“Ne ekersen onu biçersin”

A. Yağmur TUNALI; “Son kalkışma, -darbe diyeceksek- darbeler tarihimizde bir miladdır. Devlet fikri olmayan bir gruptan gelmiştir. Düzeltmek değil topyekün bir yıkım hedeflenmiştir. Yeni tip bir darbe ve kalkışmadır.  Bu grubun dinî bir cemaat olması da yeni ve başka bir dikkat noktasıdır.”

A. Yağmur TUNALI

Türk Milleti’nin tarihî karakteri darbelerde de bellidir. Bizde devlet kutsanır ve darbeciler de devlet refleksiyle hareket ederler. Hâkim devlet anlayışının dışında bir anlayışla kalkışma usulden değildir. Demek istediğim ve galiba pek üzerinde durmadığımız şudur: Bizde darbeler yerleşik düzenin bozukluğunu düzeltme güdüsüyle yapılır. “Bozulmuştur, düzelteceğiz” derler.  “Şeriat isteriz!” çığlıkları “din devleti isteriz” demek değildir, “kanun nizam bozuldu, düzen isteriz” demektir. Darbelerin sloganı budur. Osmanlı’dan bugüne değişmez darbe karakteri böyledir. Cumhuriyet dönemi darbeleri de benzer gerekçelerle yapılmıştır.

Son kalkışma, -darbe diyeceksek- darbeler tarihimizde bir miladdır. Devlet fikri olmayan bir gruptan gelmiştir. Düzeltmek değil topyekün bir yıkım hedeflenmiştir. Yeni tip bir darbe ve kalkışmadır.  Bu grubun dinî bir cemaat olması da yeni ve başka bir dikkat noktasıdır.

Bu darbe vesilesiyle tesbit edeceğimiz ikinci husus, Türkiye’de serpilen dînî cemaatlerin hemen tamamının devlet fikrinden ve tarih perspektifinden yoksun olduğudur.  Onun için bu kalkışma, tarihten kopuk,  bu topraklarda kökü olmayan bir yapılanmanın işidir. Yıkıcılığı da ona bağlı bir iştir. Darbeler tarihi ve sosyolojik değişmelerin dinamiği bakımından muazzam bir farklılaşmadır.  Bir taraftan, nevzuhur din algılarının din dışı gidişini de gösterir.  Din üzerinden kurulu bir zembereğin uluslararası boyut kazanarak başımıza musallat oluşudur.

Bize göstereceği temel mesele de şudur: Türkiye’de şu veya bu bahaneyle kalkışacak cemaatler çok güçlenmiştir. Güçlerini devlet erkini kullanma iradesine yönlendirmek üzere iştahlı, şehvetli bir alışkanlık edinme yolundadırlar. Türkiye’de,  bundan böyle karışıklık ve darbe tehdidleri en çok onlardan gelecektir. Çünkü, yerleşik düzene karşı en büyük rahatsızlık onlardadır. Varlık sebebleri, yaşadıkları devlet sistematiğinden ve sosyal hayattan şikâyet esasına dayanır. Etraflarına insan toplarken ilk motivasyonları budur.
Neticede, bir şey yapmaktan ziyade yıkma güdüsüyle hareket ettikleri önemli bir dikkattir.

Mutabakat eksikliği
Bu devlet düşmanlığı ve yalnızca yıkmaya odaklanmış din anlayışına nasıl gelindiği önemli bir mesele halinde önümüzdedir. İşid, Elkaaide ve Taliban çizgisinin arka bahçesi bu anlayışlardır. Selefîlik adı altında toplananlar da, böyle tarif edilmemiş dinî gruplar da oraya akmıştır. Bazı klasik tarikatler hariç, kendini dinle ifade eden bütün anlayışların oraya evrilmesi üzerinde hassasiyetle durmak lazımdır.

Bir temel sebebi biliyoruz:  Bu memleket, henüz sosyal anlaşmasını  sağlamış değildir. Hayret edilecek bir beceriksizlikle yapamadığımız budur. Bütün sıkıntılar, kavgalar da buradan çıkıyor. Kavga hayat tarzları üzerinden yaşanıyor. İnanç denenler de, ideoloji denen akımlar da en sonunda gelir yaşama şekline dayanır.  Konular değişir, semboller değişir, kavga değişmez. Mesela, içki içip içmemek,  başörtüsü kullanmak veya kullanmamak, namaz kılıp kılmamak bugünün imtihan sorularıdır. Bu üç unsur ve daha söylenecek onlarca dinî-ideolojik tavır alış bizi esir almış durumdadır. Buradan düşünce çıkmaz.  Kavga çıkar, karışıklık çıkar ve nihayet darbe ve darbemsi hareketler çıkar. Bu kalkışmanın bize düşündürdüğü gerçek budur.  

Mesele kurallara uymaktır
Yapılacak olan bunu görerek kanunlar çerçevesinde hareket edilmesini sağlamaktır. Tabii, kanunların üzerinde ittifak ettiğimiz sosyal çerçeveye oturması bunun ilk şartıdır. Yoksa, birileri kanunları kenar dolaşacak, birileri üstünden atlayacak,  kağıtta kalan ölü metin ve ölçüler halinde kalmasına yol açılacaktır. Türkiye’de olan budur. “Ben şunu beğenmiyorum, bugünkü kanunları da gücüm yeterse dinlemem, hatta seçimle başa geçmiş olsam da uygulamam, kendimce bir yol tutarım…” denebilen bir ülke haline gelmek felakettir. Burada, herkese kurallara uymama yolu açılır. Bu sosyal kaosa dönüşür; çünkü, hak hukuk kalmaz. Bana kalırsa, darbelerin anası budur ve buradan bitmeyen ve bitmeyecek her türlü  karışıklıklar çıkar.

Türk devlet geleneğinden esaslı sapma budur. Bizde kanun koyma hakkı olan hükümdar, kanun nizam dışı hareket edemez.  “Kanundur” sözü, hükümdarların boyun eğdiği buyruktur. Adalet prensibi bu anlayışın üzerine titrediği bir şaşmaz ölçüdür.  Değişen ve sosyal darbe halinde bizi esir alan budur.

Bu şartlarda, devamlı anayasa tartışması yapmanın manası yoktur. Uygulanmayacak bir anayasa üzerinden yürütülen kavganın çelik-çomak oyunu kadar bile ciddiyeti yoktur. Mevcud anayasaya uymayanların yenisine uyacağına dair bir işaret bulmak imkânsıza yakındır. Bu samimiyetsizliklerin, ikiden fazla yüzlülüklerin kaynağı da ahlâk problemidir. Kendini dinle ifade edenlerin bu konuda en büyük ârızayla malul olmalarına dikkat etmek lazımdır. Diğer kesimler de derece derece bu çizgidedirler. Bu kaygan zeminde herşey olur. Darbe ve karışıklık üreten bir yapı vardır. Değiştirilmesi gereken anlayışın bu olduğunu görmüyoruz.

“Ben evvelimden korkarım”
Bu başarısız kalkışmadan bir hayır çıkması ümidimiz ve beklediğimizdir. Bunda hepimiz mutabıkız.  Örttüğümüz, özenle gizlediğimiz hastalıklarımızı görme fırsatı bulursak, büyük faydadır. Bunun için, en açık şekliyle konuşmak lazımdır. Düşünmek, düşündürmek ve üzerinde geniş çalışmalar yaparak, bu kanar yarayı halletmek lazımdır. “Kanar yara” derken, darbe geçmişimizi kastetmiyorum.  Bugün hayatımızı esir alan din algısından ve onu yöneten cemaat ve diğer oluşumlardan bahsediyorum.   Yüksek sesle tekrar ediyorum: En tehlikleli  “kanar yara” budur.

Darbe gecesine bakarak darbe değerlendiren akıldan akılsızlık çıkar. Olanı biteni anlayacak akıl, önceye gider. Filmi geriye sarar. Neden bu hale düştüğümüzü anlamaya ve anlatmaya çalışır.

Hazret-i Ali’nin sözünü hatırlama vaktidir:  Hazret, “Herkes sonundan, ben evvelimden korkarım” der. Esas sebebe, yaşanmışlıkların sonucuna dikkat çeker. O ezel künyesinden,  herşeyi  vâr edenin  zaman mekân dışı bilgisiyle öncesiz sonrasız bildiği bizim tarafımızdan doldurulan karneden bahseder.

Demek ki başa döneceğiz; sonun bütün izleri öncede, oradadır. Filmi geriye sarmayı başarabilirsek bütün sekansları görür, eğriyi doğruyu yakalayacak bir dikkatle olanı biteni anlarız.
Evvelinden korkan o akıl bana hep dardeben çok darbenin öncesinden korkmayı düşündürür. Burada sayısız darbe vardır. Ben o darbelere dikkat çekmeyi uygun bulurum.

Yerlerde sürünen milliyetçilik
O kadar fena şeylerden bahsetmeden bir hakkı teslim etmeyi deneyeceğim.  Kafası gönlü dağınık ve hazırlıksız milliyetçilerin bu kalkışmadaki tavrı bildiğimiz bazı doğruları teyid ettiği için söylenmesi önemlidir. Gelecek için de titizlenilmesi gereken bir durum olduğu için önemlidir. Bizim gibi, milliyetinden ve kimliğinden şüphe edenlerin, bu tarz bir darbeye maruz kalanların memleketinde hayatî değerdedir.

Balkan Harbi ve sonrasını iyi okuyan bir kimse, milliyetçiliğin nasıl hayat kurtardığını görür.  İstiklâl Harbi’ni ve Cumhuriyet’e gelişimizi sağlayanın milliyetçilik olduğunu ayan beyan görür. Darbe konusuyla doğrudan ilgisi de buradadır. Milliyetçilik duygusuna darbe indirilmiştir. Yara bere içinde bir milliyetçilikle son badireye yakalandık.

Hatırlatacağım şudur: Milliyetçilik iyimserlik mesleğidir.  Bunun için, en kritik durumlarda milliyetçilere bakılır. Bütün dünyada böyledir.  Karşılaşılan ağır durumlarda, aşılması gereken sıkıntılarda, harplerde-darpblerde milliyetçiler nabzı tutar. Milletinden ve memleketinden ümid kesene milliyetçi denmez. Milliyetçi, her durumda milletinin sonsuz kudretine inanır. 
Son kalkışmanın ardından reaksiyonlara baktım: Milliyetçilerde bir tereddüd yoktu.  Kendilerine eziyet edilmiş, hakları yenmiş, verilmemiş olabilirdi. Hatta en çok ezilen bir kitle de olabilirlerdi. Mevcud durumda, bu darbeden dolayı ferden hemen hiçbir kaybı olmayacak geniş kesimler arasında yer alabilirlerdi. Toplumun en kültürlü, geniş kavrayışlı, en akıllı, en anlayışlı kimseleri de onlar arasında olmayabilirdi. Bütün bu çok yönlü olumsuzluklar içinde, olanı hemen sezen bir sağlam duyuşun ve inanışın insanı olduklarını gösterdiler. Olan berbad bir şeydi, memleketin hayrına değildi ve devleti idare edenlere ne kadar kızgın olsalar da onların yanında yer aldılar. ilk sokağa çıkanlar onlardı. Buna hiç şaşırmadım. Çünkü, bizden ve dünya tarihinden bildiğimiz bir gerçek bu olayda da yaşandı.
Bana ne faydası var?
Evet öncesinden korkarım. Bilenler, bu dünya hayatının bir hatırlama olduğunu söylüyorlar. Oynanıp bitmiş bir filmi burada yeni baştan oynuyoruz.  Aklı olan, o filmi oynarken de görmüştür.  Ondan bundan değil, hakîkatten yana olmayı prensip edinmişse, “şu yanlıştır, bu doğrudur” demiştir.  Körlük yaşamamış, adını tam koyamasa da bilmiş, anlayabilmiştir. Böyleleri için çok şey gibi darbe de sürpriz değildir. Düşünen, sancı çeken, insan ve toplum adına endişesi olan kimselerdir.  Şehirde, köyde, kasabadadırlar. Okumuş veya okumamıştırlar. Çok bilgili, az bilgilidirler. İlimde, sanatta, ziraatte, ticarette, devlette veya kendi işlerindedirler. Nerede olsalar düşünenler ve bir iç duygusuyla olanı biteni sezebilenlerdir.

Böylelerin azlık olmaları kaderdir.  Çünkü,  kalabalıklar günlük yaşar.  Yaşama içgüdüsü, yalnız ayakta kalmaya göre ayarlıdır. İskender Öksüz’ün çok kullandığı Dawkins’in o sözü hükmünü icrâ eder: “Gen bencildir”. Yaşama içgüdüsü, bu gen bencilliğinden güç alan bir bencillik yaratır. Birileri bunu bir sistem halinde kurgular. Güç orada toplanmaya başlar. Yönetim erki kimdeyse, bu bencilliği o kullanır. Üst bencillik dehşetli bir kontrol kurar. Kurallar gitgide zedelenir ve nihayet varlığı ile yokluğu farketmez noktaya kadar geriler. Bu durumda, kalabalıklar, gördüğünü görmez, bildiğini bilmez veya söylemez olur.  Değerler gitgide aşınır, sözler, kavramlar anlamlarından boşaltılır.

Görünen göründüğü gibi değildir. Görünenin ve gösterilenin dışında bir gerçeklik vardır ki o çok yüzlü bir toplumu yaratır.  İnsan ilişkileri “Bu bana ne fayda veya zarar getirir?” bencilliğine indirgenir. Üstelik, bütün bunlar, dinin ve toplumun yarattığı binlerce yılın kavramları dilde dolaşırken olur.

En güçlü ve uzun ömürlü darbe budur.  Bildik el koymaların ve darbelerin de mutlaka görülmesi gereken ana sebebidir. Doğurganlığı hiç bitmeyen bir anadır. Düzeltilecek, değiştirilecek olan budur.

“Gibi görünmek” en büyük darbe
Darbelerin bir ahlâk meselesi olduğunu anlamak lazımdır.  Evet, darbe öyle arsız bir ağaçtır ki ahlâkın çöktüğü yerde serpilir. Her kavram gibi ahlâkın da içi boşalmazsa darbe olmaz.  Mesela, ahlâk deyince uçkur anlayacak bir apış arası dikkati ahlâkın en büyük düşmanıdır. Geldiğimiz sosyal seviyede bu da apaçık görünüyor. Bir dostum, eskilerin “ Hovarda sevilir, sevilmeyecek olan müptezellerdir” dediğini sıkça hatırlatır. Değerlerin yerleştiği toplumlarda, hovardalığın da bir ölçüye girmesi şarttır. “Şu yapılır, bu yapılmaz..”  denilir. “Şuna olur, buna olmaz” denilir.  Misal olsun diye söyleyelim: “Hovarda katiyyen beraber olduğu kadını deşifre etmez” denilir. Yani, onaylanmayan ve hele ilan edilmesi kesinlikle hoşgörülmeyen bir davranışın bile yolu yordamı konulmuştur, aksi asla kabul edilmez. Osmanlı toplumunun kuralları böyleydi.

Son iki yüz yılda ölçüler ve ölçülere bakışımız değişmeye başladı. Çöküşle, düşüşle, zayıflamayla beraber insan kalitemizde de genel ahlak ölçülerinde de bir tavsama oldu. Nihayet bugüne geldik.  En düşük yerdeyiz. Uzağa gitmeye gerek yok:  50 yıl öncesini hatırlasak,  orada da bir yığın ârızalı durum yaşandığı halde, evliya kabul edeceğimiz insanlar yetiştirmiş gibi hissederiz.  Ondan önceye gidince daha iyi bir insan profili bizi karşılar. Bütün yaptıklarımız ve yapmadıklarımız, yetiştirilmesi gereken insan tipine yaklaşma yerine uzaklaşma getirmiş görünür.  Eğitim-öğretim hayatımız ve topyekün sosyal sermayemiz,  “nasıl bir insan yetiştireceğiz?” sorusuna doğru cevap bulamamış ve ona göre teşkilatlanamamışlığımızı gösterir.  Bunu aramayan toplumları derin problemler bekler. 

Din mayınlı sâhadır
Bu yapı bozukluğunda, sosyal darbeler kaçınılmaz olur. Bu durumda en kolay kullanılacak olan dindir. Yaşadığımız böyle bir süreçtir. Mesele dine bakışımız, dini yaşayışımız, esas ölçülere bakılırsa dinden uzaklaşmamızdır. Devlet hayatında ölçü senin benim dindarlığımız olamaz. İş bilmek, iyi yetişmek ve ahlâk ölçüdür. Dindarlık görüntüsü kimseye fayda vermez. Din üzerinden konuşmayı bırakmak âcil bir mesele haline gelmiştir. Türkiye, bunu anlayacak bir kalkışma yaşadığı halde hala değişen bir şey yok. Din alıyor, din satıyoruz.

Camiler dolsa boşalsa, her ağzını açan inşallah maşallah dese, âyet hadisle söze başlasa ve öyle bitirse de mana kaybolunca olan oluyor.  Dindar görünüyor, din dışına düşüyoruz. Etrafınıza bakınız:  Hayatımıza bu görüntü tapıcılığı hastalığı hâkim. Devlet hayatına da bu gösterişçilik hâkim. Sokağa, mahalleye, okula, kışlaya,  hele hele camiye bu “gibi görünmek” hâkim. Bu gösterişçilik, esası ıskalar. “Dostlar alışverişte görsünler” tipi bir din ve ahlak çürütücüdür. Nitekim, bir köklü darbedir ve bu kötünün kötüsü darbe olmuştur.

Bu yeni tip dindar ve din simsarı, ilk fırsatta, eline geçen imkânı kendi için kullanmaya bakar. Çalar, yer içer. Kılıfını da bulur. Çünkü din -iman ona buna gösteriş içindir. Sonra, bu halde olanlar toplu halde kılıf icad etmeye ve yaptıklarını meşrulaştırmaya bakarlar. Mesela, Allah için yapmaktadırlar. İmam Hatiplere, Kur’an Kurslarına harcayacaklardır. Sıkıysa itiraz et. Ve nihayet, “Müslümana en iyi yaşama hakkı çok mu görülüyor?” dedi mi, sende ağız açacak mecal bırakmaz. Artık çok şey ona helaldir.  Burada ip kopmuştur. Darbe tamamdır.

İçi boşalmış, ahlâktan uzaklaştırılmış bir din algısıyla yetişen müptezeller onlardandır. Bir erki elde ettiğinde, ilk saldıracağı sekreteri, memuru, asistanı olan sözüm ona dindarlar, bu uçkur ahlâkçılığı edenlerden çıkar. Orada da içi boş söyleme dönüşen, Âkif merhumun işaret ettiği gibi “zavallı bir din” vardır.

“Yeni bir din”
Din üzerinden devam edelim:  Bugün bizde din her türlü ahlaksızlığın kaynağı halinde yaşanıyor. Güzelim İslâmiyet, dünyada böyle, bizde de böyle.  El-Kaaide’den Taliban’a, İşid’e, Fethullah’a ve pusuda bekleyen başka cemaatlere bakınca, onların dininden olmamak her bakımdan kurtarıcıdır. Gel gör ki, din deyince geniş kalabalıklar onları dinler. Bunun için, 70 yılda boy boy serpilmişlerdir. 

Türkiye’de dini hareketlerin ve cemaatlerin köksüzlüğü ve tarihsizliği pek konuşulmamıştır. Dokunup geçtiğim  bu konuyu biraz açalım:  Bunlar, bin yıllık müslümanlık geleneğimize bağlanmazlar. Onun için yeni bir din gibidir, onun için yıkıcı ve muhtemelen din dışıdır. Devlet ve düzen düşmanıdırlar. Kinden ve nefretten beslenirler. Yetişmeleri sevgiye değil bu düşmanlığa dayanır. Yapmak için değil, yıkmak için var olmak ana prensipleridir. Bir noktadan sonra devlet içine yerleşmişler, dini anlayışlarını da gizli açık taşımışlardır.  Bir zaman sonra, devlet eliyle açılan Kur’an Kursları ve İmam Hatip Mektebleri de bir ölçüde bu düşmanlığa koşulmuştur.  Hiç konuşamadığımız bir durumdur. Bunlarda, dinin huzur ve sükûn vadeden büyük mesajı, yıkıma hizmet eden yeni bir din gibi algılanmış ve yapılandırılmıştır.

Şerden hayır çıkar mı?
 15 Temmuz, bize bunları düşündürür ve konuşturursa, uzun yılların yerleştirdiği mayınlardan kurtulma ümidi doğar.  Şerden hayır doğması ancak böyle mümkündür. Nitekim, bu dinî cemaatlerle paralel anlayışta bir din algısına sahib görünen bir siyâsî hareket, büyük değişmelerle devleti idare eder hale gelmiştir. Onların 40 yıl içinde geçirdiği değişmeler ve ilk fikirden vazgeçişler, memleketin bu manada normalleşmesine yardım edebilirdi.  Tersine bir durum oldu. Günlük siyasetin gidişi içinde kendilerini güvende hissetmemeleri, cemaatlere sıkı sıkıya yaslanmaları gereğini duyurdu. Sosyal mukaveleyi zorlaştıran, uçurumları derinleştiren gelişmeler yaşandı. 

“Endişeli modern” kesimin yumuşamasıyla bu makas daralabilir ve kabul edilebilir sınırlara getirilebilirdi. Kimse kimseye yaşama şekli dayatmaya kalkmadan bir kabulleniş noktasına gelinebilirdi. Tam kurtuluş oradaydı, olmadı. Kendi değişmelerini, diğer cemaatlere uygulatma imkânları zaten olamazdı. Kabul de görmezdi.  “Kadın sesi günahtır, esasen “müzik de günahtır” anlayışındaydılar. Kadın sesi duyulmazdı, hele el sıkışmak, dokunmak olur şey değildi. Onlar, başörtüsüne indirdikleri bir sembole kadar değiştiler ama diğerleri onların başladığı yerden daha katı bir anlayışı onlar sayesinde pekiştirdiler.

Bu memleket, kendi gerçeğini kaybetti. Hayli zamandır illüzyonlarla avunuyor, avunmaktan mutlu oluyor ve neticede yalanlarla yaşıyor.  Muhtemelen, başlangıcını yüzyıllar ötesine götürebileceğimiz bir durumun zirvesine en yakın noktadayız.

Bizim gibi, köklü milletler için bundan daha büyük felâket düşünülemez. Başkaları için batış sebebidir. Köklü olduğumuz için batmıyoruz. Hala sahici zamanlardan genetik kırıntılar devreye girdiği için batmıyoruz.  Yoksa, -Hak saklasın- gerçeği bu kadar bile isteye ilgisinin ve bilgisinin dışında bırakanlar yanarlar.  Tabii bir sonuçtur.   Dünya ve hayat tabii kanunlarla işler. Bizim kanun nizam tanımazlığımız ve bozmak için akıl almaz oyun ve gayretin içinde oluşumuz belâya açık davettir. Liyakat ve ehliyet, devlet hayatından kovulur hale gelmiştir. Hakkı yenmiş milyonlar da buna eklenince her türlü kötü sonuca açık bir durum ortaya çıktı.

Nitekim olan budur.  Böyle giderse yine böyle olur.
—————————————————————-
Bu makale Türk Edebiyatı Dergisi’nin Eylül-2016 (Sayı: 515) sayısında yayımlanmış olup, kıymetli yazarımızın husûsî izniyle yayınağımızda da yayımlanmaktadır.
Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen