimiz zamandı, bin dokuz yüz doksan beş’de.”
Bu seccadenin nasıl yapıldığını sordum. “İp harcı”nda yapılırmış. Saçakları elle bağlanırmış. Sadece seccade değil, pala, çuval da dokurlarmış ip harcında.
Biz de Zeynep ismi çok.
Annemin anne tarafından ebesinin adı da Zeynep imiş. Bizim köyden yayan dokuz- on saat uzaklıktaki bir köyde vefat etmiş.
Kocası o köye imam durmuş.
Köyün adı Beyyayla.
Annem sık sık ebesini anlatır.
Sarı yazması varmış. Yazmalarını eline alır, sarıya boyarmış hep. Yıkar gibi eline alır öyle boyarmış.
Annesine geldiği zaman yatakları yazlığın ucuna döküp kabartırmış. “Yuka yazar, börek yaparmış.”
Yufka yani ince. Zıddı kalın. Dilaver Cebeci Ağabey bir şiirinde diyor ya;
“Kalın ordu nerde olsa görünür,
Ülkülere birlik ile varılır,
Yoldaşımız gök pusatlar darılır,
Türk’ün Türk’e küseceği çağ mıdır?”
Yufka açmak değil de “yazmak.”
Kocası Tirt Dede imiş Zeynep Ebe’nin.
Köyüne, çocuklarına hasretlik çekermiş o köyde.
Hastalanmış, çaresini de bulamamışlar. Hep köyünün tarafına bakarmış. Orada çam ağaçları varmış, onları göstererek “Bullâ pek serin, beni bu çamlan altına gömün” dermiş.
Dedem köyden yiyecek, giyecek toplar Zeynep Ebe’ye verirmiş, o da Beyyayla’daki çocuklara dağıtırmış. O zamanlar araba, telefon falan zaten yok. Ancak birileri gelecek gidecek de haber alınacak.
İki çocuğu Aşa Ebe ile Veli Dayı annelerinin hasta olduğunu duydular mı, yoksa öylesine annelerini mi özlediler, Beyyayla’ya gitmişler.
Sarılmışlar, ağlaşmışlar. Hasret gidermişler. “Dağları , daşları delip gelen Veli’m, dağları daşları delip gelen Aşam” der sarılırmış çocuklarına Zeynep Ebe.
Çocuklarıyla bir akşam beraber kalmışlar, ertesi gün de Zeynep Ebe vefat etmiş. O köye defnetmişler. “Ebemi dediği gibi çamlan dibine gömmüşle” der annem.
Bu Pazar günü annemin dediği köye gittim. Önce ben nasıl gidilir, yolu izi var mı diye bir bakayım, sonra da münasip bir zamanda annemle gideriz diye düşündüm. Dağların tepesinde bir köy çünkü.
Bir gün annemle gitmek nasip olur inşallah.
Bugün de Yetik Ozan’ın ( Dr. Turgut Günay) bir şiirini koyalım.
Kilim
El emeği, alın teri, göz nuru;
Bu kilimde üç çilenin yünü var,
Boşa değil şu kibiri, gururu,
Yedi iklim, dört köşede ünü var.
Renk almış yaylanın çiçeklerinden,
Desen tutmuş buğday başaklarından,
Gök kuşağı ağmış saçaklarından;
Üzerinde bir ilkbahar günü var.
Her teli bir pınar olup akmada,
Her düğüm yâr gözü gibi bakmada,
Biçimler el ele halay çekmede;
Sanki ortasında köy düğünü var.
Bir ucunda bir destana başlanmış,
Bir ucunda gülle bülbül eşlenmiş,
Bir ucunda acı gerçek işlenmiş,
Bir ucunda tatlı düşler tünü var.
Yunus Emre tapınanda yüz koymuş,
Karacoğlan saz çalanda diz koymuş,
Köroğlu dört nala geçmiş iz koymuş;
Boylamında erenlerin yönü var.
Höyük gibi bengiliği yaşıyor;
Bağrında bir kutlu gömü taşıyor,
Yaşı nice yüzyılları aşıyor;
Bu kilimde uygarlığın dünü var.
Yetik Ozan
“Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar,
Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler.”
Vefat edenlere fatihalarla…