Tepeden inme bir soru sorarak konuya öyle girsem nasıl olur? Ancak bu biraz şok edici bir sual. Evet, şimdi dikkat buyurun sevgili okurlar, soru şu:
Batıda, “Uygarlıklar Çatışması” kurgusal bir varsayım olarak tüm dünyaya servis edilirken “Şarkiyatçılık” ve “Şarkiyat Düşün İnsanları” neden hedef gösterilmiştir, hiç düşündünüz mü? Hatta biraz daha ileri gideyim, niçin düşman olarak gösterilmişlerdir? Biliyorum karışık bir sual oldu? Ama durum bu. Gelin isterseniz hep birlikte bu durumu bir, bir irdeleyelim. Bu soruyu irdelerken yine ilginç durumları yakalayacağımızdan emin olabilirsiniz. Bunu söyledikten sonra faraziyemize bir nokta koyalım ve de söyleyelim. Hiç fazla derine inmeye gerek yok. İsterseniz en başından söyleyelim, aslına bakarsanız sonuç apaçık ortada. Öncelikle “Şarkiyatçılık” fikri ve idealin fikirşörleri olan “Şarkiyat Düşün İnsanları” yerküremizden silinmek üzereler, haberiniz olsun. Ne ilginç değil mi? Başta kömür olmak üzere fosil yakıtların yakılması ile atmosferdeki karbondioksit oranının artması sonrası iklim değişikliği sarmalı ile uğraşan yaşlı dünyamızda onların da soyu tükenmek üzere. Bilmiyorum sizler gibi, benim de içimde bir endişe ve kaygı var, sanki “Şarkiyat Düşün İnsanları” nı bir daha hiç göremeyeceğiz gibime geliyor. Hakikaten gerçekten de onları bir daha hiç mi göremeyeceğiz? Nesli tamamen yok olan canlı türleri gibi insan türünün keskinleşen dinî, etnik, millî ve ırkî kutuplaşmasına bağlı olarak “Şarkiyat Düşün İnsanları” neden hedef olarak gösterildiler ve kırımlara maruz kaldılar? Bir kere her şeyden önce hedef seçildiklerini açık seçik görüyorsunuz. Yaşlanıp, biyolojik etmenlerle ortalık yerden çekilenler ile idealizma alanından zorla silinenler nedeniyle iyice azaldılar. Eser miktarda kalanlar ise özdenetimini yitirerek dengesiz davranışlarda bulunan “kafayı yemiş ya da sıyırmış” ozan muamelesi görmektedirler. Yani, doğru düzgün kaale alınmamaktadırlar. Hani şöyle bir mod vardır ya “Anlat, anlat heyecanlı oluyor.” Diye. İşte böyle bir şey…
Şimdi gelelim işin en hassas, en önemli, en can alıcı yerine, yani zurnanın zırt ettiği yere. Öncelikle şunu yanıtlayalım. Yani bu konuda eni konu bir plan var mıdır? Sorusuna. Yoksa sizlerin böyle bir planın olmadığı konusunda bir şüpheniz mi var? Bu soruya bir çıkış noktası oluşturabilmek için Arnold Joseph Toynbee’yi anımsamakta büyük ölçüde yarar var. Bir kere Toynbee öncelikle resmen bir istihbarat elemanı. XX. yüzyılın başında toplumlararası çatışmalara odaklanan Anglo-Sakson Barışı (Pax Anglo-Saxon)’nın yetiştirmiş olduğu ünlü bir kalemşör ve İngiliz İstihbarat Servisinin Londra’daki Welllington House Propaganda Departmanında görevli bir aktivist. Evet aynı zamanda bir uygarlık tarihçisi olan Prof. Dr. Arnold J. Toynbee James Bryce ile birlikte Ermeni-Türk ve Ermenistan-Türkiye İhtilafının taraflı “Mavi Kitap” (Blue Book)’ın yazarı. Güya geniş tarihi bir çerçeveden bakarak insanlığı dizayn etmeye çalışan bir toplum mühendisi. Batı uygarlığının geleceğine, bu uygarlığın içerisindeki güç dengelerine, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyanın nasıl şekilleneceğine, ötekileştirilen İslam uygarlığının yerine başka bir zeminin yer alacağını gören ufuk açıcı ve çarpıcı içgörülerle sunan bir fütürolojist. (1)
Huntington’un ünlü “Medeniyetler Çatışması” tezine taban oluşturan eserleriyle Toynbee şunu yapmaya çalışmıştır. Tarih boyunca uygarlıkların birbirleriyle karşılaşıp çarpışarak yeni uygarlıklar ve büyük kurumsal dinler ürettiğini tespit etmiş olan Toynbee, ‘Uygarlık Yargılanıyor’ ve “Tarihin Bir İncelemesi” (A Study of History) eserlerinde geleceğin yine uygarlıklar arası etkileşimle inşa edileceğini savunmuştur. Özellikle “Tarihin Bir İncelemesi” adlı eseri Toynbee tarafından 12 cilt halinde 1934’ten 1961’e kadar bir evrensel tarih olarak yayımlanmıştır. Samuel Huntington’ın ünlü ‘Medeniyetler Çatışması Teorisi’ de soğuk savaş içerisinde 1981 yılında kuramsallaştırılmıştır. Huntington soğuk savaş sonrası çarpışmaların en derin nedeninin medeniyetler farklılığı olacağını, en azından medeniyetler arası çatışmaların diğerlerinden daha kanlı olacağını ileri sürmüştür. Bu da günümüzde de devam eden geçiş döneminin “kanlı mı, kansız mı” olacağı tartışmasının çıkış noktasıdır
Bir kültür kuramcısı olarak yeterliliği tartışmalı olan Huntington politik-kültürel bir analist olarak ise güçlüdür. Ve unutmayalım, onun ‘Medeniyetler Çatışması’ kitabı sadece 32 yaşındadır ve hakkında birçok eleştiri yapılmıştır, yapılmaktadır. Neticede, “Uygarlıklar Tarihi”nde 32 yıl pek de geniş bir zaman dilimi değildir. Ne var ki bu kitap Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan Neoconlar (Yeni Muhafazakârlar)’ın bütünleşikliğini ve bitişkenliğini de sağlamıştır. Ve de İbn-i Haldun’un ünlü ‘Mukaddime’sinde Türk İslam düşünce sisteminde ortaya atmış olduğu ötekileşmenin parametresi “düşmanı olmayan toplum millet değildir” nazariyesi günümüzde de geçerliliğini korumasına ön ayak olmuştur. Huntington’ın önemli bir “bilinçli hatası” da XX. yüzyıl kategorilerinde dünyayı bloklara ayırmasıdır: Batı, Avrupa-Amerikan medeniyeti, İslam, Çin-Konfüçyüs ve Latin-Amerika gibi çatışmacı uygarlıklara ayrılmıştır. Bu bakış açısı maalesef, etno-kültürler arasındaki büyük farklılıkları, çeşitliliği, görmezden gelinmesine yol açmıştır. Burada ideal olan İslam ve Hristiyan ılımlaştırmak ve dünyanın birbiriyle son derece bağlantılı olduğu tezini geçerli kılmaktır. Huntington’ın yaptığı gibi homojenlik ve keskin ayrımların yerel ve bölgesel çatışmalara işlerlik kazandıracağı endişe ve kaygısıdır. Günümüzde henüz herhangi bir bloklararası çatışma gerçekleşmemekle birlikte ulusal düzeyde çatışmalar, muharebe ve savaşlar bu yüzden geçerliliğini korumaktadır.
Uzun lafın kısası özellikle ABD’de “Neoconlar”ın İslam coğrafyası ve Türkiye ile ilgili düşmanca tutum ile benzerlikleri son derece tutarlı ve dikkat çekicidir. Diğer bir deyişle Neoconların İslam coğrafyasını, Türkiye’yi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı nefret figürü olarak görmeleri bu nedenle karşı koymacı bir reflekstir. Neoconlar da, bilimsel zeminde İslam’ı yeni öteki olarak ilan eden Oryantalistler gibi coğrafyamızla alakalı gelişmeler karşısında benzer bir tutum takınmaktadırlar. Örneğin sığınmacılara düşmanlık gösterisi sergiledikleri gibi İslam coğrafyasının farklı meselelerine de aynı düzlemden baktıkları açık seçik ortadadır. Bir diğer konu ise “Arap Baharı” ya da “One Minute” çıkışından sonraki gelişmeler irdelendiğinde “oryantalist-neocon” bakış açısının yoğun bir devamlılık içinde olduğu da görülmektedir. Bundan başka Avrupamerkezci ve oryantalist bakışın içselleştirilmesi coğrafyadan kopuşu da beraberinde getirmiştir. Oysa ki yayılmacı devletlerin müdahalesi ile coğrafyada özellikle etnik seviyede büyük bir çözülme yaşanmaya başlanmıştır. Soğuk Savaşın bitmesiyle 1991’de başlayan yeni istila ve işgal döneminin devamı olarak devlet yapıları çökmüş bunun aksine yasadışı örgütsel yapılar güçlenmiştir. Bu düşünce sisteminin yeni bir miladı 11 Eylül Saldırıları olmuştur. 11 Eylül’den sonra ikinci aşamaya geçilmiş, işgal ve istila çok daha geniş bir alana yayılmıştır. Üç aşağı beş yukarı on yıllık aralıklarla adı konulamayacak ölçüdeki büyüklükte müdahaleler yaşanmıştır. Yayılmacı devletler neredeyse İslam coğrafyasının tamamını işgal ve istila etmişlerdir.
Ayrımsallaştırıcı Neoconların İslam’ı parçalamaya dönük çalışmaları yanında Türkiye’nin bir Şarkıyatçı perspektifte Somali’ye yöneldiğinde karşı koymacı bir neocon-oryantalist bakış açısı derhal eyleme geçirilmiştir. Oysa, Türkiye’nin İslam coğrafyasıyla ilgili yaklaşımı ve açılımı bütüncül ve bitişken bir bakışın ilmek ilmek örülmesidir. Bu karşı koymacılık müdahalelerin ana hedefinde Türkiye’nin bulunmasının sebeb-i hikmeti de budur. Bu cümleden olmak üzere 2013’ten 15 Temmuz 2016’ya kadar geçen sürede yapılan örtülü ve açık müdahalelerde Türkiye Cumhuriyeti hem içeriden hem de dışarıdan baskılarla hareketsiz kılınmak istenmiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yerinde tespiti ile ifade ettiği gibi yayılmacı güçler Türkiye’ye “diz çöktürmek” istemişlerdir. Ancak geçen bu otuz yılda Türkiye Ankara merkezli politikalar ile karşı koyma refleksleri ürettiği gibi eyleme de geçirebildiği kolaylıkla söylenebilir.
Bütün bunlardan sonra söylemem odur ki, yerlilik ve millîlik kavramları öylesine yalap şap değerlendirmelerle ortaya konulmuş değildir. İslam coğrafyasında Türkiye’nin diz çökmemesi hayati bir durumdur. Ve de bunu bir dayanak noktasının oluşumu olarak kıymetlendirmek gerekir, sevgili okurlar.
Dipnotlar:
(1)https://www.kitapyurdu.com/kitap/uygarlikyargilaniyor/649567.html&manufacturer_id=1114/ Erişim Tarihi 23.07.2023/