Nasreddîn Hoca, değerini pek azımızın hakkıyla takdir edebildiği, gerçekten çok büyük bir zâttır; eğitimin en kolay, külfetsiz ve kalıcısı olan yolu kullanmıştır.
Malezya Milletlerarası İslâm Üniversitesi’nde, İktisad Profesörü Seyyid Cüneyd her dersine bir Nasreddîn Hoca fıkrası anlatarak başlar, dersini, o fıkradaki hikmet üzerine binâ ederdi; demek ki, o zât, Nasreddîn Hoca’mızın değerini takdir edebilenlerdi.
Nasreddîn Hoca, almış sazı eline, çalmağa başlamış. Görenler, “Hoca, çalıyorsun ama, parmakların hep aynı yerde duruyor, hiç gezinmiyor” demişler. Hoca da : “Gereği yok ki, onlar, benim parmaklarımın olduğu yeri arıyorlar” demiş.
Kâinâtı, her şeyi, insanı yaratmış olan Allah, insanı Dünyâ’ya imtihan için, kimin ne yapacağını sınamak için göndermiştir. İnsan, yaptıklarının karşılığını, sonu olmayan, ebedî Âhiret âleminde görecektir. Allah, lütfedip Peygamberler göndermiş, insanın bu sınavı başarıyla vermesi için vesîle sunmuştur. Akıl ise, insanın günlük işlerinde faydalıdır. On kiloluk bakkal terâzisi ile on tonluk kamyon yükünü tartamazsınız. Yamyamın çocuğunu alır da üniversitede, araştırma merkezlerinde öğretim verirseniz, o çocuk atom mühendisi de olur, bilgisayar mühendisi de olur. Demek ki yamyam, diğer insanlardan daha az akıllı değildir. Ama, aklı ona, insan etini yemeyi uygun göstermektedir.
Çamaşır makinesi vb. âletleri yapan fabrikanın mühendisi, o âlet için en uygun kullanım şekillerini bir prospektüsle sunmaktadır. Prospektüs’te belirtilenlere uyarsanız, âletiniz iyi çalışır, onu uzun zaman kullanabilirsiniz. Uymazsanızi âletten gerekli verimi alamazsınız, âlet kısa zaman sonra bozulur, kullanılamaz hâle gelir.
İnsanı yaratmış olan Allah da, Kur’ân-ı Kerîmi lütfetmiştir; ondaki buyruklara uyar, yasaklardan uzak durursanız hem Dünyâ’da çok iyi bir durumda olursunuz, hem de Âhiretiniz mâmûr olur.
Müslümanların Dünyâdaki başarılarna birkaç misâl verelim :
Karanlık Ortaçağ (395-1453) dedikleri, Avrupa için karanlıktır. O devirde medeniyeti Müslümanlar temsil ediyorlardı. Meridyeni ölçmüşlerdi, kan dolaşımını Harvey’den yüzyıllarca önce Müslümanlar bulmuştu, astronomide, tıpta çok ileri gitmişlerdi. İbn Sinâ’nın el Kaanûn fit Tıb kitabı 17 yüzyılda Avrupa üniversitelerinde okutuluyordu. Al gebra (cebir), chemistry (kimyâ), alcohol (al Kuhl/alcol) sifr (sıfır) (şifre) Müslümanların Avrupa’lılara hediyelerinin hâtıralarıdır. Batı’nın da, bizim de kullanmakta olduğumuz rakamlar Arap rakamlarıdır, o, eskiden kullanılan rakamlar, Hind rakamlarıdır. Rakam çooook mühimdir; hesâp, rakamla yapılır. Avrupa, o rakamları ve sıfırı Müslümanlardan almadan önce Romen rakamlarını kullanıyordu; kitaplarında hâlâ önsöz’de kullanırlar, kitabın hepsinde kullanmaktaki zorluğun, acâipliğin farkındadırlar. Romen rakamlarıyla dört işlemi yapmayı bir deneyiniz bakalım. Meselâ 1453 le 2016 yı çarpın veya 2016 yı 395 e bölün! Avrupa, bu Arap rakamlarını almadan önce, şimdi ilkokul çocuklarının kullandığı abaküsü kullanıyordu.
Medeniyet, İslâm Dünyâsından Avrupa’ya Palermo (İtalya) ve Endelüs (İspanya) yoluyla geçmiştir, ama, Batı’lı, bunu hatırlamak istemez.
Anadolu Selçuklu Devleti genel olarak çok müreffehti. En parlak çağını Alâeddîn Keykubad zamanında yaşadı. Osmanlı Devletinde, Orhan Gazi ve oğlu Murâd Hüdâvendigâr zamanında, (14. yüzyıl) Müslümanlar zekât verebilecekleri yoksul bulmakta güçlük çekiyorlardı. Onsekizinci yüzyılda, Osmanlı’nın Avrupa’lıya bakışı, insanın hayvana bakışı gibi idi; karşısındakinde hiçbir iyi şey olabileceğini ummuyordu, gafil avlandı, sanayi devrimini yapmış, Yeryüzünün birçok yerini sömürgesi hâline getirip haramla, zulümle zenginleşmiş Avrupa’lı karşısında, bu defa şaşkınlığa uğradık, paniğe kapıldık, ayakta kalalım diye, araştırmasız, düşüncesiz, el yordamıyla 1839, 1856 … kırılmalarını yaşadık. Farkında olmadan kültür emperyalizmini, mârifet diye benimseyerek, sömürge idâresinin yapamayacağı şeyleri kendimiz yaptık.
Avrupa’lının elinde ise prospektüs yoktu. Dünyâ’nın pek çok yerini sömürge yaparak ve sanayi inkılaplarını gerçekleştirerek çok zenginleşti.
[Yine bir Nasreddîn Hoca fıkrası : Hoca, kasaptan ciğer almış, kasap ona bir de ciğerin nasıl pişirileceğini anlatan târifnâme vermiş. Hoca eve dönerken, elindeki ciğeri bir çaylak kapmış. Hoca, havalanan çaylağın arkasından bağırıyormuş : târifnâme bende, ciğeri ağız tadıyla yiyemezsin!]
Avrpa’lının elinde de serveti nasıl, insana yakışır şekilde yöneteceğinin târifnâmesi yoktu!
Ortaya zengin, şehirli nüfus, burjuva çıktı. Ama, refah yaygın değildi, nimetler iyi değil, hiç paylaşılmıyordu. “Altta kalanın canı çıksın” durumuydu : zekât olmadığı için, toplum dengeli değildi, 1789, 1848 i ortaya çıkaran şartlar meydana gelmişti. İngiltere’de kömür işçisinin ömrü ortalama 35 yıldı!
Bu liberalist – kapitalist düzene tepki olarak sosyalizm ortaya çıktı. Pragmatist Avrupa bundan sıyrıldı, Sovyetler Birliği’nde, Çin’de ve Küba’da iktidara geldi. Şahsî zenginliğe karşı çıktılar, toplum çıkarı ön planda olacaktı, ama, insan fıtratına uymayan bu düzenler, Rusya ve Çin’de sona erdi, Küba’ya hayırlı olsun. Sovyetlerin son günlerinde, kolhoz’da patates toplayan işçi, topraktaki patatesi görünce düşünüyordu : eğilip alırsa, kendisi gibi, başkaları da yararlanacaktı, ama biraz enerji harcayacaktı, yorulacaktı, basıp geçerse, hiç kimse yararlanamayacaktı, ama, yorulmayacaktı. İşçi, patatesi basıp geçiyordu!
Demek ki, insanın kendi malı olması fıtrata, onun yaradılışına uygundu, ama zenginlik belli, az sayıda ellerde toplanırsa, başka bir felâket oluyordu! En iyisi, insan, mal sâhibi olabilmeli, zengin de olabilmeli, malı olmayan kalmamalı, arada gerginlik olmamalıdır. Bunu, zekât, yüzyıllar boyunca gerçekleştirmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’in hemen her yerinde, namaz ve zekâtın birlikte zikredilmesi ne kadar mühimdir! Zekât, 40 ta 1 le başlar ama, mal arttıkça 100 de 1 e bile düşer; zenginin malında fazla bir eksilme olmaz; fakîr, kendini dışlanmış hissetmez, arada gerginlik olmaz. Üstelik, zekâtı verilen, kul hakkından arıtılmış olan mal, çok daha artar; malı Yaratmış olan, öyle bir kanun koymuştur.
Gelelim Nasreddîn Hoca’mızın saz çalışına : durumumuz ne kadar benziyor! değil mi? Nasreddîn Hoca’mıza bakmıyor, kendimize dönmüyor, Avrupa’lıya bakıp onun gibi, parmaklarımızı teller üzerinde dolaştırıp duruyoruz!