Hep birlikte yine bir Fransız rapsodisi değil, Macron ironisi, paradoksunu izledik, izlemeye de devam ediyoruz. O kadar ki, son bölgesel seçimlerde Fransız seçmeni, yasama meclisini adeta “bypass” eden ve ülkeyi kanun hükmünde kararnamelerle yöneten ‘Küçük Napolyon Macron’u destekleyen merkezci partiyi sandığa gömmesini bilmiştir. Büyük bir oy kaybına uğrayan Macron, aynı zamanda seçmenin yüzde 60’ı sandığa gitmeyerek 5’inci Cumhuriyet tarihinin en düşük katılım oranına da imza atmıştır.Bir şekilde Macron sonunu da görebilmiş midir? İki yıl sonra, 2022’deki genel seçimlerde yeniden Fransa Cumhurbaşkanı hayalinin avuçlarının içinden kaydığını, bir anlamda suya gömüldüğünü de hissedebilmiştir, bu hinliği yüzünden okunan demir yumruk. Fransız basınında ‘yeşil dalga’olarak adlandırılan, Yeşiller Partisi’nin (EELV) yerel seçimlerdeki tarihi başarısının ardından, 2 Temmuz 2020 tarihinde Başbakan Edouard Philippe istifa etmek zorunda kalmıştır. İstifa eden başbakan ve bakanlar hakkında 63 suç duyurusu yapılmış olduğunu da bir yerlere not etmekte yarar var. Yani anlayacağımız, görevdeki son iki yılında tekrar popülerlik kazanmak adına yerel seçimlere umut bağlayan Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron sandıkta tam anlamıyla hezimete uğramıştır. Ayrıca, Macron’ un merkez sağ partisi Cumhuriyet Yürüyüşü Hareketi (LREM) hiçbir büyük şehirde kazanamaması son derece endişe ve kaygı yaratmıştır. Bu arada, bir yıldır hız kesmeden devam eden Sarı Yelekliler eylemleriyle su yüzüne çıkan Macron’un politikalarına yönelik kitlesel öfke, birçok ödünler verilmesine karşın dindirilememiştir.
Açık seçik ifade edelim, Macron paradoksu, III. Milenyum ile Fransız devlet başkanlığına gelenlere özgü bir katostrofik düşünce yapısıdır. İktidara geldiğinden bu yana Türkiye’yi yeni öteki olarak belirleyen, Macron’un diğer Fransız Başkanlarından fazlalığı vardır, eksiği yoktur. Türkiye aleyhine neler söylemiyor ki, tam bir kolpocu yaklaşımla, “Türkiye; Tunus, Mısır, Afrika ve Avrupa’daki dostlarımızın güvenliğini tehdit etmektedir. Libya’ya müdahale eden en etkin taraf Türkiye’dir. Türkiye, Libya’da yaşananların cezai sorumluluğunu taşımaktadır. Türkiye, Libya’daki politikasını netleştirmelidir. Hafter’e hiçbir askeri yardım sağlamadık.”Son cümlesinin doğruluğuna, atış serbest der gibi, inanmak da serbest. Burnunun ‘pinokyo’ gibi uzadığını görür gibi oluyorum. Macron paradoksu, ironisi bu da, bu durum Fransa’nın merkezi yönetimine özgü değil mi? Şimdi bunu irdeleyelim. Yani bu durum Türkiye’yi hedef alan Fransa’nın“eski duyarsızlığı”değil de, bilinen karakteristik ” tutarsızlığı“değil de nedir? II. Dünya Savaşı sonrası ABD tarafından altın tepsi içerisinde Fransa’ya sunulan BM Güvenlik Konseyi üyeliği Fransa’yı şımarttığı gibi fütursuzluğunu da arttırmıştır. Bu fütursuzluk öyle boyutlardadır ki, batının bir stüdyo projesi olarak tasarladığı ‘Arap Baharı’sonrası, kardeşin kardeşi boğazladığı iç savaş ortamında yangından mal kaçırır gibi, bir acullük içerisine girdiği de test edilmiştir. Türkiye ile Fransa arasındaki Libya yarışı bugüne özgü değildir. NATO şemsiyesi altında icra edilen Birinci Libya Harekâtı öncesi ve sonrasında Sarkozy döneminde benzer olgular ve olaylar yaşanmıştır. ABD’nin Berlin’de üç askerinin öldüğü bir gece kulübü saldırısından sorumlu tuttuğu Libya’yı 14 Nisan 1986 tarihinde ABD Trablus ve Bingazi’yi bombalaması müdahalesinde Fransa; İngiltere’den kalkan ABD uçaklarına Fransız hava sahasından uçuşuna izin vermemiştir. Gece kulübündeki terör saldırısında bir de Türk kızı ölmüştür, anımsayan var mı? Gündeme bile gelmemiştir. ABD’nin özellikle de Başkan Trump’ın sesini zaman zaman yükseltmesi Fransa’nın tutarsızlıklarından kaynaklanmaktadır. Anımsar mısınız? Merhum Kaddafi’nin linç edilerek ölümünün ardından Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile İngiltere Başbakanı David Cameron apar topar Libya’ya gitmişlerdi. Fosil yakıt paylaşımlarını yerlerinde görebilmek için. Onların Libya’ya gidişinden neredeyse 24 saat dolmadan hemen bir gün sonra o zaman Başbakan olan Cumhurbaşkanı Erdoğan da, Libya’yı ziyaret etmiştir. Libya, her zaman Osmanlı Devletinin ardılı Türkiye için son derece önemli olmuştur. Ziyaretin yapıldığı zaman, Mısır’da halkın oylarıyla seçilmiş Mısır Devlet Başkanı Mohammed Mursi bulunuyordu. Batılıların desteği ile Sisi, Mursi’ye karşı darbe yapınca Türkiye’nin Libya’ya vermiş olduğu önem, Mısır’ın Türkiye’yi engelleyici çıkışlarına karşın meşru zeminde artarak devam etmiştir.
Mısır ile Libya’yı birbirinden ayrı tutmayan toprak bütünlüğüne önem veren Osmanlı’dan devralınan Türk dış politikası ayrımsallıkları körükleyen Fransız dış politikasının hep karşısında olmuştur. Fransa’nın Türkiye’nin Suriye’den olduğu gibi Libya’dan da uzaklaştırılmasını hedefleyen meydan okumalarına karşı, Türkiye’nin bölgesel politikası” tutarlılığı ön planda tutmak” olarak belirlenmiştir. Fransa’nın Türkiye’ye karşı salvoları “Türk-iye – Ermeni-stan İhtilafı”ndan bu yana mütecaviz olduğu kadar, içinde bulunduğu uluslararası örgütleri harekete geçirmek şeklinde olmuştur.
Efendim, hiç meraklar buyurmayınız, bu durumu günümüzde çok moda olan bir soru biçimiyle soralım mı? “Nasıl yani?”diye. Yanisi şu. Gelinen tutarsızlığa bakar mısınız? Hem NATO’nun beyin ölümünün gerçekleştiğini söyleyeceksiniz, hem de NATO’dan medet umacaksınız. Temel’in güzel bir sözü vardır, belleklerde yer eden. “N’oldi?”Kapalı kapılar arkasında Türkiye’ye karşı birçok komplo planları yaptıktan, Türkiye’ye karşı bilinen kutsal ittifakını örgütledikten sonra, Fransa, Türkiye’nin Akdeniz’deki meşru, yasal çıkarlarını hedefe oturtmuştur. 10 Haziran 2020 tarihinde NATO’nun ‘Deniz Muhafızları’ (Sea Guardian)misyonu çerçevesinde Akdeniz’de görev yapan Fransız Deniz Kuvvetlerine ait La Courbet isimli fırkateyn, Libya’ya uygulanan BM silah ambargosunu deldiğinden şüphelendiği Tanzanya bandıralı “Çirkin” isimli gemiyi denetlemek istemiştir. Ancak gemiye eşlik eden Türk savaş gemileri, yürürlükte olan angajman kuralları çerçevesinde ani manevralarla denetleme yapmasına izin vermemişlerdir. Bunun üzerine Fransa Savunma Bakanlığı Fransız donanma gemisi Le Courbet’nin, Libya’ya silah taşıdığı şüphesiyle bir kargo gemisini durdururken, geminin yakınında bulunan bir Türk fırkateyninin düşmanca manevrasına maruz kaldığını açıklamış ve bu konuyu NATO’ya intikal ettirmiştir. Biz de Temel gibi, soralım, “N’oldi?” Hani NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmişti. Bir yandan NATO’nun beyin ölümünün gerçekleştiğini hemen her fırsatta ve her zeminde bahsedeceksin ve de her krizi fırsata çevirmeye çalışacaksın sonra da NATO’nun kapısını çalacaksın.
Bu durum, NATO içinde de önemli tartışmalara yol açmış, NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in talimatıyla yapılan teknik inceleme sonucunda olayın nasıl geliştiğini irdeleyen 130 sayfalık bir rapor hazırlanmıştır. Raporda, Türk savaş gemilerinin Fransız savaş gemisi La Courbet’e yönelerek üç kez radar kilitlediği ve böylece radarını kilitleyerek tacizde bulunulduğuna dair Fransız iddialarını destekleyen bir ifadenin yer almaması Paris’i ciddi bir biçimde kızdırmıştır. Bunun üzerine Fransa, NATO’ya bir mektup göndererek Akdeniz’de devam eden ‘Deniz Muhafızları’ (Sea Guardian) misyonundan geçici olarak çekilmiştir. Libya krizinde karşı kamplarda yer alan ve birbirlerini “Doğu Akdeniz’de tehlikeli bir oyun oynamakla” suçlayan iki NATO ülkesi, Türkiye ve Fransa NATO içerisinde onlarca yıldır devam eden Türkiye-Yunanistan krizlerinin bir benzerini ortaya çıkarmışlardır. Son derece haklı ve tutarlı bir yaklaşımla, 130 sayfalık NATO raporunu irdeleyen Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, “Gemilerimizin Fransız gemilerine kilit attığı iddiası doğru değildir. Fransa’nın bizden özür dilemesi gerekir” demiştir. Libya’daki Savunma Güvenlik İşbirliği ve Eğitim Yardım Danışma Komutanlığında görev yapan Türk askerleriyle Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Güler ile birlikte bir araya gelen Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar da daha da sert bir üslubu yeğlemiştir:
“Yapılanın askeri değil tamamen politik birtakım hesaplar peşinde yapılan kumpaslar olduğunu, dolayısıyla Fransa’nın Türkiye’den özür dilemek zorunda olduğunu ifade ediyoruz” vurgusunu yapmıştır.
Ayrıca Macron’un 7 Kasım 2019 tarihinde “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” açıklamasına basın toplantısında atıf yapan Akar, konuşmasını şöyle sürdürmüştür:
“İttifakın sağlığı yerindedir, ‘beyin ölümü’ gerçekleşmemiştir.NATO, gücünü değişen güvenlik ortamına başarıyla adaptasyonuna borçludur. Fransa dâhil 30 NATO ülkesi, karada, havada, denizde, sivil ve asker unsurları ile dünya ve bölge barışı, istikrarı için gece gündüz mücadele ederken, ‘NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir’ gibi ifadeler doğru değildir. İttifakın temsil ettiği dayanışma ve müttefiklik geleneğine ciddi zarar veren bu söylemler, NATO’nun gerçekten beyin ölümünü isteyenlerin işini kolaylaştırır.”
Yapılan akilane yorumlar ve bütün bunlardan sonra NATO ve AB içerisindeki diplomatik mahfiller, bu gelişmeyi, NATO içerisindeki Türk-Fransız çekişmesinde, Ankara’nın ilk raundu kazandığı şeklinde yorumların yapılmasına yol açmıştır.
Öte yandan büyük bir çelişki yumağı da Yunanistan’dır. İtalya ile imzaladığı deniz yetki alanlarını belirleyen anlaşmada ana karayı esas alan Yunanistan, Türkiye’ye karşı ‘adaların da kıta sahanlığı var’ tezini savunmaktadır. Türkiye’ye yönelik söylemleri devamlı çelişen Yunanistan, her bir şeyin farkındadır, ama Türkiye’ye hemen her zeminde karşı olmak onun vazgeçilmez dış politika özelliklerinden biridir. Wights of Salem isimli Youtube kanalındaki bir videoda konuşan Yunanlı Amiral Andoniadas’a “Türkiye’nin gemileri Girit’in güneyine geldiğinde batıracak mıyız?” sorusuna Yunanlı amiral, “Ben açıkçası sorduğunuz soruyu anlamadım. Gemileri batırmaktan bahsediyorsunuz ama bizim o bölgeye sahip olduğunu belirttiğimiz Münhasır Ekonomik Bölge(MEB)‘miz yok. Herhangi bir MEB belirlemedik. O halde hangi hakla onların gemisini batıracağız?” yanıtını vermiş ve Türkiye Cumhuriyetinin artık “bölgesel bir süper güç”olduğunu da söyleyerek, Yunan karşı koymasının uluslararası hukuka göre mümkün olamayacağını önemle vurgulamıştır. Bu reel politik saptama üzerine Hafter yanlısı yasadışı Tobruk hükümetinin sözde Dışişleri Bakanı Abdülhadi Huveyc ile yeni bir Münhasır Ekonomik Bölge anlaşması yapılmıştır. Atalarını inkar eden, Türk ve Türkiye düşmanı Abdülhadi Huveyc, güya Yunan mevkidaşı Nikos Dandias’ın Tobruk ziyareti sonrası deniz yetki sınırlarını çizmek üzere ortak bir komite oluşturduklarını da söylemiştir. Ancak bütün bunların hiç bir kıymet-i harbiyesinin olmadığını her zeminde ve her vesileyle ısrarla vurgulayan Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Savunma Bakanım oraya (Trablus’a)gitmiş durumda. Orada yapacakları çalışmayla Libya’daki süreci çok daha yakın bir markaj içinde sürdürelim istiyoruz.”Vurgusunu yaparak, Libya’daki Tobruk merkezli çalışmaların önemsizliğine bir kez daha dikkat çekmiştir. Neden? Nedeni açıktır. Hafter, Kaddafi’ye yakın bir asker iken, Çad yenilgisinin ardından hain ilan edilince, 20 yıl ABD’de sürgün hayatı yaşamıştır. Ardından 2011’de Arap Baharı sonrası yurda dönerek, isyanlara katılmış, o belirsizlik ortamında Tobruk Temsilciler Meclisi tarafından 2015’te Libya Ulusal Ordusu komutanı olarak atanmıştır. Bingazi’de IŞİD’e karşı savaşıp, ardından da Hilal Petrol bölgesini yayılmacı güçlere açarak, politik olarak güç elde etmiştir. Ancak 2016’da BM ile yapılan müzakerelerde, ülkeyi temsil etme şansını Trablus’un güçlü adamı Fayez El Saraç’a kaptırdığı için, yasadışıdır, meşru değildir.
Yunanistan ve Fransa’nın umutla beklediği Türkiye için NATO’dan soruşturma ya da bir yaptırım kararının çıkmasıdır. Günümüz ortamında düzmece bir olayın sonucu olarak böyle bir kararın çıkması pek de olasılı görünmemektedir. Görüldüğü kadarıyla, 2011 yılında Fransa’nın acullüğü ile kandırılarak peşine takmış olduğu son derece temkinli ve teenni ile hareket eden NATO üyeleri Fransa’dan beklentileri farklıdır, Macron politikalarıyla aynı değildir.
Efendim bütün bunlardan sonra söylemem odur ki, ne NATO, ne de Türkiye’nin, birbirinden vazgeçmek gibi bir niyeti bulunmamaktadır. BM’nin her zaman meşruluğunu savunan BM Genel Kurul Başkanlığına seçilen Türkiye Cumhuriyeti, aynı zamanda NATO için önemli ve güvenli bir müttefiktir. ABD ise, Libya konusunda Almanya, İtalya, Türkiye ile ilişkilerini çok dikkatli, yakın işbirliği ve diyalogla götürmektedir. Ancak tutarsızlığını bir devlet politikası haline getiren Fransa Cumhurbaşkanı Macron, çok taraflı oynamakta ve BMGK üyesi olasına karşın, BM Genel Kurulu kararı hilafına tutumunu sürdürmektedir.Fransa’nın arkasına Yunanistan’ı da alarak, sadece NATO’nun Doğu Avrupa Savunma Planı’nı bloke eden tavrını ileri sürmekle yetinmeyip, aynı zamanda Türkiye’nin, Libya’da yaşananların cezai sorumluluğunu taşımakta olduğu mesnetsiz savlarını dillendirmektedir. Tüm bu tutarsız iddialar, NATO kanadında Türkiye’yi köşeye sıkıştıracak bir anlam ifade etmemektedir. Fransa Libya konusunda Türkiye’ye karşı tam bir feveran, kaynayış içerisindedir. Libya’da Rus kurgulaması baskın olduğu ve mutlaka engellenmesi gerektiği sürece ABD’nin NATO’yu devreye sokmaksızın, Libya’da bir Türk-ABD ortaklığının biçimlenmesi ve Libya’daki sorunların bu şekilde çözümlenmesi gerekli ve zorunlu olduğu düşünülmektedir.