Namık Kemâl’in Evrak-ı Perişanını oluşturan biyografilerden birisi Yavuz Sultan Selim’e aittir (diğer iki biyografi Selahaddin Eyyûbî ve Fâtih Sultan Mehmed’indir). Bu eserinde Namık Kemal, devrine kadar gelen tarih yazıcılığının dışında farklı bir yol tutmuş; eserini zamanına göre sâde bir şekilde kaleme almıştır.[1] Onun maksadı tarihimizi tezyin eden bu büyük kahramanları halka tanıtmak ve sevdirmek olmalıdır.
Yavuz, Namık Kemal’in en sevdiği Osmanlı sultanlarından biridir. Hem şiir hem de nesirlerinde Yavuz’a müstakil bir yer ayıran Kemâl’in ona duyduğu muhabbeti oğlu Ali Ekrem şu satırlarla dile getiriyor: “Abdülhamit Kemal ile öteden beriden konuşurlarken ona birdenbire şu suali irat etti: “Beni mi daha ziyade seversiniz, bireder(imi) mi?” Kemal derhal cevap verir: Sultan Selimi Efendim! Padişah sükût ederek başını önüne eğer.” [2]
Kemâl’in Yavuz’a duyduğu yakınlık sayesinde onun şiir ve nesirlerinde “Selim-i Evvel” önemli derecede yer alır. Özellikle Evrak-ı Perişan’daki Yavuz portresinin satır aralarında, Kemal’in Selîm-i Evvele beslediği hayranlığın izlerini takip etmek mümkündür. İşte Kemal’den başlayarak ondan Abdülhak Hamid’e, ardından Muallim Naci ve takipçilerine hatta Tevfik Fikret’e tesir eden, daha sonra ise Milli Edebiyat ve Cumhuriyet Edebiyatı dönemlerinde kedinde önemli ölçüde yer bulan bu alaka, edebiyatımızı hayli meşgul etmiş görünüyor.
O zaman burada akla bir soru geliyor: O kadar Osmanlı sultanı arasında niçin Yavuz bu kadar çok tercih edilmiştir ve işlenmiştir? Onca padişahın arasında Yavuz’un hangi vasfı Tanzimat ve sonrası edebiyatımızda ona müstesna bir yerin ayrılmasına sebep olmuştur?
Bu soruların cevabını Namık Kemâl’in eserinde yer alan cümlelerle ve burada anlatılan üç sultanın bazı özellikleriyle beraber vermek gerekiyor kanaatindeyim. Kitabın başındaki “Devr-i İstila” adlı bölümden sonra eserde biri Fatih’e, diğeri Selahaddin Eyyûbî’ye ait olmak üzere iki biyografi daha yer alır. Bu üç sultan, millet vicdanında, Şark medeniyetinin, Doğu’da ve Batı’da elde ettiği kesin üstünlüğün birer timsali olmuştur. Özellikle Tanzimat devrinde iyice belirginleşen ve birçok sahada kendini gösteren mânevî hezimet Kemal’i, ruhuna mukavemet verecek devirlerin ihtiras ve zafer dolu havasına çekmiş olmalıdır. Kendisinden sonra gelen muakkiplerinde de görüleceği gibi Namık Kemâl, devrindeki bu önü alınmaz düşüşün sancılarını tarihteki büyük başarıların gölgesi altında gidermek istiyor gibidir. Evrak-ı Perişan’ın “Devr-i İstila” bölümünde yer alan aşağıdaki uzun alıntı, Kemâl’in eserinde neden Yavuz’a yer verdiği sorusuna dair yeterli bir cevap olur kanaatindeyim:
“Şu muazzam Osmanlı Devletinin en büyük adamı Yavuz Sultan Selim’dir. Öylesine kudret sahibi idi ki, böyle zatların varlığı alelâde zamanlarda insanoğlunun tabiatına ağır gelir.
Kuvvetli iktidarı sebebiyle, deryalar gibi dalgalı olan böyle kahraman bir millet içinde yalnız isminin anılması bile intizamı temine kâfi gelmiştir.
Huzurunda yükselme ümidiyle baş eğerek itaat ettiklerini gösteren dalkavuklar, onun siyasetinin kılıcından başlarını asla kurtaramadılar. Zamanında azametli atının dizginlerine sarılarak yaptığı işlere, hak namına muhalefet eden hayırseverler, yanında makbul oldular. Sert ve dokunaklı bir sözü sırf doğru olduğu için kabul etmek gerçekten büyüklüğün en belli başlı delillerindendir. Sultan Selim can, canân, akraba ve kardeşlerini devleti uğruna feda etmekten çekinmedi. Kendi kahraman dilinden dökülen
Behr-i cemiyet-i dilhast perîşânî-i mâ[3]
mısraı onun gerçek hasletini en iyi belirtir. İçinde bulunduğu zaman öyle gerektirdiği için, bütün hareketlerinde, mevcut durumun gerektirdiğinden başka bir kanuna tabi olmamıştır. Usul ve kanunlara aykırı gibi görünen hareketlerin doğruluğunu, o işlerin faydalı neticeleri isbat eder. Bilgili bir devlet reisinin şan ve şerefi, tehlikeli zamanlarda devletin kanunlarına uymak yerine, devletin faydasına gayret etmektir.”[4]
Kemâl bu satırların devamında Yavuz’un şahsiyetinin çok cepheli yönlerini ve büyüklüğünü şu sözlerle dile getiriyor:
“Yavuz Sultan Selim’in kahramanlığı o derece yüksektir ki Şah İsmail gibi harp etme gücü Timur’a yakın olan ve açtığı mezhep mücadelesi sebebiyle Osmanlı kazaskerlerini dahi kendi tarafına çekmiş, aynı zamanda din ve dünya padişahlığıyla şöhret bulmuş bir devlet adamının üzerine, kendi çadırına kurşun atan yüzbin kadar yeniçeri ile gitmişti.
O derece maharetli idi ki Şii oldukları için İran ile savaşmaktan çekinen yeniçerileri, Hadim-i Harameyn ünvanını almış olan Mısır hükûmeti üzerine sevk etmiştir.
Yeniçeriler düşman topraklarında, geri dönmek için isyan ettikleri zaman “siz isterseniz dönün, ben yalnız giderim” demişti.
Abbasi hânedânının Mısır’da olan kolunu kaldırıp Osmanlı padişahlarını, bütün insanların halifesi yapan yine Yavuz Sultan Selim’dir. Haremeyni idaresi altına alarak Osmanlı ülkelerini İslâm’ın kıblegâhı yapan yine Yavuz Selim’dir.
Bir kere onun saltanat müddeti ve karşılaştığı güçlükler düşünülsün, bir kere de himmet ve gayretiyle ortaya koyduğu kıymetli eserler düşünülsün.. Yarısından fazlası tahta ortak olmak isteyenlerle mücadele etmekle geçen sekiz senede bu kadar iş nasıl görülebiliyor?..
Başlıca düşüncesi muhtelif Müslüman unsurları birleştirmek, Avrupa ve Asya tarafından Akdeniz sailini zaptetmek ve Septe (Cebel-i Tarık) boğazını ele geçirerek cihana hükmetme yollarını elde etmekti. Fakat ne çare ki dünyayı kendi kudreti altına alacak kadar zaman bulamadan şir pençe onu bu dünyadan ayırdı.”[5]
Anlaşılan o ki, Yavuz hakkında “Yarısından fazlası tahta ortak olmak isteyenlerle mücadele etmekle geçen sekiz senede bu kadar iş nasıl görülebiliyor?” diyen Kemâl’i, ona hayran bırakan sebep, çok kısa süren saltanatı sırasında üstesinden kolay kolay gelinemeyecek birçok şeyi başarmış olmasıdır. Yani Yavuz’u; Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet aydınları arasında muteber kılan, ittihad-ı İslâm fikrini hayata geçirmesi, ülkesine ülkeler katması, celâli ve ihtişamıyla beraber muktedir ve korkusuz bir padişah olmasıdır. Namık Kemâl, Yavuz Sultan Selim’i anlatırken, onunşahsında ülkenin kendi zamanına kadar yaşadığı bütün başarısızlıkların acısını dindirmek istiyor ve milletin makûs talihine savaş açıyor gibidir.
İbret gazetesinde yayınlanan bir makalesinde;
“Avrupa’nın kemâlât-ı medeniye ve derecât-ı marifeti buralarda bilinmeğe başladı. Öyle bir kuvve-i külliyenin galebe-i nüfuzuna münferiden şu mülkün karşı durabilmesinde olan imkânsızlık pek az zaman içinde anlaşıldı. Encümengâh-ı âlemde akrandan dûn kalmayacak bir mevki-i haysiyet istemek ise herkes için tabiî olmağla bizde dahi o hâhiş teharrî-i esbâb arzularını uyandırdı. İşte o saika ile ta Devlet-i Aliyye’nin zuhurundan beru bir takım e’âzımın efkârını işgal eden ittihad-ı İslâm şimdi makasıd-ı umûmîden olduğunu görüyoruz.”[6]
diyen Kemâl, yükselen Avrupa medeniyeti karşısında İslâm birliğinin, Devlet-i Âliye’nin umûmî maksatlarından biri olduğunu söylüyor. Osmanlı’nın ümmetin diğer fertlerine ulşamada zorluk çektiğini, mezhep ve siyaset kavgaları yüzünden tefrikaya düştüğümüzü söyleyen Kemâl, “Bu hal ile eslâfın menzile-i kemâlâtına ne tarîk ile vâsıl olabiliriz?”diye soruyor. Ve makalesinin devamında Timur, Yavuz Sultan Selim ve Nâdir Şah gibi tarihin ender yetiştirdiği harikulâde şahsiyetlerinin kendi devirlerinde, İslâm ümmetinin birleşmesi yönündeki engellerin kaldırmaya çalıştığını dile getiriyor.[7]
Nâmık Kemâl’in heyecanlı üslûbu ve devrine kadar görülmeyen bir şekilde Yavuz’u ele alışı kendi zamanından başlayarak birçok edebiyat manzedini oldukça etkilemiş olmalıdır. Onun nesrinin etkisinde kalanlardan ilki aşağıda ele alacağımız Abdülhak Hâmid’dir. Bir diğeri ise yazılarında ve eserlerinde Kemâl’e ve Hâmid’e duyduğu hayranlığı çeşitli vesilelerle dile getiren Celâl Nûrî’dir. Celâl Nûrî, Hayat Mecmuasında kaleme aldığı “Yavuz ve Namık Kemal” yazısında “Sultan Selim’in tarihini aleyhtar olan von Hammer’den, muasır Fosiolo’dan, yahut Morino Sanuto’dan, Paolo Giovio’dan, v.s. okumayınız. Hayır bu tarihi Selim’in hayranı Namık Kemal’den okuyunuz”[8] diyerek bu eserden duyduğu heyecanı dile getirmektedir. Yalnız bir şartla. Celâl Nûrî bu şartın “lâfız kalabalığına kapılmadan” olduğunu söyler ve Evrâk-ı Perişan’daki Yavuz bölümüne dair tenkitlerini eserden örnekler de vererek sıralamaya başlar. Bu yazıdaki tenkitlerin tamamına yakını menfi özellikler taşır ve İttihad-ı İslâm kitabındaki “Yavuz Sultan Selim- Barbaros Hayreddin-Nâmık Kemâl-Abdülhak Hâmid” başlıklı yazısında söyledikleriyle tezat teşkil eder.
Celâl Nûrî, bu yazısında,
“Velev Kemal Bey’den olsun Yavuz’un tercümeihalini okuyan bir bitaraf, bir yabancı, Sultan Selim’de elbette aklî bir arıza görür. Bu arızanın da en birinci hissesi kan dökmektir. Tabip olmadığımdan bu bapta sözü ileriye götüremeyeceğim. Lâkin tekzip olunmaktan korkmıyarak iddia edebilirim ki kan dökmek, lüzumsuz yere gaddarlık Sultan Selim’in kimliğinde mündemiçtir.”[9]
diyerek Yavuz’u ağır bir şekilde tenkit etmektedir. Hemen sonraki paragrafta geçen şu sözleri ise hem Kemâl’i hem Yavuz’u hedef almaktadır:
“Müverrihlere geniş bir saha. Bu cünunu tarihçilerimiz ele alıp inceden inceye tahkik ve tetkik etmelidirler. Yoksa, N. Kemal gibi her katil maddesinde bir hikmet, bir siyaset aramak doğru olamaz. Hoca efendiler her şeyde bir “hikmeti ilâhiye” ararlar; lâkin tarih dinî bir ilim değildir.”[10]
Celâl Nûrî, yazısında Kemâl’in Yavuz hakkındaki “ Bu halde eğer ömrü müsaade edip te müddeti medide seferlerde ikamete alıştırdığı askeri ile bir kere daha İran’a girmiş ve (Çaldıran muharebesindeki tecrübeye göre ağlebi ihtimal olduğu üzre) Şah İsmail’i ortadan kaldırmış olsaydı o zamanlar Hint ve Maveraünnehir taraflarında olan tavaifi mülûkun aczi hallerine nazaran edna himmetle hududu mülkünü Hotay’a kadar isal etmesi mukarrer idi.” sözlerinden hareketle şu yorumu yapar:
“Eğer yaşasaydı… eğer filânı mağlup etseydi… eğer filân bulunmasaydı… şeklinde tarih yazılamaz ve muhakeme yürütülemez. “Eğer”lerle hepimiz cihangir olabiliriz. Bunun daha ötesi bir opera-komiktir”.[11]
Celâl Nûrî’nin bu tarzdaki tenkitleri uzayıp gidiyor. Bir sevk-i heyecan yahut mâzîye dair köklü bir tepkiyle yazıldığı derhal belli olan yazıdan son olarak yapacağımız şu iktibas da serdedilen fikirlerin sathîliğini ve yanlışlığını gözler önüne seriyor:
“Namık Kemal merhumun tasarladığı islâm ittihadı bir kişveri zaptedip bırakmakla meydana gelmez. Roma’nın tuttuğu yoldan gidilip bütün o yerleri bir “civil” nizam altına almak gerekti. Birinci Selim ise yalnız memleket aldı. (…) Bu muharebelerin de hiçbir işe yaramadığını ordu biliyordu. Böyle sergüzeştler ise ayni hızla nihayete kadar devam edemez.”[12]
Kemâl ve Yavuz hakkındaki bu yazılar bir noktaya kadar anlışabilir. Herhangi bir yazarın müstakil fikirleri olarak ele alınabilir. Yalnız, İttihad-ı İslam kitabında “İttihâd-ı İslâm tarihinde bu dört mukaddes nâsiyenin birer fasılları olacaktır”[13] dedikten yıllar sonra ve “bu dört mukaddes çehre”nin içinde yukarıda acımasızca tenkit ettiği Yavuz Sultan Selim ve Nâmık Kemâl de varken bu tenkitler ve bu üslupla evvelden övdüğü adamı böyle ele almak nasıl mümkün olabiliyordu?
Pek muhtemelen bu da Osmanlı’nın tarihteki yerini almasıyla beraber “övgü”lerini “sövgü”ye devşiren, fikrî şahsiyeti kıvama erememişlerden birisidir. O sebepten Namık Kemal kitabını heyecanına dayanarak yazmış olsa bile Evrak-ı Perişan’nın tesirleri uzun zaman devam etmiş ve edebiyatımızda âdetâ Yavuz’a ithafen yazılan eserlerin meydana getirdiği bir mektep oluşmuştur.
Neticede Namık Kemâl, tarihimizi kuvvetli kalemiyle milletine öğretmek isteyen bir yazardı.[14] Tanpınar’ın da dediği gibi “Namık Kemal iyi bir askerî tarih müverrihidir”.[15] Şiirini ve nesrini besleyen o büyük heyecanın ve şairliğinin yanında o, sanatını tarih bilgisiyle de destekleyebilmiştir. Kemal’in eserlerine davet ettiği İslam kahramanları, Müslümanların birliğine yahut milletinin ve devletinin muvaffakiyetine hizmet etmiş devlet adamları ve sultanlardır. Belki içinde bulunduğu zamanın çıkmazlarından doğan bunaltıcı ruh hâlini, mazinin göz kamaştırıcı hatıralarıyla teskin etmek, belki de devletinin Batı karşısında dalga dalga büyüyen hezimetinin kendi aydın şahsiyetinde oluşturduğu derin uçurumları muhteşem zaferlerin keskin ve kesin çığlıklarıyla doldurabilmek maksadıyla, onun tarihî biyografileri geçmiş zamanın zaferler dolu havasını taşımaktadır.
Şunu da belirtmek gerekir ki, Namık Kemal’in “birçok kaynaktan istifade ile yazıya döktüğü bu eserlerdeki tarihçiliği –şairliğinin de etkisiyle- daha ziyade edebî özellikler taşır.”[16] Yani bir sanatkâr hassasiyetiyle kaleme alınan bu yazılar edebiyatçılar arasında oldukça beğenilmiştir.[17] Onun Evrak-ı Perişan’da işlediği Yavuz Sultan Selim bahsinden bir süre sonra aydınlarımız arasında Selim-i Evvel’e dair şiir ve nesir türünde verilen eserlerin neşrinde gözle görülür bir kıpırdama meydana gelir. Bu mânâda Evrak-ı Perişan’da yer alan Yavuz Sultan Selim bölümü, bu bahse dair yeni aydına verilmiş bir icazet gibidir. Nitekim bundan sonra Yavuz‘u eserlerinde işleyen edipler bir süreklilik göstermiştir.
Kemâl’in etkisiyle Yavuz Sultan Selim’e dair eser verenlerden biri de Abdülhak Hâmit Tarhan olmuştur. Hâmit’in, Namık Kemal ile başlayan ve mektuplaşmalar ile devam eden dostluğu hem Selim-i Evvel’e dair şiirinin doğmasında hem de Kemâl’in bu şiire nazire yazmasında etkili olmuştur denebilir. Kemâl ve Hâmit’i, çok az görüşmüş olmalarına rağmen edebiyatta tuttukları yeni tarz birbirine yakınlaşmıştır. Bu yakınlaşmada ve iki edibin arasında Namık Kemâl’in ölümüne kadar devam edecek dostluğun başlamasında, Hâmid’in Mâcerâ-yı Aşk ve Kemâl’in Zavallı Çocuk adlı tiyatrosunun etkisinde kalarak yazdığı İçli Kız adlı eserinin büyük rolü vardır.[18] Namık Kemal, Magosa’da iken Hâmid’in gençlik yıllarının ilk mahsulü olan bu eserlerini okumuş ve Recâîzâde Mahmud Ekrem’e gönderdiği bir mektupta ondan şöyle bahsetmiştir:[19]
“… Hâmid Bey’in Mâcerâ-yı Aşk ve İçli Kız ünvanlı iki eserini gördüm. Benim tahminime göre bu Hâmid Bey, Nasuhî Bey’in küçük biraderi olacak! Avrupa’ya gitmeden evvel, bir kere, Tercüme Odasında görmüştüm. Avdetimden sonra, bir kere de, sokakta gördüm. Müşahedatından anlayışım, şimdi on dokuz veya yirmi ve nihayet yirmi bir yaşında olacak. Bu halde, oyunları kendisi yazdı ise; yani tashih etmedin ise (İstanbul’da, senden başka o şivede yazı yazacak adam yoktur), demek ki, çocuk hiç olmazsa, bizim kadar bir edib olacak.”[20]
Bu satırlardan anlıyoruz ki, Hâmid, Kemal’in üzerinde çok erken bir yaşta tesir uyandırmış ve vatan şairinin dikkatini kendi üzerine çekmeyi başarmıştır. Bundan sonra iki edip mektuplaşmalar ile samimiyeti ve birbirine yaptıkları tesirleri ilerletmişlerdir. Hâmid’in muhtemelen, Nâmık Kemâl’in Evrak-ı Perişan adlı eserinin tesirinden hareketle kaleme aldığı “Kabr-i Selim-i Evvel-i Ziyaret” şiiriyle Hâmid, bu konudaki ilk örneklerden birini vermiştir. Şiirdeki her mısra, Kemâl intikal eden Yavuz’a dair Hâmid hayranlığının birer nişanesi olarak okunabilmektedir:
Bir yerde mu’tekif olmuş o çehre-i haşmet
Bu yerde mugterib olmuş o neyyir-i şevket,
Şu Kâinât-ı kemâlâta bak ne hey’ette,
Mezar şekline girmiş semâya sad-hayret,
Serîr-i saltanatı gör türâb ile mestûr,
Türâb ile dola şâyeste dîde-i ibret,
Bu yerde münkeşif olmuş o sırr-ı Yezdânî,
Bu yerde münhasif olmuş o lem’a-i fıtrat[21]
Şiirinin devamında Hamit, Yavuz’ın sonsuzluğu nurlandırdığı, arkasında devlet ve millet gibi iki gölge bıraktığını söylüyor. Onun zevâliyle yokluk diyarına bekâ ermiş ve başındaki destar bile ölüme bir heybet vermiştir. Onun huzurunda duranlar acaba ne hallere gelirdi? Yavuz’un zevâline baktıkça insanın gönlüne bir dehşet gelir.
Baştan sona Yavuz’a duyduğu hürmet ve sevgisini ifade eden bu şiirinde Hâmid, ölümün bile tekbir şelâlesi ile sultanın önünden gittiğini söylemektedir. Hayat, Yavuz’un arkasından hasret iniltileriyle inlemektedir. Şiir bu tür mısralarla böylece uzayıp gitmektedir. “Zevâliyle yokluk dünyasına bekâ erdiren” sultanın kabri başında bile duyulabilen haşmeti, şiirin tamamında hissedilebilmektedir. Hatta daha sonraki mısralarda Hâmid daha da ileri giderek Yavuz’un türbesini “Osmanlıların kıblesi” olarak göstermektedir:
Bu kubbe türbe-i Sultan Selîm-i evvledir,
Bu türbe kıble-i Osmâniyândır ey ümmet!
Yavuz, hayatıyla o kadar sâde, maddî-mânevî endişelerden o kadar âzâdedir ki, âdetâ varlığıyla hürriyeti meydana o getirmiştir. Aynı zamanda Yavuz, bu sâdeliğiyle, gösterişten uzak duruşuyla âdetâ yüceliğe ziynet vermiştir. O, nebilerin şâhı olan Hz. Peygamber’in takipçisidir ve aynı zamanda bu mülkün de lideridir:
O denlü sâde ki hürriyeti kılar teşkîl,
O rütbe sâde ki ulviyyete verir ziynet,
Cihânda peyrev idin şâh-ı enbiyaya hemân,
Mülûk-ı sâ’ireye pîşvâsın ey hazret,
“Çekip kılıncını yüksel mezâr-ı pâkinden” diyen Hâmid, onun “bu sâfîlîne” yeniden bir bakış salmasını istemekte ve devamında şöyle demketdir:
Huzûr-ı satvetine dâhil ol da ey Hâmid,
Bu pâdişâha bu hâk-i siyaha kıl hürmet,
Ser-i celâline döksün felek sitârelerin,
Huruş u cuş ede pâyinde bin yem-i rahmet!…[22]
Hâmid’in bu şiiri Yavuz şiirleri içinde güçlü bir yere sahiptir. Kendisi de “Âsâr-ı kalemiyem yontulacak olursa elimde bir Sultan Selim Ziyaretnamesi kalır”[23] diyerek şiirini sevdiğini söylemiştir. Ahmet Hamdi Tanpınar da onun bu şiirinde ebedî bir zamanın varlığından söz eder.[24]
Hâmid bu şiirinde destansı bir havayı yakalamayı başarmış, Yavuz’a ait ihtişamı ve kahramanlığı birçok mısraında duyurmayı başarabilmiştir.[25] Kendisinin hayranı olduğu ve muhtemelen “Kabr-i Selim-i Evvel-i Ziyaret”in de ilham kaynağı olan Namık Kemâl de bu şiiri oldukça beğenmiştir.[26] Celâl Nûrî de İttihâd-ı İslâm adlı kitabında bu şiir vesilesiyle Hâmit’ten mübalâğalı olarak “Pek eskiden beri Müslümanlığa, ittihâd-ı İslâm’a bir şekl-i edebî veren ise dâhî-i celîlüşşân Abdülhâk Hâmid’dir”[27] diye bahseder.
Şiirini beğenenlerin hatta ona nazire yazanların yanında[28] Hâmid, bu manzumenin yayınlanmasından sonra pekçok eleştiri almıştır. Recâizâde ve Kemâl yakınlığından ötürü Hâmid, özellikle eski edebiyat taraftarlarının hücumuna uğramıştır. Bu münasebetle Namık Kemal, Hâmid’e Midilli’den, 24 Kânunısâni 1882 tarihli bir mektup yazmış, onu teselli etmek ve sanatını savunmak maksadıyla kaleme aldığı mektubuna şöyle başlamıştır:
“Hâmid;
Seni muhatab etmeğe adından büyük bir kelime bulamıyorum!”[29]
Kemâl’in bu mektubu Hâmid aleyhine yapılan neşriyata yönelik bir teselli havası taşımaktadır. Namık Kemâl, bu mektubunda Hâmid’e kendisine yönelen tenkitleri dikkate almaması gerektiğini söyler.[30] Eski edebiyat taraftarları Hâmid’in Duhter-i Hindu adlı eserine, Târık’taki şiirlerine nazire yazsalar bile Kemâl’e göre bundan hiçbir şey çıkmayacaktır. Çünkü onlar sadece itiraz etmeyi bilirler; bu yeni vadide eser vermeyi değil. Mektubun devamında Kemâl, Hâmid’e şöyle seslenir:
“(…) Sen tarih dediğimiz umman-ı zulmetin a’mak-ı hafâsına gir! (…) Selim-i evvelin türbesini ziyaret eyle! O ziyaretindeki hissiyatı o padişah-ı azimişşâna nedim-i has olan hüsn-i canın vicdanından sudûr etmiş kadar ruhânî bir belâgatla tarif et! Selim-i Evvel’in meziyyet-i siyasiyyesini Osmanlı eshab-ı kalemi arasında en evvel tarife nesren muvaffak olan Kemal, nazmına nazire söylemeğe çalışsın! Sana kudretin mevhibe-i mahsusası onu iktiza eder.”[31]
Kemâl, dediğini yapmış ve “Kabr-i Selim-i Evvel-i Ziyaret”e Rodos mutasarrıfı bulunduğu bir esnada “Selimiye” adında bir nazire yazmıştır.[32] Kemâl de bu naziresinde[33] Hâmid’in türbesini ziyaret esnasında yaşadığı coşkuyu onunla paylaşmaktadır:
Semayı, şâşa-i âftâb eder tezyin,
Bu hâke nâzil olur pertev-i ulûhiyet,
Meğer ki kalb-i Selîm’in tecessüm etmiştir,
Nedir bu kubbedeki tavr-ı heybet ü azamet!..
Mehâbete mütehaccir misâl-i hevl engiz,
Hilâfete müteâli semâ-yı kudsiyyet.
Güneş midir mütevâri sehâb hâkinde,
Felek mi pâyine inmiş nedir bu ulviyet!…[34]
[1] Ali Ekrem, babası Namık Kemal’in eserleri hakkında şunları söylemektedir: “Evrak-ı Perişan” bizde açık lisan ile yazılmış ilk tarih eseri addolunabilir. Herhalde hakikî manasiyle edebî lisan ile kaleme alınmış ilk tarihî eser budur. Eski tarih kitaplarının o soğuk san’atlerinden, o zelilâne tabasbuslarından tamamen ari olmakla beraber büyük kahramanlıkları, millî fedakârlıkları pek samimî bir üslûp ile tasvir eden bu kitap zamanında fevkalâde şöhret kesbetmiştir. Ali Ekrem, Namık Kemal, MEB Yayınları, İstanbul 1992, s. 63
[2] Ali Ekrem, a.g.e., s. 101-103.
[3] Bizim perişanlığımız toplulukların gönlünü birleştirmek içindir. ( Eseri hazırlayanların dipnotu)
[4] Namık Kemal, Evrak-ı Perişan, Tercüman 1001 Temel Eser, Baskıya Hazırlayanlar: Raif Karadağ-Ömer Faruk Harman, (Baskı yeri ve tarih yok), s. 37 vd.
[5] Namık Kemal, Evrak-ı Perişan, Tercüman 1001 Temel Eser, Baskıya Hazırlayanlar: Raif Karadağ-Ömer Faruk Harman, (Baskı yeri ve tarih yok), s. 37 vd.
[6] Namık Kemâl, “İttihâd- ı İslâm” , İbret, sayı: 11, 21 Rebiülevvel 1289, s. 1.
[7] Nâmık Kemâl, aynı makale, s. 1.
[8] Celâl Nûrî, “Yavuz ve Namık Kemal”, Hayat, No. 3, Mart 1930, s. 194.
[9] Celâl Nûrî, a. g. y, s. 196.
[10] Celâl Nûrî, a. g. y, s. 196.
[11] Celâl Nûrî, a. g. y.,s. 197.
[12] Celâl Nûrî, a. g. y, s. 199.
[13] Celâl Nûrî, İttihâd-ı İslâm, İstanbul 1331, s. 364.
[14] Ali Ekrem, Namık Kemal’in tarih yazarlığı konusunda şunları söylemektedir: “Kemal’in bir müverrih olmadığı ve tarihi de millî maksada hadim etmek istediği şüphesizdir. Maamafih onun milliyet ve hürriyet gayelerine perestişkâr olan ruhu tarihî eserlerinde büyük irfanına tamamen istilâ edememiştir. Bu eserlerin hiçbir tarih kitabında görülemeyecek kadar vâkıfane, bitarafane tetkikatı da cami bulunduğunu söylemeliyiz.” Ali Ekrem, Namık Kemal, MEB Yayınları, İstanbul 1992, s. 64.
Ali Ekrem’in babasını bir “mürevvih” olarak kabul etmemesi tartışmalı bir mevzudur. Nitekim Ali Ekrem, son cümlesiyle bu konuda çelişkili bir tavır sergilemektedir. Üstelik Kemal bitirememiş olsa bile Osmanlı ve İslam tarihleri için mesai sarf etmiş ve bunların bir kısmını yazmış birisidir. Eğer Kemal’in tarihçi olmayışına sebep, edebiyatın yanında “tarihi de millî maksada hadim etmek” istemesiyse eğer, ister istemez “Kaç tarihçi yazdıklarını bu maksat uğruna ortaya koymamıştır?” şeklinde bir soru akla geliyor.
[15] Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Dersleri, Hazırlayan: Abdullah Uçman, Dergâh Yayınları, İstanbul 2013, s. 192.
[16] Dr. İskender Pala, Namık Kemal’in Tarihî Biyografileri, TTK Yayınları, Ankara 1989, s. 3
[17] Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi adlı eserinde şöyle demektedir: “Bizce Evrâk-ı Perîşân Türkçenin klasik diyebileceğimiz kitapları arasındadır. Bu kitaptan daha ziyade bir essayiste (Denemeci, Deneme Yazarı –Kitabı Hazırlayanın Notu-) olduğu bir daha anlaşılan Nâmık Kemal bu üslûpla devam etse idi bugün çok defa şahsî meziyetleriyle beğendiğimiz adamdan çok başka, hakikî yeniyi bulmuş yani mevcudu yenilemiş bir muharrir karşısında kalırdık.” Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Yayıma Hazırlayan: Abdullah Uçman, YKY, İstanbul 2006, s. 376.
[18] Fevziye Abdullah Tansel, Husûsî Mektuplarına Göre Namık Kemal ve Abdülhak Hâmid, Akçağ Yayınları, Ankara 2005, s. 12.
[19] Fevziye Abdullah Tansel, a.g.e., s. 12.
[20] Fevziye Abdullah Tansel, a.g.e., s. 12-13.
[21]Fevziye Abdullah Tansel, a.g.e., s. 172 vd.
[22] Fevziye Abdullah Tansel, a. g. e., s. 174
[23] Sema Uğurcan, Abdülhak Hâmid Tarhan’ın Eserlerinde Târih, Akademi Kitabevi, İzmir 2002, s. 24.
[24] Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Dersleri, Hazırlayan: Abdullah Uçman, Dergâh Yayınları, İstanbul 2013, s. 120.
[25] Tanpınar, Hâmid’in bu şiiri hakkında şu yorumu yapmaktadır: “Selîm-i Evvel” kasidesinde ise falan veya filan şairden ziyade eskinin dehası bu işi görür ve onu bir çeşit mükemmele ve hattâ edebiyatımızda az bulunan şey, epiğe eriştir. Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, Dergâh Yayınları, Üçüncü Baskı, İstanbul 1995, s. 80
[26] M. Kayahan Özgül, Seke Seke Ben Geldim Sekmeler-I, Hece Yayınları, Ankara 2008, s. 126
[27] Celâl Nûrî, İttihâd-ı İslâm, İstanbul 1331, s. 365.
[28] Dönemin şairlerinden Ali Ferruh da bu şiire “Sultan Selîm-i Evvel Hazretlerini Ziyaret” adıyla bir nazire yazmıştır. M. Fatih Andı, Muallim Nâci’nin “Lisân-ı Fâtih’ten” ve “Selîmiyye” Şiirlerine Yazılan Nazîre, Terbî’ ve Tahmîsler, Edebiyat Araştırmaları, İstanbul 2000, s. 48
[29] Fevziye Abdullah Tansel, a. g. e., s. 141
[30] Kemâl, yenilik konusunda Hâmid ve Ekrem’e çok güvenmektedir. Yine Hâmid’e yazdığı bir mektubunda bu iki edib hakkında şunları söyler: “Kemal’in elinden hemen düşmek derecesinde bulunan kalemi vatan yolunda şehir olmuş bir alemdarın başı ucuna dikilecek bayrak gibi hak-i sefaletten ref’ edecek iki kardeşim var ki Ekrem ile sensin. Mahkeme-i kübra-yı ilahi pek âlî ve hükm-i sahih-i tarih pek uzak ise de, ikisinin huzurunda da, benden sonra mes’ul olacak sizsiniz.” Fevziye Abdullah Tansel, a. g. e., s. 53
[31] Fevziye Abdullah Tansel, a. g. e., s. 142
[32] Fevziye Abdullah Tansel, a. g. e., s. 171
[33] Kemal, sade bu şiirini değil Vâveylâ’yı da Hâmid’in Sahra adlı eserinin etkisiyle kaleme almıştır. Bu konuda bir mektubundan aldığımız parça, bu konuya dair yeterli bir delil sunmaktadır: “Nazire veyahut peyrevlikte, bütün bütün senin yolunda gitmedim. Sen, Nağme’lerini on iki mısrâ itibariyle yapmışsın. Ben Nevha’larını onar mısrâ üzerine bina ettim. Sen, Sahra’yı on sekiz Nağme’de bitirmişsin. Ben, Vâveylâ’yı kaç nevhada (metinde “Nağme’de” yazıyor) bitireceğimi daha zihnimde kararlaştıramadım.” Fevziye Abdullah Tansel, a. g. e., s. 68. Diğer bir mektubunda N. Kemal şöyle diyecektir: “Sahra’nın aynı aynına, kafiyesi kafiyesine nazirini, filhakika Fransızcada ben de görmedim. O, cenabınızın muhteriâtından… Vâveylâ da o ihtirâın gelişi güzel bir tahvil ile, biz hazretlerinden sâdır olma taklidâtındandır.” Fevziye Abdullah Tansel, a. g. e., s. 82
[34] Fevziye Abdullah Tansel, a. g. e., s. 174 vd.