Ukrayna’da yaşananlar hem uluslararası medyanın hem de Batılı ülkelerin gündeminde baş sıraya oturdu. Ukrayna’nın hem coğrafi konumu itibariyle AB’ye komşu olması hem de dış politikasında yönünü Batı’ya çevirmesi nedeniyle Rus saldırganlığına maruz kalması, bir de bunlara ilaveten ortaya çıkan göç dalgasının en çok Avrupa ülkelerine yönelmesi nedeniyle; Irak’ta ve Yemen’de yaşanan savaşlardan daha fazla dikkati çekti.
*****
Prof. Dr. Birgül DEMİRTAŞ
Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmeye başladığı 24 Şubat 2022 tarihi, uluslararası ilişkiler tarihine yeni bir kritik dönemecin başlangıcı olarak geçecek. 1990’lardan bu yana küresel siyaset literatürünün önemli bir kısmı, iki kutuplu düzen sonrası küresel siyasetin nasıl radikal bir şekilde değiştiğini anlatmaya çalışıyordu. Klasik savaşların, geleneksel rekabet alanlarının ve temel aktörlerin değiştiği, insanlık tarihinde yeni bir sayfanın açıldığı iddia ediliyordu.
Oysa Rusya’nın saldırgan dış politikasıyla bir kez daha o klasik savaşın nasıl tekrar ortaya çıktığına, büyük güçler arası o en tanıdık ve en korkunç askerî rekabetin nasıl tekrar hortladığına ve devletin en temel aktör olarak nasıl dirildiğine şahit olduk. Hem Francis Fukuyama hem Samuel Huntington yanılmıştı. Ne Fukuyama’nın iddia ettiği gibi liberalizm zafer kazanıp tarih sona ermişti ne de Huntington’ın belirttiği gibi çatışmanın ana noktası din odaklı medeniyetler olmuştu. Günün sonunda tekrar büyük güç rekabeti, nüfuz alanı mücadelesi ve hem insanı hem de insanlığı yok saymaya çalışan “yüce jeopolitik çıkarlar” küresel sistemin merkezine yerleşmişti.
Rusya’nın Ukrayna’da başlattığı savaş, küresel sistemi nasıl etkileyecek? Savaş bittiğinde nasıl bir küresel düzende yaşayacağız? Şahit olduğumuz savaş, Uluslararası İlişkiler disiplininin geleceği için ne söylüyor?
Küresel sistemdeki değişim
İki kutuplu sistemin tarihe karışmasının ardından 1990’larda ortaya çıkan ABD hegemonyası, 2000’lerde yerini giderek çok kutuplu bir sisteme bıraktı. Küresel ekonominin odak noktasının giderek daha çok Asya’ya kayması,1 G-8’in G-20’ye dönüşmesi ile BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) ve MIKTA’nın2 (Meksika, Endonezya, Güney Kore, Türkiye ve Avustralya) kurulması, sistemin çok kutupluluğa evrilmesinin önemli işaretleri olarak düşünüldü. Ekonomik olarak güçlenen aktörler, küresel siyasette de daha fazla söz sahibi olmak için çaba sarf etmeye başladılar.3 Çok kutupluluğun uluslararası sistemde etkili olmaya başlamasıyla birlikte küresel düzenin daha demokratik hale geleceği öngörüldü.4
Ortaya çıkmakta olan çok kutuplu sistemde temel rekabet unsuru ekonomiydi. Aktörler, birbirleriyle ekonomik olarak rekabet etmekte ve küresel sistemde kendilerine daha fazla yer açmak istemekteydi. Önde gelen tüm küresel aktörler, neoliberal ekonomik modele entegre olmuştu ve aralarındaki ekonomik rekabet oyunun kurallarına göre gerçekleşecekti. Bu durum, aynı zamanda, küresel sistemde temel kurallara, normlara, değerlere ve kurumlara bağlılık gösteren devlet merkezli çoğulcu uluslararası toplumun ortaya çıkması olarak da değerlendirilebilirdi.
Ekonomik rekabetin kültürel boyutu
Elbette ekonomik rekabetin bir de kültürel rekabet boyutu vardı. İngilizce evrensel dil olsa da dünyada Rusça ve Çince öğrenenlerin sayısı da artmaktaydı. Artık sadece Britisih Council, Amerikan Kültür Merkezi, Goethe Enstitüsü değil; Puşkin ve Konfüçyüs Enstitüleri de küresel çapta etkin olmaya başlamıştı.
Bir başka deyişle, ortaya çıkmakta olan küresel düzen, neo-işlevselcilik temelinde evrilmekteydi. Ülkeler arasında ticari, teknik ve kültürel ilişkiler arttıkça işbirliğinin diğer alanlara da yayılması ve mevcut dünya düzeninin devamı konusunda uzlaşının oluşması bekleniyordu. Değişim ticaret temelli olarak gerçekleşecek ve hem büyük güçler hem de yükselen aktörler, mevcut sistemin devamını savunacaktı. Elbette ki bu süreçte, yükselen güçlerin talepleri doğrultusunda küresel sistemde ufak revizyonlar yapılmakta, örneğin Çin’in IMF’deki kotası arttırılmaktaydı.
Kırılma noktaları
Oysaki 1990’ların sonundan itibaren başlayan askerî ve siyasal rekabet, tüm bu ekonomik ve kültürel rekabete eşlik ediyordu. ABD öncülüğünde NATO’nun 1999’da Kosova Savaşı sırasında Sırbistan’a düzenlediği askerî müdahale Birleşmiş Milletler (BM) Şartı başta olmak üzere uluslararası hukukun en temel ilkelerinin nasıl ihlal edildiğinin iyi bir örneği oldu. Müdahalenin ardından 2000’de Rusya’da iktidara gelen Vladimir Putin yönetimi, Kosova müdahalesinin Rusya’da yarattığı travmayı sıklıkla vurgulamaktan çekinmedi. BM Güvenlik Konseyi onayı olmadan gerçekleştirilen Kosova müdahalesi, Batı’yla Rusya ve Çin arasında önemli bir çatlak ortaya çıkardı.
Ardından ABD’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin onayını almadan, uluslararası hukukun en temel ilkelerini ihlal ederek gerçekleştirdiği 2003 Irak işgali başka bir dönüm noktası oldu. Saddam Hüseyin yönetiminin sahip olduğu iddia edilen kitle imha silahları hiçbir zaman bulunamadı. Bir büyük gücün, gerçek dışı iddialara dayanarak bir ülkeye yönelik askerî güç kullanması, küresel sistemin dengelerine büyük zarar verdi.
NATO’nun 2011’de Libya’ya gerçekleştirdiği “koruma sorumluluğu” çerçevesindeki operasyon, bir başka kırılma noktası oldu. Hem Rusya hem de Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki oylamayı veto etmeseler bile çekince koyarak bu karara ne kadar mesafeli yaklaştıklarını gösterdiler.
Öte yandan, Suudi Arabistan öncülüğündeki koalisyonun 2015’ten bu yana Yemen’e düzenlediği askerî müdahale, sadece küresel güçlerin değil, ittifak yaptıkları büyük devletlerin desteğini alan bölgesel aktörlerin de kendi nüfuz alanları olarak gördükleri bölgelerde uluslararası hukuku ayaklarının altına aldıklarını ve büyük insani trajedilere yol açtıklarını göstermekteydi.
2000’lerde bir yandan büyük güçlerin ve bölgesel aktörlerin, kimi uluslararası hukuka tamamen aykırı kimi de hukuk ve etik ekseninde tartışmalı askerî müdahaleleri küresel sistemin üzerine dayandığı hem normatif değerleri hem de istikrarlı yapıyı bozarken; bir yandan da Batılı ülkeler dâhil olmak üzere demokrasilerin geriye gidişi liberal sistemin geleceğiyle ilgili giderek artan soru işaretlerine yol açtı. Donald Trump yönetimindeki ABD ve Victor Orban yönetimindeki Macaristan, Batılı ülkelerde bile demokrasilerin nasıl erozyona uğradığını tüm dünyaya gösterdi.
Çokkutupluluk – iki kutupluluk: Farklı boyutlarda farklı rekabetler
Rusya’nın 2008’de Gürcistan’a askerî müdahalesi, ardından Abhazya ve Güney Osetya’yı tanıması, 2014’te Kırım’ı ilhakı ve en son 24 Şubat 2022 tarihinde başlayan Ukrayna’yı işgali mevcut küresel sistemin istikrarı konusunda yaşanan endişeleri daha da arttırdı. Bir büyük aktör, kendi bölgesel hegemonyasını sağlamlaştırmak ve küreseldeki konumunu güçlendirebilmek için, uluslararası hukukun en temel normlarını, değerlerini ve kurallarını çiğneyerek yanı başındaki ülkelere askeri müdahaleler düzenliyor ve en temel egemenlik haklarını ayaklar altına alıyordu.
Ukrayna’da yaşananlar hem uluslararası medyanın hem de Batılı ülkelerin gündeminde baş sıraya oturdu. Ukrayna’nın hem coğrafi konumu itibariyle AB’ye komşu olması hem de dış politikasında yönünü Batı’ya çevirmesi nedeniyle Rus saldırganlığına maruz kalması, bir de bunlara ilaveten ortaya çıkan göç dalgasının en çok Avrupa ülkelerine yönelmesi nedeniyle; Irak’ta ve Yemen’de yaşanan savaşlardan daha fazla dikkati çekti.
Aslında 2000’lerin başından beri yaşananları düşündüğümüzde küresel barışın önündeki başlıca meydan okumaları daha iyi ortaya koyabiliriz. Bir yandan BM Güvenlik Konseyi’nin bazı daimi üyeleri, bir yandan da bu ülkelerin bazı bölgesel müttefikleri, kendi çıkarları için uygun gördükleri durumlarda, uluslararası hukuku ayakları altında çiğneyerek askeri müdahalelerde bulunuyorlar. Daimi üyeler ellerindeki veto kartına güvenirken, bölgesel güçler de küresel müttefiklerinin koruyucu şemsiyesinden güç alıyor.
Durum böyle olunca, uyguladıkları şiddetin en azından askerî anlamda cezasız kalacağını bilen ülkeler, hiçbir engel tanımadan küresel sisteme ve uluslararası topluma zarar veriyor. Her askerî müdahale, çatışmanın ortaya çıkmasında hiçbir rolü olmayan insanların hayatlarını ellerinden alıyor, geriye tarifsiz acılar bırakıyor.
Aynı zamanda, yerleşim birimlerinin onlarca yıllık altyapılarına onarılması güç zararlar veriyor. Tüm bunların yanında, doğadaki hayvanların ve tüm canlıların da yaşamını ellerinden alıyor. Ekolojik sisteme onarılması çok güç zararlar vererek, zaten iklim değişikliği nedeniyle alarm veren çevre güvenliğini daha da tehlikeye atıyor. Bu bağlamda, her silahlı müdahale her savaş, aslında sadece belli bir ülkeye değil, tüm insanlığa ve tüm ekolojik sisteme korkunç zararlar veriyor.
Savaştan sonra yeni küresel düzen
Er ya da geç Rusya’nın savaşı sona erdiğinde, son haftalarda yaşananların küresel düzende birtakım yansımaları olacak. Öncelikli olarak, küresel sistemde Batı’yla Rusya arasında siyasi ve askerî rekabetin artacağını ve bu bağlamda sistemin iki kutupluluğa doğru evrilme eğiliminde olduğunu söylemek mümkün. Putin Rusya’sı bir yandan eski Sovyet coğrafyasındaki nüfuzunu arttırmaya çalışırken, bir yandan da Suriye gibi küresel siyaset açısından önem taşıyan çatışma bölgelerinde kendi çıkarları için, askerî enstrümanları da kullanabileceğini defalarca gösterdi. Unutmamak gerekir ki Moskova yönetiminin Ukrayna’yı işgali, Moldova’dan Kazakistan’a tüm eski Sovyet coğrafyasına verilen bir mesaj niteliği taşıyor.
Bu süreçte, şu ana kadar BRICS ülkeleri blok olarak hareket etmedi ve denge politikası izlemeye çalıştı. BM Genel Kurulu’nun 2 Mart’ta Rusya’yı kınadığı ve Moskova yönetiminden bir an önce askerlerini koşulsuz olarak Ukrayna’dan çekmesini talep ettiği kararla ilgili BRICS ülkeleri olan Çin, Hindistan ve Güney Afrika çekimser kalırken; Brezilya kararı onayladı. BRICS ülkelerinin açıklamaları Ukrayna’nın egemenlik haklarını savunurken, bir yandan da sorunun barışçıl çözümüne ağırlık veriyor. Çin bu konuda bir adım daha ileri giderek Rusya’nın “meşru güvenlik endişeleri”ne vurgu yaparak anlaşmazlıkta kendini bir nebze daha Rusya’ya yakın konumlandırıyor. Dolayısıyla, Rusya, Ukrayna savaşında BRICS üye ülkelerinin tam bir desteğini alamadı.
Bu bağlamda, uluslararası sistemde ortaya çıkan durum, Batı-BRICS kutuplaşmasını değil, daha çok Batı-Rusya kutuplaşmasını işaret ediyor. Bu kutuplaşmaya doğrudan taraf olmak istemeyen ülkelerin denge politikaları, Soğuk Savaş dönemindeki Bağlantısızlar Hareketi’ne kısmen de olsa benzetilebilir.
Bir yandan siyasi-askeri rekabet iki kutupluluk boyutunda devam ederken, ekonomik rekabetin çok kutupluluk düzleminde devam edeceği tahmin edilebilir. 2028’de dünyanın en büyük ekonomisi olması beklenen Çin’in; bir yandan ABD, bir yandan Avrupa, bir yandan da Japonya ile ekonomik rekabetinin süreceğini öngörebiliriz.
Savaşlardan ders çıkarabilmek
Peki, insanlık ve uluslararası toplum, tarihte yaşanan yüzlerce savaştan ders çıkarmadı mı? Neden onca acı tecrübeye rağmen bazı aktörler hala askeri güç kullanarak “ulusal çıkarlar”ını gerçekleştirmeye çalışıyor? Küresel sistemin mevcut yapısı, bazı aktörlerin şiddet kullanmasına tolere ettiği sürece, bu tehlike hep bizimle olacak.
Bugünün geçmişten belki de en önemli farkı, küresel bir sivil toplumun ortaya çıkmaya başlamış olması. Tüm baskı ortamına rağmen Rusya’da bile onlarca kentte binlerce insan, savaşı protesto etmek için sokaklara döküldü. Hatta Rus devlet televizyonunda bile canlı yayında protesto mesajı yayınlanabildi. İspanya’dan Pakistan’a kadar dünyanın dört bir yanında insanlar sokaklara çıktı. Ortaya çıkan küresel bilinç ve küresel vicdan, mutlaka bir şekilde karar alma mekanizmalarına da zamanla daha fazla etki edecek.
Öte yandan, savaşın hâlâ hegemonik eril siyasetin aracı olduğunun farkına varmak önemli. Rusya Bakanlar Kurulu’nun tek kadın bakanı Kültür Bakanlığı görevini yürütüyor. Güvenlik ve dış politika konularıyla ilgilenen tüm bakanlıklarda erkek bakanlar var. Basına yansıdığı kadarıyla, çatışmaları durdurmak için müzakereleri yürüten Rusya-Ukrayna heyetleri, sadece erkeklerden oluşuyor… Oysa insanlık tarihi, kalıcı barışın kurulabilmesi için kadınların da hem karar alma mekanizmalarında hem de müzakere heyetlerinde olmasının ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.
Bitirmeden, tüm bu yaşananların Uluslararası İlişkiler (Uİ) disiplini için de bir meydan okuma olduğunun altını çizmek isterim. 1919 yılında İngiltere’de Aberystwyth Üniversitesi’nde ilk Uİ kürsüsünün kurulmasından bugüne bir asrı aşkın süre geçmişken, binlerce yayın yapılmışken, disiplin hâlâ en temel soruya yanıt arıyor: Savaşların çıkmasını nasıl önleriz? Kalıcı barışı nasıl inşa ederiz? Bu soruya bilimsel yanıtlar bulmak için, alandaki bilim insanlarının önce bu soruları hatırlaması ve bu soruların yanıtları üzerine çalışmalarını yoğunlaştırmaları gerekiyor.
Kaynaklar
https://valdaiclub.com/multimedia/infographics/asia-s-share-of-global-gdp/
BRICS’in açılımı: Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika. Sözkonusu ülkeler, 2010’da BRICS adlı uluslararası örgütü kurdu.
MIKTA’nın açılımı: Meksika, Endonezya, Güney Kore, Türkiye ve Avustralya. Belirtilen ülkeler 2013’te MIKTA adlı uluslararası örgütlenmeyi oluşturdu.
Andrew F. Cooper, The BRICS, Oxford University Press, 2016.
Ziya Öniş-Mustafa Kutlay, “The New Age of Hybridity and Clash of Norms: China, BRICS and Challenges of Global Governance in a Postliberal International Order”, Alternatives, Cilt 45, No 3, 2020, s. 123-142.
—————————————————-
Kaynak:
https://fikirturu.com/jeo-strateji/ne-tarihin-sonu-ne-medeniyetler-catismasi-bundan-sonra-ne-olacak/