İnsan, varlık, bilgi arasındaki kavram ve işlev tanımlamaları bilim felsefesini oluşturur. Bilim felsefesinin üzerinde şekillendiği bu üçayak içinde, özne durumunda olan insanın, akıl ve yorumlama yeteneği tarafsız olamayacağından, bilim üretimi de bu sübjektiviteden etkilenir. Dolayısıyla, bilim üretimi, yani bilim yapmanın ardında daima bilim yapanın dünya görüşünün verdiği “varlık” ve “varlık karşısında insanın pozisyonu” anlayışı vardır. Bilim ve bilgi tanımları bu anlayışa göre şekillenir. Bu anlayış bilim yapma amacınızı da oluşturur. Bu amaca yönelik sonuçları almak için bilgiye verdiğiniz anlamlara dayanarak, bilgi üretmek üzere bir bilim metodolojisi geliştirirsiniz. Bu arada, neyin bilimsel bilgi, neyin bilimsel bilgi olmadığına (sözde bilim) da yukarıda konu edilen bu anlayışa göre karar verirsiniz. Bilgiyi üretirken sizin çevrenizde geçerli olan o anki paradigma da bilimsel kabul edilen bilginin yorumlanması ve sonuçlandırılmasında etkili olur. Sonuç olarak, bilim üreten bilimcinin zihni yapısı, bilim ve bilgi tanımlamalarını, bilim üretim metodolojisini, ürettiği bilginin amacını ve anlamlandırılmasını belirler.
Batı medeniyeti’nin bilim anlayışı ve çalışmaları, bugünkü teknolojinin oluşturucusu ve tabii kuşkusuz sahibidir. Her ne kadar bilimin gelişmesine insanlık tarihi boyunca değişik medeniyetlerin katkısı olmuşsa da, belirleyici olan bugünkü Batı’nın ürettiği bilgidir; bilgi de olduğu gibi teknolojiye transfer edilmiş, böylece bugünkü teknik imkânlar, refah ve kolaylıklar gelişmiştir.
Batı medeniyeti, Grek düşüncesi, Hıristiyanlık dini ve Roma hukuğu üzerine gelişmiştir. İnsanlığın geliştirdiği bu üç muhteşem düşünce oluşumu, bugünkü Batı medeniyetinin gücünün kaynağıdır. Diğer bir ifadeyle, Batı medeniyeti’nin yarattığı eserlerin ardındaki zihin yapısı ve hareket kaynağı işte bu üç büyük akıma dayanır. Batı düşüncesinde Grek felsefesi varlık anlam ve tanımını, Roma hukuğu örgütlenme, çalışma düzen ve disiplinini, Hıristiyanlık anlayışı ise varlık karşısında insanın pozisyonunu belirler. Zaten her dünya görüşü “varlık ve insan”, “varlık karşısında insan” tanımlamalarıyla başlar ve şekillenir. Orta Çağ’ın ilk dönemlerinde, Hristiyan düşüncesi, harekete “ilk günah” ile başlamaktaydı. Âdem’in hatası, Kâbil’in kardeşi Hâbil’i öldürmesi, Kâbil’in annesi ya da kardeşi olan kadından doğan çocuklarla insanlık hayatının başlaması… Kutsal ruhun verildiği yeryüzü Tanrısı İsâ’nın çektiği eziyetler ve bedenen yeryüzünden alınması. Öyleyse beden kötüdür, günahkârdır ve tabii insan kötüdür, günahkârdır. Doğru olan insanın bu dünyada günahtan arınmayı amaç edinmesi olmalıdır. İnsan dünya hayatının zevklerinden sıyrılmalı, eziyet çekmeli ve dünya hayatını terk etmelidir. Orta zaman Hıristiyanlığının bu anlayışı Sofistlerin Yunan düşüncesi ile İncil’e dayanan Hıristiyan akidesini birleştirme çabalarından doğmuş ve uzun asırlar etkili olmuştu; kiliselere kapanma, manastırlara sığınma, dünyadan uzak rahipler, rahibeler, keşişler, insanların kısıtlı mali kaynaklarını daha çok kiliselere ve Vatikan’a yönlendirmesi, kilisenin insanlara baskısı, Tanrı adına eziyetler, zulümler bu dönemin cemiyet hayatının belirleyici şekilleri olmuştur.
Bilimin ve sanatın kiliseye sıkıştırıldığı, bilimin sınırlarının sadece İncil’in tariflerinin ötesine geçirtilmediği, güneşin altında her bilginin bilinmiş olduğuna, yeni yeni bilgiye ihtiyaç olunmadığına inanılan bu dönem, Luther’in ve yakılmak bahasına Bruno’nun “dünya da var, insan da var, dünya insan için olmalı” çıkışı ile son bulur ve yeni bir Hıristiyanlık anlayışı doğar: Baba (Tanrı), Kutsal Ruh (Baba’dan oğula geçen) ve Oğul (İsâ). “İsâ yeryüzündeki Tanrıdır” anlayışı “Hıristiyanlığın Tanrısı yeryüzündedir ve insan halindedir, Tanrı insan ise, varlığın sahibi de Tanrı olmak haliyle insandır ve insan öteki varlığa hükmetmeli, onu kendisi için kullanmalıdır” anlayışına inkilâb eder. Bugüne uzanan Hıristiyanlığın “insan ve varlık” yorumu, “varlık karşısında tanımladığı insan pozisyonu” budur: İnsan, İsâ Tanrı’ya nispetle tanrısal bir varlık olarak diğer varlığın sahibidir, kendisini merkeze alarak onları öğrenmeli, bilmeli ve sahip olarak kullanmalıdır. İşte bugünkü bilimin ve teknolojinin ardındaki Batı zihni yapısı tam da budur. Bu hiyerarşi insanlar arasında da Hristiyan olmayanların Hristiyanlara, diğerlerinin beyaz adama itaâtini gerektirir.
Bugünkü Batı’da sahip olunan ve yukarıda özet bir çerçeve içinde değinilen dünya görüşünün bilgi ve bilimin ardına koyduğu fikir “insanın eşyaya ve diğer insanlara hâkimiyet” fikri, bilimin, bilim üretiminin teknolojiyi yaratma amacını doğurmuştur. Bilimin hedefi eşyayı kontrol etmek, dünyayı ve hatta evreni dilediğince kullanmak olduğuna göre, yapılan bilim ortaya tahakküm edici bu muazzam teknolojiyi çıkmıştır. Dikkat edin teknolojinin yönü de, onu oluşturan bilimi yaratan Batı’ya yöneliktir; Batı insanının refahı, mutluluğu, gücü ve hâkimiyeti tarafına doğrudur. Batılı, bu muazzam teknolojinin sadece Batı insanı için olduğunu kabullenir. Diğerleri ona uymalıdır. Nitekim insanlar Mars’a kadar ulaşır, maddenin en küçük birimine yaklaşır, evrenin başlangıcına 0.28 sn kalana değin inerken, kötü su hijyeni nedeniyle her gün ölen 4,500 çocuğun, göçte boğularak ölen on binlerin umursuzca seyredilmesini, Batı’nın Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Filistin’de nasıl da yüzbinlerce insanı öldürebildiğini ya da ölümlerini seyredebildiğini ancak bu anlayışla açıklayabiliyoruz, Batı’da doğan kapitalist ve emperyalist sistemlerin gerekçesini de… Beşten fazla etmeyen Birleşmiş Milletler, acımasızca sömürülen topraklar, katledilen milyonlarca insan, yok edilen medeniyetler…
İslâm tasavvurunda ise varlık anlayışı çok farklıdır. “Varlık” tektir; mutlaktır, o da Yarâdandır; Tanrı’dır. Diğerleri, Tanrı’dan başka olanlar, O’nun yarattıkları, kendisinden bir mesafe ile farklılaştırdıkları, isimleri ile tecelli ettikleridir. Tanrı’nın sözüne göre; Tanrı, insanı olabilecek en güzel ve en işlevsel biçimde yaratmış, yarattıklarının merkezine de insanı koymuştur. Yaratılışta amaç “bilmek”tir. Bilen, insan evreni, eşyayı ve kendisini okuyarak bilir. Bildiği da aslında Hâkikat olur, yani, mutlak varlık Tanrı-Allah olunca, bilinen de “Allah” olur. Böylece yaratılış amacına da ulaşılmış olunur; “Allah” bilinir. Kur’anı baştanbaşa okuyun; en fazla işlenen dört şey: “Bilmek”, “yoksula yardım edip, sahiplenmek”, “âdil olmak”, ve “sevmek; insanı, tüm eşyayı ve oradan Yarâdanı sevmek” tir. İnsanlık tarihi boyunca başka hiçbir görüş bilmek için çalışmayı, bilim yapmayı, bilmeyi bu kadar teşvik etmemiştir. Çünkü bilgi O’na götürecektir.
İşte İslâm varlık anlayışı “mutlak ve tek varlık”, varlık karşısında insanın pozisyonu da “Hakikât’i bilmek”, yani Mutlak Varlığın gerçeğini bilmekle görevli olmadır. Hal böyle olunca bilim üretmenin amacı da, eşyaya ve varlığa hâkim olmak yerine, eşyayı ve varlığı tanıma, gerçeğini bilme ve anlama olmaktadır. Bilenin ve anlayanın da onu severek muamele etmesi murâd edilmektedir. Böyle olunca, yani insanlara –tahakküm etme isteği yerine, sevgi yönelince, insanlar arasında, Mutlak Varlık’a nispet etmeleri bakımından fark kalmaz; beyaz adam, siyah adam olmaz. İnsan, hizmet edilmesi gereken, diğer varlıklar ise nispet ettikleri Mutlak Varlık adına sevilmesi gerekenlerdir. Bilim yaptıkça, bilgi edindikçe bu maksada daha mükemmel yaklaşırsınız. Tabii sevdiğiniz insanlığa da refah ve mutluluk için hizmet edersiniz, bilgi üreterek ve onu kullanarak. Hiçbir insanı size itaât ettirmek durumunda değilsiniz, tam aksine sizi sevdirmek durumundasınız. İşte bu dünya görüşünün bilimin ardına koyduğu fikir, Batı anlayışındaki “hâkim olmak” yerine, “sevmek” tir. Sevmek için bileceksiniz, bilince Hakikât’i idrâk edeceksiniz, sonuçta da sevdiğiniz ve bildiğiniz Hakikât adına insana, dünyaya, evrene daha iyisini, daha mutluluk vereni, daha güzeli için hizmet edeceksiniz. Böylece ortaya sevgi ve bilme ile yükümlenmiş, refah, mutluluk, güzellik için teknoloji yaratan, varlığında güven, adâlet ve mutluluk veren, başkaca medeniyetlerin yükselmesine destek olan, yokluğunda aranan bir medeniyet çıkar.
Peki; ama, bugün birbirini öldürenler neden müslümanlardır, açlık, göç, kan ve zulüm neden sadece İslâm topraklarındadır? Neden Müslümanların yüzlerinde kin ve nefret vardır da Batılının aydınlık yüzünde mutluluk, topraklarında neredeyse tek bir kan damlası yoktur?
Çünkü bugün, bilim Batı tarafından üretilmektedir. Çünkü yaşayan, imanının ateşi yanmaya devam eden dünya görüşü Batı’ya ait olandır. İslam ve diğer Doğu düşüncelerinin dünya görüşleri durgundur, üstlerine kapanmışlardır, imanlarının ateşi sönüktür, yaratıcı güçlerini kaybetmiş haldedirler. Bu nedenle İslam’a ait, ya da Doğu medeniyetlerine ait, farklı nedenlerle da olsa, işleyen bir dünya görüşünden bahsetmek bugün için mümkün değildir. Hal böyle olunca, insanlık için var olan tek anlayış Batı’nın kabul ettiği ve kabul ettirmeye uğraştığı dünya görüşüdür. Hayata hâkim olan da o görüş ile zihniyeti oluşmuş bilim insanlarının ürettiği yüksek teknolojidir. Dünyanın geri kalanı ise, yaklaşık iki yüz yılı aşan bir zamandır kendi yaratıcı gücünü verecek dünya görüşüne, onun zihniyetine sahip olmadan, sadece Batı gibi ayakta olabilmek için bilimin peşine düşmüş haldedir. Ancak, uzun bir sürede gösterilen büyük çabalara rağmen bilim halâ Batı tarafından üretilmektedir. Geriye kalanlar, buna yüksek teknolojiye sahip Japonlar ve Koreliler dahil sadece iyi teknoloji transfer etmeye çabalayan cemiyetler halindedir. Dikkatle bakın, bilim üreten cemiyetler Batı’dadır, özgün bilim Batı’da üretilir. Diğerleri oralara gelerek veya o bilgileri alarak teknoloji transferi veya mevcudu iyi geliştirme işi yapabilirler. Asla bilgi üretiminde Japonlar, Koreliler, Çinliler öne geçemezler, hep geriden öğrenerek gelirler. Neden? Çünkü, onlar, bugünkü teknolojiyi yaratan ve bugünkü bilim üretimini yapan dünya görüşünün zihniyet kodlarına sahip değillerdir. O kodlara, o zihniyete sahip olmayınca da, o zihniyetin geliştirdiği bilim metodolojisini tam hâkim olarak kullanamazlar. Sonuçta üretilmiş bilginin yarattığı teknolojiyi başarıyla transfer etmekten başka seçenekleri yoktur; özgün bilim yapamazlar, ama iyi teknoloji transferi yaparlar.
Dönüp, bütün dünyaya ve ülkemize bakın, çok başarılı mühendisler, doktorlar, sosyal bilimciler var, ama bunların mümeyyiz vasfı iyi teknoloji aktarabilmeleridir; çok iyi ameliyat yapabilirler, ama o ameliyat tekniğini yoktan ortaya çıkaramazlar. Çok iyi bina yapabilirler, ama o binayı yapacak teknik temel bilgiyi öğrenerek, uygulayabilirler, kendileri yaratamazlar. Ancak, oralarda doğan ve büyüyen, ya da çok uzun süreler orada yaşayan ve oradaki ritmi benimseyerek, tavırlarına tam yansıtabilenler arasında nispi sayıda bilim üreten insan çıkabilir. Nobel ödülüyle bizleri gururlandıran Aziz Sancar gibi… Onu bırakın, Türkiye’de yaşayan ve alanında tamamen öncü ve özgün bilim üretebilen kim var? Burada kusur kişilerde değil; onlar çok çok çalışıyorlar, hırslılar, ama olmuyor; neden? Nedeni, hayata intikal edebilen, hayatı kontrol edebilen kültür yaratabilecek bir dünya görüşlerinin, bir felsefelerinin olmamasındandır. Bu eksiklik onlarda özgün zihin yapısı oluşmasına imkân vermez. Böylece özgün bilim felsefeleri olamaz, metodolojide deney ve gözlem gibi genel geçer ortak yanlar dışında bilim metodolojisi geliştiremezler ve tabii sonuçta bilim üretemezler. Sadece iyi, çok iyi taklitçi olabilirler. Hiç tartışmaya, neden bilimde geri kaldık sorusuna cevaplar aramaya gerek yoktur. Devlet kaynaklarının kısıtlılığı, araştırma fonlarının yetersizliği, iyi yetişmemiş insan, bozuk eğitim sistemi, üniversitelerde kötü idare… Bunların hiç biri neden değildir bilim üretemememize… Eksik olan bir felsefemizin olmayışı, yaşayan, imanının ateşi yüksek olan bir dünya görüşümüzün olmamasıdır. Orta Çağ, 900 – 1200 (MS) yılları arasındaki İslam dünyasını ve o dönemdeki muazzam bilimsel gelişmeleri aklınıza getirin. İşte neden tam da buradadır. Nereden nereye? Şimdi kendi dünya görüşünün kodları ile zihni oluşmamış, şekillenmemiş bilim ve düşünce insanları… Onlar ancak taklit edebilirler. Son iki yüz yıldır, şairin dediğince “gidin, alın Batı’nın ilmini, fennini” dileği sadece boş bir dilekten ibaret kalmıştır, kalmaya da mahkumdu. Alınsa alınsa teknoloji alınır, bilim üretim yeteneği değil. Böyle olunca da edilgen olmaya ve geriden gelmeye devam ederseniz.
Çözüm, bize ait bir felsefeyi, bize ait bir dünya görüşünü yeniden geliştirmekte ve zihniyetleri bu çerçevede oluşturmakta. Bilim üretmek mi? O, o zaman en kolayı olacaktır.