Tanzimat döneminin topluma ve dünyaya en açık kalemlerinden biri Namık Kemal’dir (1840-1888). Onun hayatı bazen melodrama kaçan bir romana bazen de romantik bir şiire benzer. Aynı nesle mensup olduğu yazarlardan en çok da mizacı yönüyle ayrılır o. Bu nedenle Kemal’in iç dünyası bir tiyatro salonunda seyirciye pek de aldırmadan gür sesiyle tiratlar okuyan bir oyuncuya teşbih edilebilir. Yani, nevi şahsına münhasır bir beniâdemdir Kemal.
Kültür tarihinin birçok önemli kavramının ya ilk kıvılcımını ateşlemiş ya da daha önce varlığı hissedilen mevzi parıltıları büyütmüş ve topluma mal etmiştir o.
Oğlu Ali Ekrem babasıyla ilgili (Namık Kemal, M.E.B. Yayınları, Ankara 1998.) öyle şeyler anlatır ki zihni tuz buz olmuş bir aynaya benzeyen günümüz insanının bunlara akıl sır erdirebilmesi çok da mümkün görünmez. O hâlde en yakınındaki insandan hareketle tanımaya çalışalım bu aykırı insanı:
“Bir gün etrafındaki gençlere: ‘Çocuklar, size bir marifet göstereyim.’ diyerek dört kişiye birden dört ayrı mevzuu imlâ tarikı ile asla tevakkuf ve tereddüt etmeden yazdırmış, sonra da yazıları alarak her satırın arasına kendi eliyle bir satır ilâve etmiştir.” (s. 99.)
(Namık Kemal dört kişiye aynı anda dört farklı yazıyı yazdırtabilecek kadar dikkat ve birikime sahipti.)
“Zihninde, müthiş bir fıkragû olan pederinden duyduğu, ki Kemal pederi için ‘Dünyada tanıdığım insanların en zekisidir.’ der, şark ve garp edebiyatlarından iltikat ettiği (topladığı) binlerce güzel fıkra vardı ve bunları daima bir münasebet düştükçe tatlı tatlı naklederdi.” (s. 100.)
(Zihninde binlerce fıkra bulunan Namık Kemal bu fıkraları yeri, zamanı geldikçe anlatmayı severdi.)
“İnsanı hayretlere duçar eden hafızasına delil olarak söyleyeyim ki beş, altı saat Türkçe, Arapça, Acemce, Fransızca mütemadiyen şiir okuduğunu kaç defa gördüm.”
(s. 108.)
(Kemal, beş altı saat hiç durmadan farklı dillerden şiirler okuyacak kadar geniş bir şiir hafızasına sahipti.)
…
Mithat Cemal’in Üç İstanbul’u mu, Adrian Gilbert’in Üç Bilge Kral’ı mı, Stefan Zweig’ın Üç Büyük Usta’sı mı bana nüfuz etti bilmiyorum ama bugünlerde Namık Kemal’i ve onunla ilgili değerlendirmeleri hep üç ana başlık altında kategorize etme temayülü içindeyim. Bu üç eser benim bilinçaltımı bir şekilde etkilemiş olabilir, ama bunların dışında bir de M. Kayahan Özgül’ün Namık Kemal’in hayatındaki üç’lere gönderme yaptığı bir paragrafı var ki bendeki etkisi yukarıdaki üç yapıttan hiç de az değil:
“Kemal Bey’in hayatında, Bayezıd Camii’nin avlusuna kurulan ramazan sergilerinin önemli bir yeri vardır. Kısa ömrünün en önemli üç tanışıklığını burada yaşamıştır. 1276 Ramazanında (Mart-Nîsan 1860) Abdülhamid Ziyâ Bey’le burada tanıştırılmış ve onun ağzından ‘mükemmel bir şair olacağı’ müjdesini de ilk burada almıştır. ‘Ben ahbâbı, arkadaşı az bir adam değilim; fakat, ömrümde Refik kadar kimseyi sevemedim.’ dediği Mir’atçi Mustafa Refik Bey’le bir ramazan günü, yine Bayezıd Camii’nde tanışmıştır. Son olarak, Yûnus tarzı bir ilâhî zannıyla yirmi paraya satın alıp, Şinasi Efendi’nin münâcâti olduğunu fark ettiği varakpâre ile tanışması da 1278 Ramazanında (Mart 1862), camiin avlusunda kitap sergilerinden birinde olmuştur.” (M. Kayahan Özgül, Kemâl’le İhtimal -Nâmık Kemâl’in Şiirine Tersten Bakmak-, Dergâh Yayınları, İstanbul 2014, s. 34.)
Bu kısa girişten sonra şimdi de üç farklı ustadan üç farklı Namık Kemal dikkatini konuşma zamanı.
Birinci Dikkat
Namık Kemal’in bütün eserleri içinde belki en bilineni -ilk olarak- 2 Haziran 1876 tarihinde Vakit Gazetesinde yayımlanan “Hürriyet Kasidesi”dir.
Hudâ me’yûs kılma gönlümü ikbâl-i milletten
Haberdâr eyle ‘Rahman’ ismini ahvâl-i milletten
Olup mecrûh, peykân-ı kazâdan tâir-i devlet
Demâdem hûn akar çeşmim gibi şehbâl-i milletten
(Allah’ım, milletin talihinden gönlümün ümidi kesilmesin. Milletin -içinde bulunduğu- hâle -karşı onları- esirgeyici adından haberdar et. Kaderin okuyla yaralanan devlet kuşunun millet adlı kanadından gözüm gibi daima kan akar.) (M. Kayahan Özgül, Leskofçalı Galip, K.T.B. Yayınları, Ankara 1987, s. 136.)
Namık Kemal’in, Leskofçalı Galip’in (1829/30-1867) yukarıdaki dörtlüğünü okuduktan sonra ve yine bu mısraların etkisiyle yazmaya başladığı “Hürriyet Kasidesi” hem devrinde hem de devrinden sonra edebiyat tarihinde en fazla iz bırakan hamasî metinlerdendir. Bu manzumenin edebiyata gönül vermiş hemen herkesin ezbere bildiği ilk beyti şöyledir:
Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk ü selâmetten
Çekildik izzet ü ikbâl ile bâb-ı hükûmetten
(Asrın hükümlerinin doğruluktan ayrıldığını görüp şeref ve haysiyetimizle Hükûmet kapısından çekildik.)
Sivas’ta edebiyat öğretmenliği yaptığı yıllarda “Hürriyet Kasidesi”ni öğrencilerine anlatacağı bir gün ders öncesi manzumeye şöyle bir göz gezdirdiğinde şiirin yukarıya alıntıladığımız ilk beytiyle ilgili olarak Şükrü Elçin’in zihninde ilginç bir soru işareti belirir. Hoca, bu beyitteki birkaç kelimeye değişik araştırmacılar tarafından verilen manaların şiirin anlam dünyasıyla çok da örtüşmediğini fark eder. Hadisenin geri kalan kısmını Elçin’in kendisinden dinleyelim:
“ … (beyiti) nesre çevirirken bir tutarsızlık olduğunu fark ettim. Asrın hükümleri doğruluk ve selâmetten inhiraf edemezdi. İnhiraf edenler (sapanlar) insanlardı. Sonunda ‘ahkâm’ın ‘hükkâm: hükmedenler’ olması icap ettiği kanâatine vardım. Mısraın vezninde de bir aksaklık çıkmadı. Bâb-ı hükûmetten tek başına çekilen Namık Kemal olduğuna göre, metindeki fiilin ‘çekildim’ olmasına karar verdim.
Bu yazıyı hazırlarken İsmail Habip Sevük’ün de fiili Türk Teceddüd Edebiyatı Tarihi’nde o şekilde yazdığını gördüm.
Öğrencilere, beyti:
Görüp hükkâm-ı asrı münharif sıdk ü selâmetden
Çekildim izzet ü ikbâl ile bâb-ı hükûmetden
olarak düzeltip ‘Asra hükmedenlerin (iradeyi ellerinde tutanların) doğruluktan uzaklaşıp kusur ve ayıplardan kurtulamadıklarını görünce hükûmet kapısından şeref ve haysiyetle çekildim.’ şeklinde açıkladım.” (Şükrü Elçin, Hikâye’den Hâtıra’ya, Akçağ Yayınları, Ankara tarihsiz, s. 87-89.)
Yazının devamında Namık Kemal’in, devrinin siyasal baskılarından dolayı (Burada istibdada vurgu yapılıyor.) bir kısım şiirlerini bastıramadığını, bu nedenle şiirlerin elden ele/dilden dile dolaşırken bazı kusurlarıyla birlikte gelecek nesillere aktarıldıklarını vurgulayan Elçin, beyte getirdiği yeni yorumun kendince arka planını izah etmeye çalışır. Daha önce de belirttiğimiz gibi şiirin 1876’da yayımlanmış olması gerçeği, Elçin’in bu yorumunu biraz havada bırakır. Çünkü şiir, iki beyti eksik olarak da olsa yayımlandığında II. Abdülhamit henüz tahta çıkmamıştı.
Her şeye rağmen Elçin’in, bu şiirin ilk beytine yaptığı şekilsel ve anlamsal katkı ilginçtir, ufuk açıcıdır ve edebi metinlere, zaman zaman genel kabulleri bir kenara bırakarak şüpheyle de yaklaşılması gerektiğini hissettirmesi bakımından değerlidir.
İkinci Dikkat
İkinci Namık Kemal dikkati, hocaların hocası ve aynı zamanda benim de hocam olan Ömer Faruk Akün’den.
“Vatan yâhud Silistre’nin 1 Nisan Salı gecesi (1873) Gedik Paşa Tiyatrosu’nda gerçekleştirilen ilk temsili tarihî bir hadise oldu. Tiyatroyu doldurmuş olan seyirci kitlesi tarafından yükselen ‘Yaşasın vatan! Yaşasın Kemal! Yaşa vatanın Kemal’i!’ nidaları gittikçe artarak sokağa taştı.” (s. 368.)
Bir gün sonra İbret Gazetesi bu heyecanı sayfalarına taşıdı. Vatan yâhud Silistre 3 Nisan 1873’te bir kere daha sahnelendi. Bütün bunlar olurken İbret toplumun heyecanını sütunlarına taşımaya devam etti ve bu nedenle 5 Nisan 1873’te bir daha çıkmamak üzere kapatıldı. İbret’ten hemen sonra devrin bir başka gazetesi olan Sirâc’ın da kapısına kilit vuruldu. Açıkçası İstanbul’da siyasi bir had bildirme furyası kendini göstermeye başladı. Elbette fırtına bu kadarla dinmeyecek, insanlara sirayet edecek ve birilerine gözdağı verilecekti. Çok geçmeden beklenen oldu, başta Namık Kemal olmak üzere İbret’in saygıdeğer yazarları Ebuzziya Tevfik, Nûri, Bereketzâde İsmail Hakkı, Ahmet Mithat Efendi tutuklanarak hapishaneye gönderildiler (6 Nisan 1873). Bu tutuklamalardan sonra aydınların sürgün gerçeğiyle tanışmaları artık an meselesiydi.
…
Normal bir gözlemci/araştırmacı, görünenlerden hareketle bütün bu olanları acaba nasıl yorumlardı?
Büyük ihtimalle yorum şuna yakın olacaktı:
Namık Kemal ve arkadaşları, Vatan yâhud Silistre’nin halkta uyandırdığı heyecan/galeyan ve ilgiden rahatsız olan yöneticiler (padişah) tarafından sürgüne gönderilmişlerdir.
Düz mantık hemen herkesi böyle bir yoruma götürür. Birçok edebiyat tarihçisi ve araştırmacısı da maalesef bu ve buna benzer yorumlar yapmışlardır. Ancak hakikat hiç de görünenden ibaret değildir.
Bu genel kabulü Ömer Faruk Akün’ün titiz çalışmaları ve konuya getirdiği farklı yorumlar değiştirmiştir. Çünkü sosyal olayları tek/yanlı bakış açılarıyla, dıştan/yüzeysel yaklaşımlarla çözümlemek çoğu zaman gerçeğin ortaya çıkmasına hizmet etmez. Olguların/olayların öncesine-sonrasına dikkatle bakmak, neden-sonuç ilişkilerini gözden kaçırmamak gerekir.
Söz tekrar Akün hocanın:
“Namık Kemal ve arkadaşlarının sürgün edilmesinde asıl sebebin Veliaht Murat Efendi ile sürdürdükleri temasları olduğu anlaşılmaktadır. Oyunu temsile koyan Güllü Agop’un Tiyatro-yı Osmânî kumpanyasının herhangi bir şekilde ceza almaması ve aynı yılın sonbaharındaki yeni tiyatro sezonundan başlayarak oyunun temsil edilmesine İstanbul dışında izin verilmesi de meselenin doğrudan doğruya Vatan yâhud Silistre ile ilgisi olmadığını göstermektedir. Nitekim yeni tiyatro sezonunda Tiyatro-yı Osmânî kumpanyasının Selanik’ten başlayarak Vatan yâhud Silistre temsillerine devam ettiği bilinmektedir.” (Ömer Faruk Akün, “Namık Kemal”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt: 32, İstanbul 2006, s. 368.)
Yukarıdaki alıntı sürgün bahsinin daha çok siyasi olduğunu, yani sürgüne gidenlerle ve özellikle Namık Kemal ile V. Murat arasındaki bağlantıyı kastediyoruz, konunun Vatan yâhud Silistre ile pek de ilgisinin bulunmadığını gösterir.
Üçüncü Dikkat
Üçüncü ve son dikkat Ahmet Hamdi Tanpınar’dan. Aslında bu dikkat bir önceki dikkatin kronolojik olarak devamı da.
Tanpınar, Namık Kemal’in arkadaşlarıyla birlikte Magosa’ya sürgüne gitmesinin hemen öncesinde ve yolculuk sırasında ortaya koyduğu tavır(lar)la ilgili olarak şöyle bir çözümleme yapar:
“Ebuzziya Tevfik, Yeni Osmanlılar Tarihi’nde gerek kendisi ve gerek arkadaşlarının bu ilk menfa (sürgün) hayatını yolculuğun başından itibaren teferruatıyla anlatır. Kemal’in çehresini çok başka türlü aydınlatan bu teferruat arasında onun arkadaşlarıyla beraber Sirkeci’ye inerken halkın galeyan ederek kendilerini kurtaracağına hakikaten inanması belki en garibidir. Vapurda ise sık sık yüksek sesle ‘Marseillaise’i söylermiş. Böylece Paris gurbetinde tohumu atılan hürriyet kahramanı ve mazlumu psikolojisi bu sürgünde kökleşir.” (Ahmet Hamdi Tanpınar, 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi, İstanbul 1985, s. 359.)
Alıntıda Tanpınar’ın ayrıntılara yüklediği sezgisel anlamlar hemen fark edilir. Namık Kemal’in İstanbul’dan ayrılma aşamasında vapura binmek için Sirkeci’ye doğru yürürken halkın galeyana gelip kendilerine sahip çıkacağını düşünmesi ve Tanpınar’ın bu hadiseye ısrarla vurgu yapması edebiyat tarihimiz açısından mühimdir. Tanpınar bu dikkatle aslında dolaylı olarak da olsa Kemal’in romantik kişiliğinin altını çizer.
Bizim burada asıl vurgulamak istediğimiz nokta, Namık Kemal’in yolculuk sırasında sık sık Fransız milli marşının maneviyâtından himmet umması durumudur. 1869 yılında Marseillaise’in ilk kıtasını Türkçeye çeviren Kemal bunu yaparken, devrini ve sonraki devirleri derinden etkileyecek olan bir metni kamuoyunun dikkatine sunduğunun ne kadar farkındaydı bilemiyorum. 1870 yılında bu şiiri tam metin halinde çevirip Terakkî Gazetesinde yayımlayan Mehmet Ayetullah Bey olmuştur. Mehmet Ayetullah Bey’in İstiklâl Marşının vücut bulmasında hatırı sayılır anlamda katkısı bulunan Hamdullah Suphi’nin ağabeyi olduğu gerçeğini burada hatırlatmakta yarar var.
Yukarıdaki Tanpınar dikkatinin kaynağına inerek yazıyı toparlamaya çalışalım. Magosa yolculuğu bağlamında Ebuzziya Tevfik şunları anlatıyor:
“… vecde geldiği zamanlar Namık Kemal’e her şeyi yaptırmak, en büyük tehlikelere bile göz kırpmadan yollamak mümkündü.
Fransız milli marşını (La Marseillaise) ezberlemişti. Bazen damarlarındaki gayret ve hamiyet kanı enikonu coşunca bu marşı öyle candan okurdu ki, her halde onun yazıcısı ve bestecisi de başlarını kaldırıp kendisini görecek olsalar Namık Kemal’e imrenirlerdi. Böyle zamanlarda Namık Kemal’i halini, tavrını, boğuk sesini seyretmeye ve dinlemeye doyulmazdı. Böyle zamanlarda o artık fani bir insan olmaktan çıkar, gözle görülür bir hamiyet şimşeği, hamiyet yıldırımı hâlini alırdı.” (Ebuzziya Tevfik, Yeni Osmanlılar -İmparatorluğun Son Dönemindeki Genç Türkler-, Pegasus Yayınları, İstanbul 2006, s. 483-484.)
…
Bu yazı aracılığıyla, Namık Kemal başta olmak üzere, Ebuzziya Tevfik’i, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, Şükrü Elçin’i, Ömer Faruk Akün’ü bir kere daha rahmetle anmış olduk. Üç ayrı dikkatle, özellikle gençlere, bilimde takip etmeleri gereken yolu hissettirmeye çalıştık.
Elçin hoca, eski dile ve kültüre hâkimiyetini metindeki bazı yeni tekliflerle, kelimelere yüklediği değişik anlamlarla bize ulaştırdı. Akün hoca tam bir edebiyat tarihçisi dikkat ve rikkatiyle zaman zaman hepimizin düştüğü bir yanlışı somut bilgilerden hareketle düzeltti. Tanpınar, kaynağı Ebuzziya’ya dayansa da, Kemal’in hem iç dünyasına hem de beslendiği kaynaklara doğru yolculuğa çıkardı bizi. Gelecek nesiller ve araştırmacılar üzerinde iz bırakmak biraz böyle bir şey olsa gerek.