Sadri Alışık hafif hasarlı bir trafik kazası geçirir. Alnına iki dikiş atılır. O sırada, hastanede müdahale eden cerrah bir işgüzarlık yapmak ister:
– Sadri Bey, elimiz değmişken şu yüzünüzdeki kırışıklıkları da alsa mıydık?
Sadri Alışık, hüzünle harmanlanmış o buğulu bakışlarını doktora diker:
– Aman efendim! Ne yapıyorsunuz, ben onlara ömrümü verdim.
Bir kitap oylumluğunda sözdür bu. Hatta daha ötesi… Bir tavırdır, yordamdır, hayatı biçimlendirmedir. Ve Sadri Alışık’a ne çok yakışır. Ben kendisiyle tanışıp konuşabildim. Hoş bir iklimi vardı. Sesinin tınısı hâlâ kulağımdadır. Çok etkilenmiştim. Sadece ayağı basmıyordu, kalbi de bu topraklara değiyordu.
Bazıları tek başlarına ölmezler. Giderken koca bir dünya götürürler yanlarında. Sadri Alışık da işte bu tavrı, bu yordamı yanında götürdü. Birçok duyguyu yetim bıraktı. Nasıl özlüyoruz onu, onları…
Neşet Ertaş ustamız, “Ayağınızın türabıyım (toprağıyım), gonullerinizin hızmatçısıyım” diyerek insanların huzuruna çıkardı da kıyametler koparırdı. Hadi gel de özleme…
Çiçekli Yazma’da sevgili İsmail Karakurt şairimiz de “Seni özleyeyim diye kaldım bu dünyada” demişti. Özlemek nasıl köklü bir duyguysa…
İyi ki söylemiş Sezai Karakoç, sanki içimizi okumuş:
“Ah şairler, siz büyüttünüz bu yaraları”…
Bu sıralar, çiseleyen yağmurun ardından tüten toprak kokuları doluyor genzime. Bu aziz toprakların ruhundan süt emmiş, gönül taslarına his ve mânâ doldurmuş güzel insanlar düşüyor yâdıma. Kimi not defterime, kimi aklıma yazdığım toprak buğulanan anılar, küçük hikâyeler kıvranıyor gözümün önünde.
Aslında dostlarım özendirse bile hâtıra yazmayı hiç düşünmedim. Gölgedeki adamın gölgesi mi olur, diyordum. Hem gönül bu, pancar tarlası değil ki, ha deyince kazıp dökesin… Eskilerin deyimiyle “Her işin, her sözün bir vakt-i merhunu var”.
Bir de ne göreyim; az önce dediğim üzre, son zamanlarda rehinden kurtulmuş emanetler gibi gelip yoluma yığılan, kendini yazdırmak isteyen ne çok söz üşüşüyor dilime böyle. İnsanın kedi gibi karnını açası geliyor. İkide bir Cahit Sıtkı Tarancı’yı anar oldum:
Ah o kadrini bilmediğim günler
Koklamadan attığım gül demeti,
Suyunu sebil ettiğim o çeşme,
Eserken yelken açmadığım rüzgâr!
Gel gör ki, sular batıya meyleder.
Ağaçta bülbülün sesi değişti.
Gölgeler yerleşiyor pencereme,
Çağınız başlıyor ey hâtiralar…
***
2007 Şubat’ının bir cumartesi günü Kubbealtı Vakfı’nda Mehmet Nuri Yardım’ın odasındayız. Emin Işık Hoca, Dursun Gürlek, başkaları ve bir de aramızda emekli vali var. O anlattı:
1950’li yılların sonlarında Giresun’un güney ilçelerinden birinde kaymakam iken belli aralıklarla köyleri ziyarete gidermiş. Köylüler hayvan sırtında onu komşu köye teslim eder dönerlermiş. O köy de öbür köye… Bu gezilerin birinde şırıl şırıl akan söğütlü bir derenin kenarına gelmişler. Köylülerden çelimsiz, incecik olanı gelip hayvanın yularını tutmuş, başını doğrultup:
– Efendim, demiş, bu dere tam bu vakitlerde hüzzam akar, biraz dinlesek mi?
“Şaşırdım kaldım” diye anlattı emekli vali. Bu nasıl olur? Ben bunca okumuş yazmış olmama, bunca yer yurt görmeme rağmen bir mûsıkî geçişinde hüzzamı seçemezken, bu adam bir köy ortamında acaba nasıl öğrenmişti?
Emekli valimiz, hayatın örsünde döğüle döğüle kalpleri incelmiş ve buğday başağı kadar niyetleri temiz kalmış o insanları biraz daha anlattı ama doğrusu benim kalemim “hüzzam”dan ötesini kayıt altına alamadı.
***
9 Haziran 2006 Cuma.
Rahmetli şairimiz Mehmet Ergönül’den dinledim:
Elazığ -Ağın’ın Beyelması köyünden Saim Cumurcu, yıllar önce İstanbul’da Anadolu yakasında PTT’de çalışıyor. Posta müvezzii (dağıtıcı)… Kanlıca semtinde görevli. Aynı bölgede Erzincanlı emekli bir paşa da oturuyor. Saim Cumurcu’yu çok seviyor. Mektup, evrak, öteberi getirdiğinde hemen kapıdan göndermiyor. Mutlaka içeri alıyor, kahve ikram ediyor, muhabbet kaynatıyorlar. Bir gün Saim Efendi işi seziyor, yazısından tanıyor çünkü. Meğer, Paşa PTT’ ye gidip kendisine mektup atıyormuş ki, Saim Efendi getirsin de sohbet fırsatı yakalasınlar. Bir, üç, beş derken Saim Cumurcu susamıyor artık, Paşa’ya bunun sebebini soruyor. Paşa diyor ki:
“- Ne yapayım evlâdım? Okullarda okudum, nice görevler ifa ettim ama her yerde sohbet ehli bulunmuyor. Baştan aşağı Anadolu tütüyorsun, buram buram toprak kokuyorsun. Şu mahcup asaletli bakışların bana çocukluğumu hatırlatıyor. İhtiyar gönlüm sende dinleniyor. Yolunu bekliyorum ki, iki tatlı söz havalandıralım… “
Hem de öyledir, insan insanı nakışlar…
“İnsan insanın rengine bürünür” , insan insanın şifası olur.
Biz bu toprakların hikâyelerinden anlatmaya devam edelim:
Cüneyt Arkın’ı dinliyoruz:
“Eskişehir’de köyde, toprak evde babamla aynı odada yatıyorduk. Bir gece hışırtı duydum. Baktım babam uyanmış, yatağın kenarında üstünü giyiniyor.
Pencereye gitti, tarlalara baktı, benim uyanık olduğumu anlayınca:
– Bak oğul dinle, dedi. Ekinler büyüyor, seslerini duyuyor musun?
Ürperdim. İşte o an ezeli gerçeği fark ettim. Babam ekinlerin büyüme seslerini duyuyordu.
Bu yaşlı köylü artık benim gözümde insandan çok Anadolu olmuştu.”
Ahmet Yesevî’ye Türk illerinde “Hazreti Türkistan” diye hitap edilir. Münevver Ayaşlı bunu ilk duyduğunda birden içi çalkalanır, cezbeye kapılır. Vecde ulaştığı bir demde o da Yunus Emre için “Hazreti Anadolu ” tabirini kullanır. O Anadolu ki; şehir şehir, köy köy ruhumuza beden biçtiğimiz aziz toprak…
1995 yılında Tokat’ın Niksar ilçesine bağlı bir köyün derneğini kuruyoruz. Serde dernekçilik var ya, yardımcı oluyorum. Tüzüğünü yazdım, evrak kayıt işlemlerini bitirdim, resmileşti. Bağcılar’da açılışı yapılacak. Fakat en baştan beri bir adam dikkatimi çekiyor. Pamuk sakallı, duru gözlü dolgun çehreli bir Hacı Amca… Para lazım oluyor, malzeme eksik kalıyor; aşağı Hacı Amca yukarı Hacı Amca, herkes ona koşuyor. O da hiç ikiletmiyor, hemen elini yeleğinin iç cebine atıyor ve bir bir ödüyor. Gençlerle arasını hoş tutuyor, onları seviyor. İri kemikli elleriyle, geniş avuçlarıyla insanları kucaklamaktan geri durmuyor. Samimi, güleç… Sanki herkesten biraz farklı…
Açılış yapıldı. Merasim bitti. Yavaş yavaş insanlar çekildi. Orada üç beş kişi biz kaldık.
– Şimdi söyle bakalım Hacı Amca, dedim, bu derneği niye kurdunuz?
Gözleri sevinçle ışıladı. Güleç yüzünü bana döndü:
– Bak arkadaş! Güzelliklerine doyulmamış zamanlardan geliyorum ben. Bir yanım gidenlere yakın, bir yanım gelenlere… Şunu isterim ki; türkülerimizin muradı, yemeklerimizin tadı, çocuklarımızın adı değişmesin… Başka ne derdim olabilir?
Allah deyince içi toparlanan Anadolu insanı işte… Meramını anlatırken şiir okuyor, vecize söylüyor.
***
Efendim, çalıştığım kurumda sınav komisyonlarında görevli olurdum. Yazılı sınavında yeterli not almış edepli, pıtırcık bir kız adaya Başkan mülâkatta sorular soruyordu:
– Eviniz hangi semtte kızım?
– İstanbul’da evimiz yok efendim, ben Anadolu’dan geldim.
– Nereden geldin?
– Kırıkkale’nin Sulakyurt ilçesinden.
– İstanbul’da akraban, tanışın da mı yok?
– Yok efendim.
– Memlekette kimin var?
– Yalnız annem.
– Annen nerede şimdi?
– Dışarıda efendim, beni bekliyor.
– Çağır gelsin, dedi Başkan.
Az sonra kızla birlikte odaya söğüt dalı gibi incecik ve esmer bir kadın süzüldü. Heyete doğru küçük küçük bir kaç adım attı. Sıkıca doladığı yaşmağının altında melül ve mahzun çehresini diri tutmaya çabalıyordu.
Başkan kadına sordu:
– Hanım kardeşim, bu kızın memur olursa, İstanbul’da tek başına ne yapacak?
– Begim! dedi hiç beklemediğimiz tok bir sesle. Bir ay sabretsin, köyde ineğim, keçim var, satayım, bağın bahçenin işini yoluna koyup geleyim.
– O kadar kolay mı bu işleri görüp gelmen?
– Nedir ki begim, yoksul olunca yükün de hafif oluyor.
Kadın konuştukça üstünden püfür püfür bir köy rayihası yayılıyordu odaya.
Başkan, kadını ve aday kızı biraz daha ölçmek istiyordu herhalde:
– Peki, sen gelinceye kadar bu büyük şehirde kızının başına bir hâl gelmesinden korkmuyor musun?
– Korkmuyorum!
– Niye?
Kadının incecik hotenli yüzü bir avuç ışığa dönüştü sanki. Tane tane konuşuyordu:
– Begim! Bu kızı ben babasız büyüttüm. Daha iki yaşındaydı, Kızılırmak’ın boyalı toprağını saçlarına kına diye yaktım. O koku onda durdukça Allah’ın inayetiyle hiç bir şey olmaz.
İçimizde bir ürperti, karşısında öylece kalakaldık.
Bu kadının gönlüne cemreler erken düşmüştü besbelli. “Yerlere ve göklere sığmaz”ın gelip sığdığı Hazreti gönüle…
Kadın anne olunca tamamlanırmış, artık iyice kani oldum.
Sorular tükenmiş, tam çıkıyorlardı ki, Sulakyurtlu anne; bir sabah yelinin ipiltisini dinleyip de gelmiş gibi huzurlu huzurlu baktı yüzümüze:
– Efendiler! Hiç merak etmeyin, size de dua edeceğim…
Ey sebeplerin ötesine bakan irfan, toprağının ruhunu yakalamış Anadolu kadını!
Düşündüm durdum… Tuğla gibi kalın kalın kitaplarda ne aradım yıllarca? Birkaç süslü kelime devşireceğim diye ciltleri kucaklayıp eve taşımam akıl kârı mı?
Bazen aradığımız yanıbaşımızda durur da göremeyiz.
Keşke, Koca Veysel’e zamanla kulağımı dikseydim.
“Benim ile gezdin beni arattın” demişti.
Şerif AYDEMİR