Yağmur TUNALI
Milliyetçiliğin yüksek voltajlı bir fikir olduğu zamanlardı. Sanki hiç yere konmayacak kuşlar gibi uçan gönüller milliyetçilerdeydi. Halbuki, yere sağlam basarlardı. Onlara, bastıkları yeri titreten devler denirdi. Neye el atsalar yücelir, yükselir, ilahi bir duyuşun kanatlarında ötelerden haber taşırdı. Masal tadında konuşur, destan kıvamında yürür, şiirli bir gerçekte ömür sürerlerdi.
Dünyayı yönetecek Türk’ün Tanrı armağanı kabiliyetini tatmışlardı. Türktüler. İşleri bir dünya kurmaktı. O halde, sadece Türklük değil, dünya onları bekliyordu.
Şu var ki, devir bir kahpe düşüşü söylüyordu: Türklük bu misyonunu unutacak noktaya gelmişti. Asırların içinden boğuşa dövüşe yorgun düşmüş kanatları, çekildiği bu küçük Anadolu toprağında dinleniyordu. Gücünü toplayacak ve yeniden hamle edecekti. Cihan hâkimiyeti, dünyaya nizam verme, kızıl elma uzağında kalınmış yaratılış cevherleriydi. Türk’ü bu yaradılış gerçeğine uyandırmak gerekiyordu. Yeni zamanların tâbiriyle, “ fabrika ayarlarına dönüş” bir türlü başarılmalıydı.Durumun farkındaydılar. Çünkü biliyorlardı, duyuyorlardı. En önemli nokta bu biliş, duyuş ve inanıştı. Uzak asırlardan bugüne örnekler taşıyan bir ruha büründüler.
Milliyetçiler seçkindi
Benim milliyetçiliğe katıldığım dönemde belki sayımız azdı. Ancak, arı gibi çalışan bir inanmışlar kitlesi halinde çoktan da çok görünürlerdi. Memleketin en ücra köşelerine kadar sesleri ulaşmıştı. Yüzlerini görmeden, seslerini duymadan kazandıkları isimler, gönüller vardı. En ileri beyinler onlar arasındaydı. En iyi sanatkârlar onlar arasındaydı. Genel kültür bahislerinde bir seviyenin üstünde fikri, bilgisi olmayan yoktu. Sanattan anlarlardı. Ya icracıydılar, ya da biliyor, anlıyor, zevk alıyorlardı. Çünkü Türklük duygusu, bir düşünce hareketi halinde yayılırken, estetiği ihmal etmiyor, hatta edinilmesi her taraftarı için tabii bir zevk sayıyor, mayasına katıyordu. Milliyetçiler, güzelle güzelleşmiş, güzellikle incelmiş insanlardı.
Kavga Günleri’ne bu sermayeyle geldiler. Artık, benim neslim de aralarındaydı. Dilâver Abi, benden önceki nesildendi. Aramızda yaş farkı az olsa da bir nesil fark var gibiydi. Nitekim, İskender Öksüz, Ahmet Bican Ercilasun gibi isimler de o yaştaydı ve onlar için de önceki nesil gibi düşünüyoruz. Çünkü, yoğun yaşama dönemiydi; iki nesil arası on yıla kadar indirilse şaşılmaz.
Bu iklimde yeşerdi
Bu girişi, isimlerimizden daha önemli gördüğümü mutlaka anlamışsınızdır. İsimlere de bu kapıdan girildiği için sözü oradan açtım. Öyle olmasa, Dilâver Cebeci gibi coşkun bir ruhu anlatma zevki dururken, neden bu hatırlatmalara gireyim? Esasen, onu söylemek için bu zemini duyurmak gerekiyordu. Gümüşhane’den çıkan bir kabiliyetin nerede, hangi kültür ikliminde, kimlerle kozasını ördüğü mühim meseledir. Bir ortam bulamamış nice taşralı kabiliyetin, toprağa ekilmemiş tohum gibi çürüdüğünü sayısız örneklerle biliyoruz. Dilâver Cebeci, bu genel durumunu verdiğim heyetin içine geldiği için tohumu yeşerdi, ağacı meyveye durdu.
Dündar Taşer, Ârif Nihad Asya, Hâlide Nusret Zorlutuna, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Erol Güngör, Necmeddin Haıeminoğlu, Emine Işınsu, Mehmet Çınarlı ve benzer daha birçok ismin teşkil ettiği çevreye gelmiş olmak büyük talihtir. Dilâver Cebeci, bu ve benzeri dev gibi isimler ortasında yetişmiştir. Taşra havasını şehirlilikle, özellikle İstanbul kültürüyle birleştirmekle bir dönüşüm geçirmiştir. Bu, yeniden inşaya benzer bir süreçtir. Evet, mekteb, şehir ve çevre insan inşâ eder. Bunu yapabilen milletler yüksek kültüre ulaşmış olanlardır. Dilâver Cebeci’nin yüksekokula başladığı 1970 öncesi senelerde, hem Türkiye’nin, hem İstanbul’un, hem de milliyetçiliğin, bu değiştirme, dönüştürme ve mevcud kabiliyet ve karakterleri üst seviyede geliştirme imkânı vardı. İşte, onu belli bir seviyeye getiren bu çevre şartlarına uymakta gösterdiği büyük gayrettir. Yüksek milliyetçilik duygusunu, yüksek kültüre yakınlaştırarak şiirde-nesirde büyük bir mesafe almıştır.
Unutulmayacak bir hüküm gibi sevgili bir gerçek de burada söylenmelidir: Milliyetçilik, bu ülkeyi kuran yüce fikrin adıdır. Yüksek bir kültürü, yüksek bir sanatı, ileri bir dünya görüşünü gerektirir. Bu konu üzerinde ısrarla durmak lazımdır.
Sanatı duyuşu söyleyişi
Dilâver Cebeci, şiirde bir tarzı olan özel yaratılmış kabiliyetlerdendi. Dokunduğu her şeyi altın eden eski zaman simyacıları gibiydi. Dilin bildiğimiz kelimelerine başka türlü bir can verişi vardı. Sanki içinde gürül gürül ırmaklar akardı. Sıra sıra çağlayanlardan hep bahar tazeliğinde köpüren sular fışkırırdı. O akış bazen sel olurdu. Her ne olursa olsun sizi alır götürürdü.
Evet, o, sözün sihrini duyan ve duyuran bir özel karakterdi. Fakat bu hüküm ona dar gelir. Sözünden de ötede bir büyük ruh kompozisyonu taşırdı. Sanki asırlar içinden yaşayıp gelmiş ve bugüne düşmüş bir sırlı şahsiyetti. Bu haliyle tarihin muhtelif devrelerinden ses verirdi. Onun en çarpıcı tarafı bence budur.
At-pusat devrinden top seslerinin gürleyişine, ülkeler fethettiğimiz devirlerden vatanlar kaybettiğimiz son yüzyıla, ölümlerden hayat çıkardığımız İstiklâl Harbi’yle yeni Ergenekonlara uzanırdı. Bu kadar geniş bir perspektifte duyulan şairin ruhunda hâkim olan, millet ve devlet fikriydi. Sanatını bir büyük ideale veren o güzel insana “Ah ne olurdu fikrin ağırlığından kurtularak yazsa!” denemezdi. İdealini kanatlandıran bir aşkı vardı ve bu aşk zaten sanatın kendisiydi. Oradan ses duyurmakla sözü sloganlaşmıyor, kurulaşmıyor, aksine çorak iklimleri sular gibi ruhları canlandırıyordu.
Türkün tarih içindeki büyük mâcerasıyla mest bir şairden bahsediyoruz. Bu mestlik gelip geçici heveslere benzemez. Bütün bir hayatı, hayatları peşinde sürükleyen iksirdir. Bu iksiri duyan ve duyuran bir şairin ruhundan serpilen eserlerden aldığımız çağrışımlarla söylüyoruz. Bu yazıda şiirinden örnekler vererek anlatmak, düşündürmek ve hissettirmek yerine içimde biriken duygulardan süzülmüş fikirler söylemeyi tercih ediyorum. Duygu ve aklı nesrin şiire yakın haliyle ifadeye çalışıyorum. Çok dile gelmemiş hususlara özellikle his penceresinden dikkat çekiyorum.
Dikkat ediniz: Onun her yazdığı yüksek bir duyuşun kanadında uçar. Şiirlerinde de, mensur şiirlerinde de, Evliyâ Çelebi tarz ve üslûbuna uyarlanmış hârikulâde örneklerde de bu yüksek voltajlı ruhun uçuşu vardır. Böyle bir ruhun akademik kariyer yapmasına şaşanlar olmuştur. Gerçekte, şaşılacak hallerdendir. Ancak emin olunuz, ilmi de bu sanatlı duyuşun kanatlarında götürmüş bir büyük isimdir.
Onunla sohbetlerimiz de hep bu uçuş vezninden yüksek duyuş ve heyecanlarla olurdu. Bir türlü kanamayan, doyamayan bir iç dünyanın atılışları içinde konuşurdu. Gözleri hemen daima buğuluydu. Dertli adamdı ve dertlileri sever ve arardı.
Hatırladığım pek çok şey içinde birisi bana en fazla tesir edenlerden olmalı ki, hemen gözümün önüne geliyor.
Büyük destan şairimiz Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun hastalığı uzun sürmüştü. Üsküdar taraflarında yakın oturuyorlardı. Dilâver Abi’yi ne zaman görsem, bu rahatsızlığın verdiği üzüntüyle gözleri nemlenmiş olurdu. Istırabı sanki onu esir almıştı. Feleğe kahrediyor, bu büyük insanın haline yanıyordu. Niyazi Abi’yi vefatına yakın beraberce ziyarete gittik. Bahattin Karakoç, Ali Akbaş ve Dilâver Abi. Orada, nasıl bir merhametle acı duyduğunu ve ne kadar seven bir ruhla ona bağlı olduğunu gördüm. Nitekim vefatından sonra yazdığı şiir o duyguyu bütün acılığıyla söyler.
Ona olan sevgimin aşka benzer bir bağlılığa dönüşü o gündür. Sonraki yıllar acı-tatlı hâtıralar ve “vatan kurtarma” hikâyeleri arasında hep bu sevgi ve bağlılıkla geçti.
… ve o gitti.
—————————————————————–
Bu yazı Edebice Dergisinin Eylül-Ekim (3. Sayı) sayısında yayımlanmış olup, Kıymetli Yazarımızın husûsî müsaadeleriyle, yayınağımızda yayımlanmaktadır.