Dünyayı yaşanabilir bir yer olarak tutabilmenin iyi yetişmiş insana bağlı olduğu bütün dünyada kabul ediliyor ve her fırsatta dile getiriliyor. Demek ki bütün insanlık, asıl sıkıntının ne olduğu konusunda fikir birliği içindedir. Teşhis doğru konulduğu için tedavinin de doğru sonuç vermesi beklenir. Ziya Paşa, “Bil illeti kıl sonra müdavâta tasaddî / Her merhemi her yâreye merhem mi sanırsın” (Önce hastalığın ne olduğunu öğren, sonra tedaviye başla. Her merhem her yaraya iyi gelmez) demişti. Paşa bunu söyleyeli yüz elli yıldan fazla olmuş. Yüz elli yıldır bu tembihi takdir ve tekrar ederek yaşıyoruz!
Takdir ve tekrar yeter mi? Tedbir, gayret, sebat, bilgi, usul, plan-program varsa, evet…
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, herkes her şeyi “biliyor”. Sahte teknoloji bilgisizliğin üstünü örttü. Şairin “İlmine hükmettiren insane fart-ı cehlidir / Ehl-i irfan cehlini âlim olunca anlıyor” (İnsana kendisinin bilgin olduğuna hükmettiren, aşırı cahilliğidir; arif olanlar, cehaletin ne olduğunu, neyi bilmediğini bilgin olunca anlar) demesi, üstü örtülmüş bilgisizliğin tehlikesine dikkat çekmek içindir.
Kaliteli bir mobilya yapılabilmesi, işinin ehli bir marangoz yetiştirilmiş olmasına bağlıdır. Hiçbir işte kalite kendiliğinden oluşmaz. Bizde herkesin en kolay fikir beyan ettiği alanların başında eğitim gelir. Padişahın terzisi devlet işlerine dair bir layiha (herhangi bir konuyla ilgili görüş bildiren yazı, TDK) hazırlar ve padişaha sunar. Yazıyı okuyan padişah, yanındakilerden birine der ki: “Bizim terzibaşı devlet işleriyle uğraşıyor. Git, vezire söyle de gelip bana bir kat elbise diksin!” Ehliyet önemini yitirince böyle olur.
Eğitim bilimleri alanında kariyer yapmış değerli bilim insanları dikkate değer araştırmalar yapıyor, makaleler, raporlar, bildiriler, kitaplar yazıyorlar. Bilgilerini yenilemek için çabalıyorlar. Peki, onların bu çabaları karşılık buluyor mu? “Özetlemek” adında bir hastalığa tutulmuş olduğumuz için, bağlamından koparılmış, çoğu zaman yanlış anlaşılmış, orasından burasından didiklenmiş bilgiler kimsenin işine yaramıyor. Yukarıda sözünü ettiğimiz “bilgisizliğin üstünü örtme”nin bir tezahürü de budur. Çocuklarımızı, gençlerimizi bu büyük tehlikeden kurtarmalıyız. Bunun da tek çaresi Eğiticilerin (anne, baba, öğretmen) iyi eğitilmesidir. Aksi halde “Eğitimde Dünya’nın en güzel sistemini yakalamış, bütün sorunları ortadan kaldırmış olsanız dahi, eğitim işini yürütecek insan kaynağını nitelikli olarak yetiştirmediğiniz sürece, başarılı olma şansınız yoktur. Eğitimin hangi kademesinde olursa olsun eğitici, öğretmen veya akademisyen fark etmeksizin, hepsinde aranacak öncelikli nitelik mizaç ve karakter olarak eğitimciliğe yatkın olup olmamasıdır.” (Yaman, E. (2020). Eğitim Süreçlerinde Güncel Sorunlar ve Çözüm Önerilerine Bütüncül Bakış, Eğitime Bakış D., Yıl:16 S.48, , s.51)
Beşeri bilimler ve eğitim alanında hizmet veren bir dergi olarak şu hususu her fırsatta dile getirmek isteriz: Eğitici insanın yetiştirilmesinde geç kalıyoruz. İmkânları ne kadar geniş, kadroları ne kadar nitelikli, programları ne kadar gelişmiş olursa olsun, Eğitim Fakülteleri, temel hazırlığı olmaksızın eline / önüne gelen gençlere öğretmenlik aşkını, heyecanını, ülküsünü aşılayamamaktadır. Hiçbir hazırlığı olmaksızın sisteme dâhil olan bir gencin öğretmen olarak yetiştirilmesi kolay değildir. Bundan 175 yıl önce, modern anlamda öğretmen okullarımız kurulmuştu. Bugün yok. Bu okulları bugünün ihtiyaçlarına göre, fakat onca yıllık deneyimden de yararlanarak yeniden kurmalıyız. Eğitim Bilimleri Fakültelerinin birkaçını eğitim bilimci yetiştirmek üzere bırakıp diğer bütün Eğitim Fakültelerini Yüksek Öğretmen Okuluna veya Öğretmen Akademisine çevirmeliyiz. Zaman içinde, öğretmen yetiştiren her kademedeki öğretim elemanının da bu kurumlardan yetişmesini sağlamalıyız. YÖK ile MEB arasında sıkı bir işbirliği kurulmadan başarı elde etmenin mümkün olmadığını unutmamalıyız. Akademisyen ile uygulayıcı arasında -kaprissiz, böbürlenmesiz- amaç ortaklığı sağlamalıyız.