Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu
Adını Türk edebiyatına “Destan Şairi” olarak yazdırmış bir büyük ismi: Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nu, 21 Ağustos 1992 günü kaybetmiştik.
Çok yetenekli bir şair, çok kıymetli bir insandı, Gençosmanoğlu…
1919 yılında, Elazığ’ın Ağın İlçesi’nin Tatarağası Mahallesi’nde doğmuştu. Babası Mehmet Sait Efendi, annesi Zeynep Hanım’dır. İlkokulu Ağın’da tamamladıktan sonra, Ladik/Akpınar Köy Enstitüsü’ne girdi. Daha sonra, Akçadağ Köy Enstitüsü’nden mezun oldu. Elazığ’ın muhtelif yerlerinde öğretmenlik yaptı.
Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde İlköğretim Müfettişliği, Yayımlar Genel Müdürlüğü’nde Şube Müdür Yardımcılığı, Şube Müdürlüğü, Genel Müdür Yardımcılığı, İstanbul’da Devlet Kitapları Müdürlüğü yaptı. Ayrıca, Türk Musikisi Konservatuvarı Genel Sekreterliği’ni üstlendi.
1978’de buradan emekli oldu.
Öğretmen olduğu yıllarda Elazığ’da çıkan Turan, Uluova gibi günlük gazetelerde yazdı.
Daha sonra Türk Edebiyatı, Orkun, Devlet, Defne, Yeni Fırat, Aras ve Türkeli gibi dergilerde şiirleri çıktı.
Türk Edebiyat Vakfı’nda 4 yıl müdürlük görevinin ardından, Doğu Türkistan Vakfı’nda 6 yıl yöneticilikte bulundu. “Doğu Türkistan’ın Sesi” isimli dergiyi çıkardı. Son olarak Türkiye Gazetesi’nin kültür- sanat sayfasını yönetiyordu.
Pek çok eser verdi.
Bozkurtlar’ın Ruhu (1952),
Genç Osman Destanı (1959),
Kür Şad İhtilâli Destanı (1970),
Malazgirt Destanı (1971),
Bozkurtlar’ın Destanı (1972)
Destanlarla Uyanmak (1984),
Destanlar Burcu (…)
Alp Erenler Destanı (1990)
Türk Edebiyatı Vakfı, destan şairinin 10. ölüm yıldönümünde bütün eserlerini toplam 900 sayfa tutarında 3 büyük cilt halinde okuyucuya sundu.
70’li ve 80’li yıllarda mısraları dillerden düşmeyen şair Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu bütün ömrünü Türk Destanı’nı yazmaya adamış ve eserlerini zaman içinde parça parça ortaya koymuştu.
Çeşitli hacimlerde 11 kitaba ulaşan Türk destanı çalışmaları, Türk Edebiyatı Vakfı tarafından yeniden gözden geçirildi. Dipnot ve açıklamalarla zenginleştirildi. Yaklaşık, bir yıl süren yeniden düzenleme ve gözden geçirme çalışmalarından sonra, Gençosmanoğlu’nun bütün eserleri özenli bir iç düzen ve baskı ile yayımlandı.
Böylece Türk okuyucusu kendi destanını yazan şairin eserleri ile yeniden buluştu. Niyazi Yıldırım’ın eserleri üç ana başlık altında toplandı.
Destanlar Burcu adı verilen 296 sayfalık eserde şairin şu eserleri bir araya getirildi: Destanlar Burcu /Destanlarda Uyanmak /Kopuzdan Ezgiler /Malazgirt Destanı.
Bozkurtların Destanı adı verilen 304 sayfalık eserde ise şairin şu eserleri yer alıyor: Bozkurtların Destanı /Kür Şad İhtilali Destanı.
Alperenler Destanı isimli üçüncü kitap 292 sayfa hacminde…Bu eserde de şu eserler bir araya getirildi: Alperenler Destanı /Boğaç Han Destanı /Salur Kazan Destanı /Bozkurtların Ruhu /Genç Osman Destanı.
***
Destan Şairi’ni yakından tanıyanların, onun hakkında çok çarpıcı gözlem ve tespitleri vardır.
Örneğin, Tahir Kutsi Makal’ın onun hakkındaki görüşleri şöyledir:
“Araştırmacılar, Korkut Ata’nın; Dede ve Ata sıfatlarını almadan önceki ismini bulabilmiş değillerdir. Bin yıl önceki edebiyat tarihçileri daha şanslıdırlar. Çünkü artık Dede Korkut, boylamalarını, soylamalarını, öğütlerini, ağıtlarını sözden belleklere değil, ak kâğıt üzerinde kara yazılara emanet eder olmuştur.
Ve bundandır ki, binlerce yıl önceki ismi bilinmese de, Dede Korkut’un 1900’lü yıllardaki adı bellidir: Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu
***
Evet, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, çağımızın Dede Korkut’udur.
Halk dehasının kutlu ateş diye vasfettiği gönülleri, yüzyılların çilesinden geçe geçe yıldırım olmak zorunda kalmıştır.”
Sayın Sevinç Çokum’un onun hakkındaki izlenimleri de şüphesiz çok önemlidir:
“…O dönemde Türk Edebiyat Vakfı’nın müdürüydü. Bir çok garip yoksul genç, vatan millet derdine vakfa gelip giderlerdi. Bunlardan biri de orada abone işine bakıyordu. Kış ortalarında bir gündü, vakfa uğramıştım.Niyazi Ağabey o günlerde kalın kumaştan bir kaban giyiyordu. Sözünü ettiğim genci kapıdan ilk girişimde Niyazi Ağabey zannettim. Çünkü sırtında onun kabanı vardı. Daha sonra Niyazi Ağabey ellerini ovuşturarak geldi. Bir ara çocuğun yokluğundan yararlanıp usulca sordum:
“Ağabey kabanını ona mı verdin?”
“Evet bacı”
“Fakat sen ne giyeceksin?”
Bu soruma, “ Olsun varsın. Üşüyordu, ne yapayım?” diye cevap verdi.
Kendi sırtındaki ceketi başkasına verip üşümeye, hastalanmaya razı olan böylesine derviş gönüllü insan sayısı herhalde çok değildir.
Onun eserlerine bakarak şunları söyleyebilirim: Bu şiirler, değerleri sarsılmış, kültür kıyımına, kimlik kaybına uğramış bir milleti uyandıran, şahlandıran ses olmuştur.”
Mehmet Nuri Yardım’ın Destan Şairi hakkındaki düşünceleri de, onun gelecek kuşaklara nasıl iz bıraktığının en güzel nişanesidir::
“…Hamasî şiirimizin ‘destanlar burcu’ iyi bir şâir olduğu kadar mükemmel bir münevverdi aynı zamanda. İyi bir insan olmanın hemen hemen bütün ortak özelliklerini üstünde taşıyordu. Mütevazıydı, mahviyetkârdı, cömertti, iyilik yapmayı severdi, sohbet ehliydi, küçüğüyle arkadaş, büyüğüyle yoldaş olurdu.
…Ben Edebiyat Fakültesi’ne yeni başlamış bir toy delikanlı olduğum halde şiirlerini bana da okur, fikrimi almak isterdi. Yazmak için zaman ve mekân aramazdı Niyazi Bey. Boş bulduğu her kâğıdı âdetâ şiirle doldurmayı, sonra da bu şiirler üstünde çalışmayı severdi. Çalışkan bir mizacı vardı. Ansiklopedide çalışırken onun boş durduğunu hiç görmezdim. Elinde mutlaka bir kalem olur, boş kâğıtlara yazar dururdu. Derin kültüründe Elazığ’ın zengin folkloru, dervişliğinde Fethi Gemuhluğlu ve Sâmiha Ayverdi’nin mayası, şiirinde Mehmet Akif, Yahya Kemal ve Necip Fâzıl’ın millî kumaşı, sağlam milliyetçiliğinde de Nihal Atsız’ın payı inkâr edilemez. Niyazi Bey, bu isimlerden feyz alarak kendi şiirini ördü. Bir özge şâir oldu. Ne kimsenin tam benzeri sayıldı, ne de kendisini tam anlamıyla taklit edebilenler çıktı. Türk İslâm tarihinin şanlı destanını yazdı. Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının nev’i şahsına münhasır, gür ve erkek sesi, değerli bir şâiri kabul edildi. 21 Ağustos 1992 tarihinde 63 yaşında Hakka yürüdüğünde aylardan Ağustos, günlerden Cuma’ydı. Selimiye Camii’nde kılınan namazın ardından Karacaahmet’te toprağa verildi. Koca Yunus’un ölümsüz sözü, merhum destan şâirimize ne güzel de yakışıyor: “Ölürse ten ölür/ Canlar ölesi değil.”
ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER
AĞIN
Bunca güzel sevdik, fakat hiçbiri,
Ağın dedikleri yar gibi değil.
Çok meyva devşirdik bağdan bahçeden,
Onun bağrındaki NAR gibi değil.
Ey ak-ın, yeşilin, morun aşığı,
Ey gönül tahtının son yakışığı,
Yıldızın, güneşin, ayın ışığı,
Senin yüzündeki NUR gibi değil.
Gönül yeşilinden aldı muradı,
Dil seninkine eş lezzet aradı.
Cem’ in camındaki şarabın tadı,
Al yanağındaki TER gibi değil.
Ab-ı havasının özelliği var,
Ömrümüzde onun tazeliği var.
Sorarsan ne gibi özelliği var?
Gönül gözüyle bak, KÖR gibi değil.
Ayranlı çorbayı, sütlü kuymağı,
Yiyenin ağzında kalır parmağı,
İstanbul lokumu, Afyon kaymağı,
Haşili süzekte LOR gibi değil.
Nerde Eğin, Nerde Çemişgezek’ ler?
Bu elleri bizim Ağın bezekler,
Burcu burcu vatan kokar tezekler,
Sözümüz gerçektir, SIR gibi değil.
Baht yıldızın yeni doğmak üzere,
Hak saklaya gelmeye kem nazara,
Dünyadaki hiç bir güzel manzara,
Damlarda serili ÇİR gibi değil.
Yıldırım der: Şairin sözüdür işi,
Portakalara teşbih eder mişmişi,
Sevdiğine tutsak olmayan kişi,
Aslında köledir, HÜR gibi değil.
MALAZGİRT MARŞI
Aylardan Ağustos, günlerden Cuma
Gün doğmadan evvel iklîm-i Rum’a
Bozkurtlar ordusu geçti hücuma
Yeni bir şevk ile gürledi gökler
Ya Allah…Bismillah… Allahuekber
Önde yalın kılıç Türkmen Başbuğu
Ardında Oğuz’un ellibin tuğu
Andırır Altay’dan kopan bir çığı
Budur, Peygamberin övdüğü Türkler…
Ya Allah…Bismillah… Allahuekber
Türk, Ulu Tanrı’nın soylu gözdesi
Malazgirt Bizans’ın Türk’e secdesi
Bu ses insanlığa Hakk’ın müjdesi
Bu seste birleşir bütün yürekler…
Ya Allah…Bismillah… Allahuekber!..
Nağramızdır bu gün gök gürültüsü,
Kanımızdır bugün yerin örtüsü
Gazi atlarımın nal parıltısı
Kılıçlarımızdır çakan şimşekler…
Ya Allah…Bismillah… Allahuekber!..
Yiğitler kan döker, bayrak solmaya,
Anadolu başlar, vatan olmaya…
Kızılelma’ya hey… Kızılelma’ya!!!
En güzel marşını vurmadan mehter
Ya Allah…Bismillah… Allahuekber
ÖZMENEM
Öz menem! …
Öz menem! …
Onlar kabuk…öz menem! ..
Sen yelde savrulan kül..
Yüreklerde köz menem! ..
Ülkü uğruna şehid
Men Süleyman Özmen’ em! ..
Ne Kafkasya ne Prut
Şu bin yıllık anayurt!
Kurşunlanan bir Bozkurt,
Çıkarılan göz menem! ..
Dinmez gönül sancımız,
Derinleşir acımız…
Alınmazsa öcümüz
Dövülecek diz menem! …
Ok bir kez çıktı yaydan..
Geçtik düğünden, toydan..
Şimdi hep meydan meydan…
Söylenecek söz menem! …
Bitsin bu kızıl oyun! ..
Açılsın bahtı ay’ ın! ..
Altay’ da kurultayın
Toplandığı güz menem! …
Vur Bozkurt’ um! ! . Vur tilkiye…
Vur.. kurtulsun Türkiye…
Sizi büyük ülküye
Götürecek iz, menem! …
Ülkü uğrunda şehid
Men Süleyman Özmenem !
ÖNKUZUÖnkuzu hey! … Önkuzu! …
Önde gider Önkuzu…
Anası ‘Dursun’ demiş…
Durmaz… gider Önkuzu.
Kuzu yürür… kuzu yürür…
Önde Önkuzu yürür…
Kuzular meledikçe
Gönlüme sızı yürür! …
Önkuzu hey! … Önkuzu! …
Önde gider Önkuzu…
Bu bayrak düşmez yere
Ölmedikçe son kuzu! …
Dursun adı… Dursun adı…
O gitti, dursun adı.
Dillerde türkü olsun,
Yürekte vursun adı! …
Kuzular koç olacak,
Toy, düğün, göç… olacak
Bu yıl ki kuzuların
Adları ‘öç’ olacak! ! !
Alttaki söyleşi http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=3178 adresinden alınmıştır.
NİYAZİ YILDIRIM GENÇOSMANOĞLU İLE BİR SÖYLEŞİ
Soru : Eski şairlerden ve yaşayanlardan sevdikleriniz kimlerdir?
Cevap : Bu soru çok tehikeli ve politk.-Esk şairlerden sevdiklerim çoktur. Kopuzu ile ilk deyişi söyleyenden tutunuz da, sanatı aşk ve iman olarak anlayan, gördüklerini, duyduklarını, sezdiklerini anasının ak sudu ile yoğurup ana diliyle söyleyen Türk şairlerinin hepsini severim.
Mutlaka bir isim istiyorsanız; son büyük şairimiz Yahya Kemal’dir.
Yaşayanlara gelince; Şiiri heves ve caka satma ölçüsünden çıkarabilmiş şairlerimiz vardır. Arif Nihat Asya, yaşayan en büyük şairimizdir.
Soru : Genel olarak, san’atta gaye ne olmalıdır? San’atta hedef söz konusu mudur?
Cevap : San’atta hedef, söz konusudur. Hedefi olmayan san’at, aynı zamanda anlamı olmayan bir meşgaleden ibarettir.
Edebiyat, musiki, mimarî, resim, heykel, tiyatro, sinema, şiir… geçmişin derinliklerinden günümüze ve geleceğe doğru filizlenen san’at dallarıdır. Her dalın gayesi, beslendiği toprağın, içtiği suyun, soluduğu havanın, tadını, rengini, özsuyunu ihtiva eden en olgun ve en güzel meyveyi verebilmek ve bu meyvelerle milletinin ruhunu besleyebilmektir.
Soru : Kendine has bir “Millî Türk San’atının” kaynakları neler olabilir, neler olmalıdır?
Cevap : Türk San’atının kaynaklan, pek tabii ki, üç bin yıllık Türk harsı (kültürü) dır-Kökü bu kaynağa varamayan san’at cılız kalmaya, hattâ kurumaya mahkûmdur. Nitekim, günümüzdeki, san’at anarşisi, köksüzlükten, yani Türk harsının derin kaynaklarına inmemekten ve onu inkâr etmekten ileri gelmektedir.
Bugün şiirle uğraşan yüzlerce şairden pek azı, divan şairimiz hakkında bilgi sahibidir. Divan şiirimizi, halk şiirimizi bilmeyen; kimselerin, bir san’at anlayışı olabileceğine de inanamıyorum.
Soru : İktisadî gelişmeler, ananevi cemiyet yapısında bazı derişiklikler yapmaktadır. Bu değişmenin san ata yüklediği görevler var mıdır? San’atla cemiyet töreleri arasında bir münasebet bir dayanışma düşünülebilir mi?
Cevap : İktisadî gelişmeler, cemiyet yapısında değişiklikler elbette yapar. Hatta, cemiyetin başını döndürüp tepe taklak edebilir. İşte marifet, bu baş dönmesini önlemek ve iktisadî gelişmenin yaptığı sarsıntıya kaptırmadan milleti, hedefine doğru yürütmektir. Bu iş, san’atkârın görevidir, iktisadî hayat, günün şartlarına göre kendine mahsus ölçülerle değişebilen, değişmesinde de sakınca olmayan bir olaydır. Ancak, san’at böyle değildir. San’at, bir harsa (kültüre) bağlı olduğu için değişmez; gelişir. Bu bakımdan, iktisadî gelişmenin ölçüleri ile san’-attaki gelişmenin ölçüleri ayrı şeylerdir.
İktisat, nasıl ki cemiyetin maddesi ise, san’at manâsıdır. Bu bakımdan, manânın bozulmaması san’atkârın sorumluluğuna bırakılmıştır. Manâ, yukarıda söylediğimiz gibi, üç bin yıllık bir geçmişten günümüze getirdiğimiz ve geleceğe götüreceğimiz harsî (kültürel) değerlerimiz olduğuna göre, san’atkârın görevi, iktisadî gelişmenin baş dönmesini millî değer ölçüleri dahilinde gidermektir. Şayet san’atkâr da kendini iktisadî gelişmenin hazzına kaptırmışsa cemiyet dediğimiz gemi batar.
Soru : Memleketimiz göz önüne alındığı takdirde, iktisadî ve sosyal gelişmelerin Türk san’atına etkisi ne olmuştur? Batıya dönük bir sosyal yapıyı öngören beyinlerin, san’atımız ve sanatkârlarımız üzerinde ne dereceye kadar tesirleri olmuştur? “Batıya dönük Türk san’atı ne demektir?
Cevap : Memleketimizdeki iktisadî ve sosyal gelişmelerin plânsız, programsız, anormal oluşu, san’atkârı şaşırtmış; san’atı öldürmüştür. Daha doğrusu, memleketimizde sosyal ve iktisadî “gelişme” değil, “değişme olmuştur.
İktisat, sosyal hayat, san’at hayatımız bir anarşi içindedir. Anarşi bitmedikçe, bu soruya sıhhatli bir cevap vermek mümkün değildir.
Batıya dönük sosyal yapıyı benimsemek, batmaktır. Batının bin yıllık hedefi, Türk milletini, kendilerine benzeterek yer yüzünden silmektir. Türk kafası taşıyanlarda böyle “beyinbulunamayacağı için, bunlar olsa olsa beyinsizlerdir. Batıya dönük “Türk San’atı” diye bir şey olmaz. Bu Batı taklitçiliği olur. Nitekim olmuştur. San’at diye pazara getirilen kırk yıllık san’at Batı mukallitliğinden başka bir şey değildirler.
Soru : Halka dönük san’at ne demektir? Bu deyimden anlaşılması lâzım gelen şey nedir? Genellikle nasıl yorumlanmaktadır? Bu yorumun Türk San’atını olumlu bir şekilde etkilemesi mümkün müdür?
Cevap : Halka dönük san’at, halkta bulunan işlenmemiş cevheri alıp işlemek ve halka vermektir. “Halka dönük” deyimini uyduranlar, bunu bizim anladığımız manâda anlamazlar. Onlar, halkta bulunan işlenmiş, işlenmemiş bütün cevherleri ufalayıp toz etmekte, kısa zamanda onu da kendilerine benzetmeye çalışmaktadırlar.
Bu “dönekler” taifesinin Türk san’atını olumlu veya olumsuz hiç bir şekilde etkilemeleri mümkün değildir. Kendileri çalar, kendileri dinlerler… Ancak, bu gürültüyü kesmenin tek çâresi vardır. O da Türkçü san’atkârların yetişmesi ve canlarını dişlerine takıp çalışmalarıdır.
Soru : Bugün “Türk San’atı millîdir.” diyebilir miyiz?
Cevap : Ortada Türk san’atı varsa, elbette millîdir. Fakat Türkiye’de yaşıyor, Türkçe konuşuyor diye her san’ata “millîdir> diyemeyiz.
Soru : Türk san’atı millî kaynaklarından kopmuş mudur? Niçin? Nasıl?
Cevap : Kopmuştur. Şöylece açıklayabiliriz; Cumhuriyetimizin kuruluşuyla birlikte Atatürk, Türk dilinin araştırılması, geliştirilmesi için “Türk Dilini Tetkik Cemiyeti” (Türk Dil Kurumu) ni kurdu. Sebebi : yapılan inkılâbın meydana getirdiği kopuklukları telâfi etmek ve millî kültür kaynaklarımızın yolunu açmaktı. Sonra “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti” (Türk Tarihi Kurumu) nu kurdu Sebebi : Türk tarihinin, dolayısı ile Türk kültürünün en derin kaynaklarına inmenin yollarını aramaktı. Atatürk’ün geçmesiyle adı geçen cemiyetler, önce adlarını sonra istikametlerini değiştirdiler. Böylece Atatürk’-ün, millî kaynaklarımızla kurmak istediği bağı koparmış oldular. Bu bağı yeniden kurmak için, millî kaynaklarımızı teşkil eden ve her t”iri bir hazine değerinde olan eski san’at ve harsımıza ait eserlerin gün ışığına mutlaka çıkarılması gerekmektedir. Çünkü; San’atımızın tılsımı, büyüsü, ihtişamı… bütünüyle ortaya çıkmadan onu geliştirmek ve büyütmek mümkün olamaz.
Soru : Türk san’atının ve san’atkârının millî olabilmesi için gereken şartlar nelerdir? Siz Türk San’at hareketlerine yön verecek tir kişi olsanız, neler yaparsınız?
Cevap : Millî olmanın ilk şartı inanmak, sevmek ve saymaktır. Sonra araştırmak ve yorucu, sabırlı çalışmayı göze almaktır. San’atın millî olabilmesi, millete benzemesi, onu yansıtması demektir. San’atkâr da öyle; şartlarını yukarıda saydık.
San’at araştırma işi olduğu kadar, aynı gamanda bir eğitim işidir de. Bu bakımdan, ciddi san’atkârlara bir takım imkânlar hazırlanması, verilmesi lâzımdır.
Soru : San’atkârın, milletinin tarihi ve gününün insanı ve olayları ile münasebetinde bir denge düşünülebilir mi?
Cevap : Tarih, milletlerin hafızası olduğuna göre, aklın ve mantığın işlemesinde de büyük rolü vardır. Dünü hatırlayamayan bir insan, bugünün manâsını anlayamaz. Yeni doğmuş bir çocuk nasılsa, öyledir. Hâfızasızlık devam ettikçe, çocuklukda devam eder. Milletler de insanlar gibidir.
Geçmişlerini hatırlamaları, hattâ bu hatıralarını daima canlı tutmaları gereklidir. Geçmişteki acı olayların tekrar olmamasını sağlamak; tatlı olaylar yaratmak, tarih! ve tarihteki yerimizi, tarihi yapan atalarımızı hatırlamakla mümkün olabilir.
Bu konuda san’at en uygun, en etkili bir vasıtadır. San’atın konusu eski olmakla san’at eski sayılmaz. Geçmişle gelecek arasında köprü kuramayan san’atkâr, görevini kavrayamamış demektir. Aynı zamanda san’atın manâsını da anlayamamıştır.
Millet, sanatkârlarının verdikleri eserler ölçüsünde vardır. San’at eserlerinin aksettirebildiği manâ ile şahsiyet kazanabilir. Öyleyse, geçmişle günümüz, hatta geleceğimiz arasında denge kurmak ve “dün”, “bugün”, “yarın”diyebileceğimiz dayanaklar üzerine kurulan bir köprüden asıl hedefe yürümek mümkün olabilecektir. Bu hedef, Türk düşüncesinin, Türk san’atının dünya ölçüsünde insanlığı kucaklamasıdır. Bu görevi Türk milletine Tanrı’nın verdiğini unutmamalıyız.
Soru : “San’atkârın dünyası” denilen “dünya” nedir, ne olmalıdır?
Cevap : San’atkârın dünyası, san’atını icra ederken, içinde bulunduğu ruh halidir diyebilirim. Bu icra sırasında san’atkâr, yaşadığı çevreden uzaklaşır ve yeni bir çevreye intikal eder, Yani kendinden geçer. Tasavvuf deyimiyle, bir vecd ve istiğrak haline bürünür. Bu deyimden anladığım budur ve doğrudur. Gerçek sanat eseri, ancak böyle bir ruh haline geçilmeden verilemez.
Soru ; Siz Türk şiirinde yepyeni bir çalışmanın temsilcisisiniz diyebiliriz. Yani Destan’dan bahsetmek istiyorum, destan nedir? Türk sanatında yeri nedir, ne olmalıdır?
Cevap : Destan, milletin, en yüksek duygu, düşünce ve isteklerini ifade eden ve değişmez özelliği, kahramanlık olan eserlerdir. Bu konuda, bir ingiliz şairi şöyle diyor: “Bir kahramanlık şiiri, şüphesiz ki, insan ruhunun başarabileceği en büyük eserdir>. (Türk Ans. Cilt 13)
Türk destan kaynakları, pek çok zengin olmakla beraber, hemen hemen (Maraş Destanı hariç) hepsi ham madde halinde bulunmaktadır. Henüz tam bir destan niteliği kazandırılmadığı için destanımız, san’at ölçüsünde’ifadesini bulamamıştır. Bu, edebiyatımız sakatımız, şiirimiz top yekûn harsımız bakımından büyük bir noksanlıktır. “Türk Destanı” nı işlemek günümüzün san’atkârı için bir vecibe olduğu kadar, milletimiz için de büyük bir ihtiyaçtır.
Soru : “Kür Şad İhtilâli Destanı” ve “Bozkurtların Destanı” adlı eserlerinizle bugünün insanıma ve Türk milletine vermek istedikleriniz nelerdir?
Cevap : Yukarıdaki cevaplarımızda uzak-yakın temas ettiğimiz gibi, geçmişle, günümüzle ve gelecekle bağlantı kurmak zorundayız. Millet olarak var olmamızın, yaşayabilmemizin ve atalarımızın Tanrı’dan alıp bize miras bıraktıkları büyük ülkümüzü gerçekleştirebilmemizin tek şartı budur. Destan, tek başına bir konu olmakla beraber, san’atın her dalına konu ve ilham veren derin, geniş ve gür bir kaynaktır. Yukarıda adı geçen kitaplarımla bunu yapmak istedim. Aynı zamanda destan, millî şuuru dinç tutan, millî î dinamizmi yoğuran en büyük amillerden biridir. Millî şuur olmadan, millî hiç bir şey yapılamayacağına göre, gençlerin şuurlarına, bilenmiş bir süngü parlaklığı ve keskinliği kazandırmak istedim. Destanda ibretler vardır; dünya görüşümüz vardır; acılarımız, mutluluklarımız vardır… Bunları yansıtmaya çalıştım. :
Soru : Türk şiirinin geleceği konusunda düşünceleriniz, genç şairlere tavsiyeleriniz nelerdir?
Cevap ; Türk şiirinin büyün bir geçmiş? vardır. Bugün şiir, pek az ve zayıf, fakat kökü sağlam olduğu için, deminden beri söylediklerimiz ölçü olarak alınırsa Türk şiiri yeni bir merhaleye girecek ve özlenen büyük şiir doğacaktır, sanırım.
Büyük şiir, daha doğrusu büyük san’at, durup dururken, doğmaz. Büyük heyecan ister. Büyük heyecanlar yaratılınca büyük san’atkâr da kendiliğinden gelir. Geçmişte san’-atın her dalında verdiğimiz büyük eserlerin, son bin yıllık tarihimizdeki oluşlarını hatırlarsak, bu iddiamızın doğruluğu meydana çıkmış olur. Şunu da belirteyim ki, geçmişimiz bize en büyük heyecan kaynağı olarak şimdilik yeter. Onu, günümüze aktarıp dünü bugünle yoğurabilecek san’atkâr ister. Genç şairlerimizin bu nokta üzerinden hareket etmelerini tavsiye ederim.
Alttaki metin sayın Ahmet Akyol’un
http://www.ahmetakyol.net/niyazi-yildirim-gencosmanoglu/
adresinde yer alan yazısından alınmıştır. Atıf yapılacaksa bu adresin kullanılması rica olur.