Utanma ile ilgili olarak bize hareket noktası sağlayacak olan ilk örnek, Âdem ile Havva’nın, yasak yemişten yedikten sonra gözlerinin kendilerini görmek için açılması ve hem kendilerini hem de birbirlerini ne ise o olarak görmüş olmalarıdır. Bu olayda başkasından utanmak için başkası tarafından görülmek, kendinden utanmak için de bizzat kendi kendini görmek durumu gerçekleşmiştir.
Görmek ve görülmek, utanmaya vesile oluyorsa bu durumda görülmek, başkası gözünde, kendi kendini görmek de kendi gözünde değerin düşmesi anlamına gelir. Çünkü hem kendisine hem de başkasına ait olan mahremiyetin ifşası, başkasına haram olanın başkası tarafından paylaşılması, bilinmesi ve hatta sahip olunması denilen bir durum ortaya çıkmıştır.
Görmenin ve görülmenin, görünür olmanın ve hem kendimiz hem de başkaları hakkında bilgimizin son derece arttığı bir çağda utanmanın azaldığı, utanmazlığın arttığı yönünde bir kanaat ortaklığı olduğunu görüyoruz. Bu, hem kendi gözümüzde hem de başkasının gözünde değerimizin bir anlam taşımadığı anlamına mı gelir? Bu, insan varlığının hem kendi gözümüzde hem de başkasının gözünde değerini yitirdiği anlamına mı gelir? İnsan-değer ilişkisinde hem insanın hem de değerin sorunlu oluşunu gösteren bir durum yaşıyoruz.
Utanmanın ikili yapısı…
Utanmanın ikili bir yapısıyla karşı karşıyayız. Sartre’ın Varlık ve Hiçlik’te verdiği örnek de oldukça ilginçtir ve bu örnekte ikili bir durumu tespit ederiz. Bir anahtar deliğinden içeriyi gözetleyen kişi, bütün bilincini gözetlediği odaya yöneltmiştir. Gizli bir iş yapmaktadır. Bilinç, kendinden çıkmış başka bir duruma odaklanmıştır. Bu arada koridorun başında bir ayak sesi işitir. Başkası tarafından görülmeye başlayan gözetleyici, başkasının mevcudiyeti ile kendine döner. Bu noktada, fiilinden dolayı utanma başlar. Başkası tarafından görülmüş olmak, kendisinden uzaklaşmış olanı kendisine döndürür ve bu dönüş ile kişi kendisini tanır.
Başkasının gözü…
Örnek üzerinden olan bu tanımada aslında kişinin kendi gözünde kendi değeri düşmüştür. Onun kendisini görmesi, durumunun farkına varışı başkası vesilesiyledir ve başkası tarafından görülmüş olmaktır. Bu görülmüş olmak ve kendi farkına varmak, aslında kendisi tarafından kendisine biçilmiş bir değer dolayısıyla ortaya çıkan utanmadır.
Öyleyse utanma, öncelikle kendi gözümüzde kendimizin bir değeri olduğu ve yine başkası gözünde de bir değer taşıdığımız durumda ortaya çıkar. Kendi gözümüzde ve başkalarının gözünde değerimiz ne kadar yüksekse veya yüksek olduğunu düşünüyorsak utanma da olumsuz durumlarda o derece artar. Tersine olarak da bu değerin ne kadar az olduğunu düşünüyorsak utanma da o derece azalır.
“Herkes herkesi yok faz ediyor”
İçinde yaşadığımız çağ ve toplumumuzda utanma duygusuna ilişkin şikâyette bulunuyorsak, hemen her alanda her gün utanmazlığın örnekleriyle karşılaşıyorsak, bunun adeta meşruiyet kazandığını düşünüyor ve herhangi bir yaptırım ile karşılaşılmıyorsa şu sonuçları çıkarmak mümkündür: Hiç kimse toplumun gözünde ne durumda olduğuyla ilgilenmiyor ve herkes herkesi yok farz ediyor.
Çünkü toplumun gözünde bir değer taşımanın bir anlamı kalmamış gibi görünmektedir. Bu, bütün insanların birbiri gözündeki değer kaybına işaret eder. Artık başkası önemsizleşmiştir. Diğer taraftan ve belki de en can acıtıcı durum, kişinin kendi gözündeki kendi değerinin düşmesinin bir anlam ifade etmediğidir. Artık kişi, kendi gözünde kendisi de önemsizleşmiştir.
Utanma duygusunu yitirmiş olan için öyleyse şunu söyleyebiliriz: Kendisine ait ne kendisinin gözünde ne de başkasının gözünde bir değeri vardır ve önemsiz bir varlıktır.
Buraya nasıl geldik?
Böyle bir duruma elbette birden bire gelinmedi. “Gemisini kurtaran kaptan”, “Benim memurum işini bilir” gibi sözlerin meşruiyet kazandığı, sonuç odaklı bir zihniyetin sürecin ahlakiliğini tamamıyla ortadan kaldırdığı, önemli olanın hak edilmiş ya da hak edilmemiş, elde edilmesi gerekenin elde edilebilmesinin başarı olarak görüldüğü bir insan tipinin yüceltilmesidir. Bu yüceltme, değerlerin işe yaramadığını, liyakatin çok da önemli olmadığını, adaletin sözden ibaret olduğunu ve önemli olanın bir şeyi “kitabına ya da kılıfına uydurmak” olduğunu ortaya çıkardı.
Ölçü yokluğu ve ahlak
Değerlerin değersizleşmesi ve akıl dışı olanın bile tevil edilmeye çalışılması karşısında söz ile gerçeklik arasında uçurum oluştu. Her eylem ve söz artık eşit değere sahip olmaya başladı. Her şey eğilip bükülebilir hale geldi. Doğruluk ya da hakikat anlamını yitirdi. Çünkü doğruluk ya da hakikat sonrası denilen bir dönemden bahsediliyor. Doğruluğun anlamsızlaşması, doğruluğun nesnel olana dayanmasından ziyade kendinden menkul hale gelmesi zihinlerde önemli değişimlere de neden oldu.
Ölçünün yokluğu ve her duruma bir meşruiyet kazandırma çabası, özellikle üstten alta doğru yayılan bir hareketin sorgulanmasına da engel oluşturur.
Yetki, sorumluluğun nasıl ortaya çıkması gerektiğini belirlemediği durumlarda olumsuzluk artar ve artan olumsuzluk zamanla örnek oluşturur. Bu, içten içe ahlak ve hukukun zayıflaması anlamına gelir. Ölçü, bir değer ifadesidir. Onun yokluğu, eylem ve sözleri yargılayacak değerin yokluğudur. Doğan boşlukta gezinmek çıkar yol gibi anlaşılır. İşte bu gezinme biçimidir ki, akıl dışılık, ölçüsüzlük, değersizlik olarak nitelendirilmediği müddetçe utanma ortaya çıkmaz. Bizim açımızdan ciddi sorun boşluğun büyümesi ve büyüyen boşlukta gezinenlerin artmasıdır. Artık özel alana ait olanlar da kamusal alana ait olanlar da bu boşluğa gözü dikmiş durumdadırlar, o boşlukta yer kapma çabası içindedirler. Hem kendilerinin hem de başkalarının gözünde değerlerinin düştüğünün ister farkında olunsun ister olunmasın, değer yargısına sahip olmayan bir görünme biçimi meşruiyet kazanmıştır. Bir bakıma ister görüntü olarak ister söz olarak, görünmek amaç haline dönüşmüş ve eylemler ve sözler değerden muaf tutulmaya başlanmıştır. Böyle bir durumda utanma olmaz.
[i] Prof.Dr., Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Sistematik Felsefe ve Mantık Anabilim Dalı Başkanı