Muharrem DAYANÇ
Hiç düşündünüz mü bilmem, normal bir insan ömrüne kaç bayram sığar?
Hemen aklınıza yaşadığınız yıllar gelecek, onları ikiyle, dörtle çarpacaksınız, ortaya bir sayı çıkacak, hayır hayır, kastım böyle bir bayram hesabı değil. Sorunun sınırlarını gelin birlikte çizelim: Hayaliyle günlerce uyku uyuyamadığınız giysilere, ayakkabılara, oyuncaklara kavuştuğunuz kaç bayram yaşadınız mesela? Rüyalarınızı süsleyen insanları/dostları yüz yüze gördüğünüz veya uzaktalarsa seslerini duyarak kulaklarınızdan kalbinize bir sıcaklığın indiğini hissettiğimiz kaç bayram? Dalını kırdığınız ağaçla, kanadını incittiğiniz kuşla, hevesini kursağında bıraktığınız bir çocukla ödeştiğiniz kaç bayram? Hoyratça davrandığınız, sabrını taşırdığınız, kalbini hırpaladığınız, zor gününe yetişemediğiniz, iyi gününe ortak olamadığınız, size ihtiyaç duyduğunda gözünüzü kaçırdıklarınızla helalleştiğiniz kaç bayram? Pişmanlıkların, mahcubiyetlerin, vicdan azaplarının, içinizi kemiren “keşke”lerin yükünden kurtulup bir tüy gibi hafiflediğiniz, arındığınız kaç bayram?
Hadi sayın veya hadi sayalım…
…
Bayramlar her şeyden önce insanın kendisiyle hesaplaştığı günlerdir. Başkalarında aradığınız kusurların çoğunun gömleğinizin altından size doğru yürüdüğünü hissettiğiniz günlerdir. Aynayı yüzünüze, hatta içinize çevirdiğiniz günlerdir. Arslan payını kendinize ayırmaktan vaz geçtiğiniz günlerdir. “Ben” demekten sıyrılıp başınızı kaldırdığınız, yanınızda, yakınınızda, yörenizde, çevrenizde, etrafınızda, hatta başucunuzda birilerinin olduğunu fark ettiğiniz günlerdir. Gözünüzün açıldığı, gönlünüzün şulelendiği günlerdir.
…
Bir şeylerin hep ayağına gelmesine alışmış insanlara göre değildir bayram neşesi, bayram coşkusu, hatta bayram hüznü. Bayram ayağına gitmektir. Sizden önce ölenlerin mezarına mesela. Yaşça ve bilgice önde olanların kapılarına. Rüyalarına inmek, hayallerine çıkmak çocukların. Hastaların yüreğine dokunmak. Issız sokaklara ses, kimsesiz hanelere nefes olmak. Tamamlarken tamamlanmak.
…
Bugüne ne kadarı düşüyor bu aydınlığın?
Yaşlıların, çocukların, hastaların, çaresizlerin, merhametin eksik olduğu garip ve mahzun bayramlar bu çağın bayramları. Kör bayramlar, sağır bayramlar, dilsiz bayramlar. En önemlisi merhametsiz bayramlar. Bir yetimin başını okşayamayanlarla, bir kusuru bağışlayamayanlarla, kapısına gelenleri boş çevirenlerle ne işi olur merhametin? Merhametin olmadığı yerde de gün bayrama, bayram insana niçin uyansın?
…
Aylar öncesinden biletlerinizi ayırıp deniz kenarlarının, göl dinginliklerinin, dağ başı yalnızlıklarının yolunu tuttuğunuz günden beri bayramlar bir bir eksilmekte. Yoksa Dublin’in, Petersburg’un, Amsterdam’ın, Viyana’nın ne kabahati var? Mavi göğün, lacivert denizin, sararmış güneşin, kızarmış tenin suçu ne?
Suç kalbinizde.
…
Ne bayramlar gördüm pencereye mıhlanmış ninelerin/dedelerin yüzünde. Ne bayramlar gördüm dört duvara hapsolmuş çocukların huysuzluklarında. Ne bayramlar gördüm bitmeyen gecelerin dinmeyen acılarında. Ne bayramlar gördüm hastane köşelerinde. Ne bayramlar gördüm lunapark tenhalığında.
…
Merhametle, bağışlamakla, bağışlanmakla, af dilemekle, affetmekle insanı insanla uyandırmaksa bayram… Dünyanın ve kalbin her köşesinde… Bir çay serinliğinde, bir türkü içtenliğinde…
Gel, ne olur gel… Sızlana sızlana, nazlana nazlana gel. Göğün taşrasına savrulmuş Âdemler, Havvalar için gel. Sana yönelmiş eller, kavrulmuş yürekler için gel.
“Hacdan döner gibi gel;
Mirac’tan iner gibi gel;
Bekliyoruz yıllardır!”