Ne Zaman Bu Hale Geldik ?

“Ne zaman bu hale geldik” diye ne çok sorar olduk değil mi? Ne çok şikâyet eder olduk, aklımızdan ne çok menfi sorular geçiyor! Geçiyor da genellikle dile getiremez olduk. Neden mi dile getiremez olduk, susmaya başladık?

Ümidimiz tükenmek üzere de ondan! Oysa ümit her şeyin başı! Ümit olmadan hiçbir şeye başlanamaz oysa ki. Düşünelim bir kere: Bir işe başladığımızda beklentimiz o işin iyi netice vereceğidir. Öyle ümit ederiz ve sonunda bizi mutlu edeceğini düşleriz… Ama şüpheler içindeysek, umut Kaf Dağının arkasına saklanmaya başlamışsa.. Ve… Bu ümitsizliğin hemen yanında “uğraşsak da ne olacak, yapsak da ne olacak” gibi bir çaresizlik de varsa… Hele hele bu sıkıntılı hale aynı ortamı paylaştığımız kimi insanların hızla artan saldırganlığı eklenmişse!

Hatırlayalım, sosyal medyada seyrettiğimiz bir videoda hanımın birinin yüz ifadesi “nasıl da intikam alıyoruz” diye haykırırken dili de diyordu ki: “- Bizi eskiden doktorlar azarlardı. Şimdi doktor beğenmiyoruz, doktor dövüyoruz. Bunun ötesi yok.’” Evet, şimdi doktorlar dövülüyor… Son olayda doktor bir saldırgan yüzünden kalp krizi geçirip ölümden döndü. Eskinin nezih insanları yanlarından öğretmen geçtiği zaman önünü iliklerdi. Şimdi veliler ve yakınları okul basıp öğretmeni tekme tokat dövülüyor, hatta katlediyor… Öğrenci öğretmen dövüyor, bıçaklıyor, öldürüyor! Her meslekten, her mahalleden, her köşeden neredeyse bu minvalde tatsız, çirkin, hatta korkunç haberler alıyoruz. Oğul babayı, baba oğlu, kardeş kardeşi, en çok da kocalar eşlerini en olmaz şekilde, en inanılmaz öldürme şekilleriyle katlediyor!

Devletin üç temel direğinden olan yargıya mensup bir kamu görevlisini, bir savcıyı lokantada aşçı yamağı olan saldırgan dövmeye cesaret edip yumruk atıyor! Savcının dokuz aylık bebeği yaralanıyor, kayınvalidesi yerlere düşürülüyor! Lokantada ne kadar çalışan varsa savcıyı dövmek için neredeyse yarışa girecek hale geliyor. Birkaç aklı başında insanın müdahalesi olmasa o gencecik savcından çok daha vahim sağlık haberleri alabilirdik! Misaller çok fazla ne yazık ki…

Sosyal patlama noktasına gelen bu halin sebeplerine bakalım mı: Ne yazık ki milletleri millet yapan ve geleceğe bağlayan kültür kavramının bütün manevi unsurları tek tek kaybediyoruz. Oysa bu unsurlar farkında olsak da olmasak da insanımızın temel psikolojik, sosyolojik ihtiyaçlarına en güzel şekilde karşılamaktaydı. Güzelim örf ve âdetimizde büyüğe saygı vardır, onun tecrübelerini dikkate alıp yaşadıklarından ders çıkarma vardır, küçüğü koruma, kollama vardır. Düşküne, yalnıza, hastaya yardım vardır. Bu özelliğimizi büyük ölçüde kaybettik. Kültür kavramının manevi unsurlarından olan ahlâk…

Hayatımızın bütün alanlarında yaşanması şart olan genel ahlâk kuralları işçi-işveren ilişkisinden tutunuz da kadın-erkek bağlantısına, yaşadığımız dünyanın tek atomuna kadar geçerliliği tartışılmaz iken biz ne yapıyoruz: İşimize gelen yerde ahlâktan edepten bahsederken bu kurallar bizim menfaatimize uygun düşmezse tersini söylemekte hiç mi hiç beis görmüyoruz. En çok da neyi söylüyoruz başımız sıkışınca: “-Aman Efendim, hangi çağdayız, eskidenmiş o dedikleriniz.” Öylemi acaba? Ah, öyle mi? Otobüste yaşlı amca ayakta dururken yalancıktan uyuyan delikanlıdan tutunuz sıra kapan adamın bıçak çekmesine kadar burada ahlak, edep eksikliği yok mu? Sizce ucuza çalışıyor diye Suriyeli vatan kaçkınlarını çalıştırmak doğru bir durum mu? Bu halin neresi ahlakî? Hani bu konu devlet bekası idi? Yabancıya daireleri, tarlayı, arsayı satanlar Alman müteahhitler mi? Ya Dinimiz? Üç beş hurafecinin, cemaatin, güya vakfın sözüm ona “âlim” olduğunu söyleyen sarıklı, sakallı adamların elinde mi? Cenneti anlattığını iddia eden kimi zevatın anahtar ellerinde mi acaba ve bu ne cür’et? Cennet sadece yemek, içmek yeri mi? Sadece huriler mi var cennette? Bu adamlar hiç mi Allah’ı, Kur’an-ı Kerimde yazılan gerçekleri düşünmezler?

Devlet- İnsan ilişkisinde düzen bozuldu mu işte bunlar oluyor! İnsanımız ve Devletimiz… Aradaki denge bozulunca bütün dengeler şaşıyor. Meselâ “suç-ceza” dengesi. Cani kafa göz kırıyor, düşünüyor elbette: “Üç beş gün yatar, çıkarım. Eh, siyasiler de durmadan af çıkarıyor. Cezaevi de otel gibi. Ye, iç, yat!” Suça meyilli olanların da cesareti artıyor! Pekiyi de cezaevi otel mi, otel olmalı mı? Söz uzar gider dertlerimiz açıldıkça, konuşuldukça.

Biz, en iyisi, eskilerden bir minyatürü seyrinize getirelim ve içimiz ferahlatan, insanımızın şu sıralar pek de okumadığı eski şiirleri sunalım, kulaklarınıza fısıltı olması dileğiyle. Ne diyor Nesimi: “Bende sığar iki cihan, ben bu cihana sığmazam Gevher-i lâmekân benem, kevn ü mekâna sığmazam” Yahya Kemal Beyatlı da şöyle sesleniyor uzun yılların ardından: “Ömrün şu biten neşvesi tâm olsun erenler Son meclisi câm üstüne câm olsun erenler Şükrânla vedâ ettiğimiz câm-ı fenâya Son pendimiz ahlâfa devâm olsun erenler Câizse Harâbât-ı İlâhî’de de herşey Yârân yine Rindân-ı Kirâm olsun erenler Tekrar mülâkî oluruz bezm-i ezelde Evvel giden ahbâba selâm olsun erenler.: Ama… Günümüz şiirine de bakalım: Aziz Üstat, Sevgili Kardeşim Mehmet Ali Kalkan Bey’den bir misal verelim: “Hayal kurdum hakikate, Gel denilen gündü bugün. Karanlık sıyrıldı öte, Ay hilale döndü bugün… …. Yönden yöne vara vara, Hasret yazdım şarkılara, Ateşim değdi sulara, Yedi derya yandı bugün… ….. Yanarken ten kafesinden, Serinledim ‘Hu’ sesinden, Ötelerin ötesinden, Sevdalılar yundu bugün…

Yazar
Suzan ÇATALOLUK

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen