Ne Şam’ın Şekeri Ne Rus’un Yüzü…

Istanbul turizmi son yıllarda ciddi bir dönüşüm yaşadı, yaşıyor. İstanbul da öyle; göçü ve göçmeniyle, değişen ekonomik düzeniyle, yapılaşma ve yerleşim tarzıyla, yeni yeni kitlesel aktörlerin daha çok şekil verdiği insan ilişkileri ile… Kim turist, kim muhacir, kim yerli, kim değil ayırt etmek çok zor. Yol ve meydanlarda ciddi kalabalıklar var, ulaşım alt yapısı doymuş durumda, bazı aktarma noktalarında eğer işiniz de acele ise yürüyerek ilerlemek çok güç bir iş. 1980’ler, 1990’lar ve hatta 2000’lerin ilk yıllarında şehrin tadını almış, eski merkezlerdeki kent kültürünün zerafet ve İstanbulluğuna tanıklık etmişseniz bugünkü vaziyet ve gidişten hazzetmeyeceğinizden eminim. Bütün bu sorunların arkasında en başta ucuz turizm var, çözüm de 10 turist getirip 100 turistin bırakacağı parayı kazandıran stratejileri gerektiriyor. Neden mi? Örneklerle devam edeyim…
Örneğin, sürü ve sürüm turizminin bir sonucu olarak İstanbul ve Türk mutfağının marka değerleri olan şekerci, lokumcu, tatlıcı, baklavacı, hatta kebapçıların ürünleri, vitrini, tabelası, dizaynı, mekan ve müşteri ilişkileri bile değişti. Sadeliğin yerini, şıra, şerbet, şatafat aldı. 
Eminönü, Fatih, Karaköy, hatta Üsküdar’da bu yeni dönem turizmine hitap eden tatlıcı, kebapçı, kahveci işletmelerin birlikte oluşturduğu sokak ve mekan silueti insanı saniyeler içinde İstanbul’dan alıp başka kentlere götürüyor. Nereye olduğunu azcık dünyayı tanıyan bir kişi hemen çıkarıverir.
Başka bir örnek. Pandemiden önce burada paylaştığımı hatırlıyorum. Yıllarca Tophane Dolmabahçe arasındaki banka, finans, sigorta ve yerli yabancı şirket çalışanlarının gece 10’a kadar Anadolu Yakası’na, evlerine dönüş kapısı olan Kabataş İskelesi’nden akşam 20.00’de Üsküdar’a motor bulamamış, oradan Beşiktaş’a kadar yürümüştüm. Hatta iskele ve civarında, bitişikteki akaryakıt istasyonundaki kasiyer hariç, eski motorların nereye gittiğini soracak Türkçe konuşan kimseyi de bulamamıştım. Eski yolcu motorlarının yerine, Kabataş İskelesi’inde gece karanlığında, Boğaz’da yemekli, danslı, göbekli eğlence turları yapan büyük tekneleri görünce, eskiden akşam 8, 9, 10’da  Üsküdar’a geçtiğim yılları hatırlayıp üzülmüştüm.
Başka bir örnek: Eski ve geçmiş yakın zamanların gözde yeri Üsküdar’da son yıllarda önemli mekansal iyileştirmeler yapılmış olsa da kıymeti yok, sahil bandı Harem’den Kuzguncuk’a kadar Eski Topkapı Otogarı’nı andırıyor. Bir de bu uluslararası insan trafiği sahile sıgsın diye iskeleler ile Şemsi Paşa arası deniz doldurularak o tarihi mekan ve kiyıda betondan bir miting alanı oluşturuldu. Başka türlü sığmıyor ‘selfie’ciler.
Bir başka örnek: Bundan bir ay kadar önce bir akşam vakti bir arkadaşımla Taksim AKM’den çikıp Tünel’e, oradan Karaköy’e, Karaköy’den Tophane’ye, oradan yeniden Karaköy Iskeleye yürüdük. Oradan da vapurla Kadıköy’e geçtik. Bütün güzergah boyunca hemen hemen her binanın altı, birbirinin taklidi olan, neredeyse hiç birinin özel bir tarafının, diğerlerinden bir farkının öne çıkmıyor göründüğü sayısız kafe ile doldurulmuş hali tek kelimeyle fecaat bir görüntüydü. Mutlaka bir kahve içicisi için özel bir kaç yer de vardır, ama adeta balıkçı barınakları gibi yanyana, dipdibe, peşpeşe dizilen kafeler ne iştir?
Bir yerde bir çay içmek istedik, çay yok. Birinde tam çay bulduk dedik, ama koca bir kazanın dibinde, soğumuş çayı ısıtıp da bize vermeyi önerdiler, oturmadık. Her kafede yerli, yabancı gençler var, daha çok Slavik ve Ortadogulu gençler… Ne yer, ne içerler anlamak mümkün değil. Karaköy Tophane arası denize paralel, dikey bütün ara sokaklar sağlı sollu kafe, üst katlar otel, motel, hostel… Bir tane kitapçıya denk gelmedim, bir tane başka bir şeye.
İstanbul bir markadır. Bir çok geçmiş medeniyetin müthiş bir sergisi ve sentezidir. Adeta bir medeniyetler müzesi, hatta her talep eden için bir açık mektep ve üniversitedir. 
İstanbul’un kendine has asırlar içinde oturmuş seyahat, yemek, mekan ve mana bütünlüğü sayısı, gürültüsü, etkisi, parası, gücü ne olursa olsun ithal ve yabancı yığınları mutlu etmek, doyurmak, eğlendirmek için heba edilmemeli. Bir ay kaldığı böyle bir şehirde bir tane müze gezmeyen, bir tarihi mekanın geçmişini merak edip okumayan, bir kitapçıya girmeyen, bütün vaktini ve ilgisini yemek, eğlence, alışveriş, Boğaz turu, şatafat, gürültü, cümbüş ile akın akın bir oraya bir buraya koşarak geçiren kalabalıklar için bu aziz şehrin binlerce yıllık yaşam düzenini, yemeğini, mutfağını, sokağını, hanını, hamamını, havasını bozmaya değmez.
İstanbul daha önce de büyük göçler aldı, nüfus hareketlilikleri yaşadı, ama bildiğim kadarıyla hiçbir göç veya nüfus dalgası İstanbul’u İstanbul yapan unsurları, kentin merkez alanlarını bu son dönemdeki kadar birden bire, kökten olarak etkilemedi. Yemeğini, sokağını, kıyısını, rıhtımını, vapurunu, suyunu…
Not: Bu yazı kişisel gözleme dayanmaktadir. Aksini iddia eden kendi gözlemlerine kiymet verebilir.
Bu arada, kentin sosyal yaşamının, ticaretinin, turizminin son yıllarda geçirdiği bu büyük ve rahatsızlık verici dönüşümünü ele alan bir yazı veya araştırma hatırlayan var mı? Varsa okumak isterim.
Yazar
Ahmet ÖZTÜRK

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen