Esat ARSLAN
“Devlet, ebed müddet”şiarı koşutunda günümüze kadar gelen devlet geleneğimiz “Ocak, Ozan, Aydın ve Önder Dörtlüsü”üzerinde varlığını insanlık tarihinin başlangıcından günümüze kadar sürdürmüş elan da güçlenerek mevcudiyetini sürdürmeye devam etmektedir. Devlet geleneğimizin bu geleceği kucaklayan dörtlüsü neredeyse mahşerin ölümsüz dört atlısı (four horsepersons) mertebesindedir. Ancak, Hıristiyan şeriatındaki mahşerin dört atlısı, kıyamet gününde ortaya çıkacaklarına inanılırken, oysa bizim karşılıklı uyum içerisinde olması gereken dörtlümüzün ahengi millet ve devlet olmanın gizil anahtarını oluşturmaktadır. Onun için devlet geleneği ütopik, hayalî değil, dünyevi ve gerçekçidir.
Geçmişten günümüze, milletimiz, insan ilişkileri ve örgütlenmenin anahtarı “ocak”kültürüne, hem geçmişten ve hem de geleceği alnında ilk önce duyumsayan “ozanlık“geleneğine, alandaki halkla bütünleşen “entel-dantel”değil de toplumun lokomotifi aydınlara ve “karizmatik kerem sahibi bir öndere”her zaman özel bir önem atfetmiştir. Karizmatik kerem sahibi bir önder, kendisinde olağan ve doğaüstü yeteneklerin yanı sıra en azından istisnai güç özellikleri nedeniyle bireyi sıradan insanlardan ayıran kişilik özellikleri olduğuna inanılan bir liderdir. Atatürk, Lenin, Gandi ve Castro gibi kendisine atfedilen özel eşsiz nitelikleri ile otorite kuran askeri ve siyasi liderler için kullanılmış ve Büyük Düşünür Max Weber bu tür lider tipini sosyolojik ve teknik bir terim olarak görmüştür. Ancak bir farkla Atatürk halk önderliğine seçilerek gelmiş, diğerleri ise yaşanılan koşullar gereği “jakobenist”, tepeden inmeci bir modelle işbaşına gelmişlerdir.
Atatürk yaşadığı dönemdeki demokrasiye ters düşen çağdaş siyasal akımları, “ihtilalci sendikalizm”ve “korporatizm”i de eleştirerek, bunlardan hiç birinin Türkiye koşullarına uygun olmadığı kanısına varmıştır. O hiçbir zaman, çağına egemen olan otoriter, totaliter, diktatör bir lider olmamış, rejimin ana karakteristik vasfı demokrasi savunusunu rehber almıştır. O zaman sormak gerekir ki, bu nasıl bir demokratik rejimdir? Bu şekilde düşünüldüğünde bu bir “geleneksel siyasal demokrasi”olduğu görülmektedir. Bu nedenle onun demokrasiyi öğretmek adına kurmuş olduğu rejim bir vesayetçi sistem değil, kulluktan bireyselliğe evrilen “emansipasyon”kavramı içerisinde bütünleşen öğretici bir sistemdir. Kısaca birey eksenli özgürlüğü sağlayan sosyal dayanışmacı bir demokrasiyi öğretmeye soyunmuştur. Daha genel bir tanımlamayla dinî, ailevî, geleneksel, ahlâkî yönden bireyin bağlı olduğu tüm bağlardan kurtularak özgürleşmesi anlamına gelmektedir. Toplum bazında düşünülecek olursa bir topluma uygulanan ayırımcı yasaların kaldırılması, yurttaşlık ve eşitlik haklarının kendilerine verilerek ulusal düzeyde özgürleşilmesidir.
Onun kurmaya çalıştığı rejim, totaliter ve dogmatik öğretilere dayanan Faşist ve Komünist tek-parti sistemlerinden farklı olmuştur.[1]Bilinen bir gerçektir ki, Türkiye’de tek-parti hükümeti olmuş, ama çağdaşları gibi “tek parti devleti” olmamıştır. Bir başka deyişle, Türkiye’de tek parti olgusu mevcut olmuş, ancak tek parti ideolojisi ya da doktrini mevcut olmamıştır. Diğer bir deyişle Türkiye’de tek parti, hatta darbeyle iş başına gelen iktidarlar bile kendilerini sürekli ve arzulanır bir model olarak meşrulaştırma çabalarına girişmemişler ,hemen her vesileyle kendilerini zorunlulukların bu duruma getirdiğini dile getirmişler, zamanı gelince ve de en kısa zamanda yerlerini çoğulcu demokrasiye bırakmışlardır. Bu tür iktidarlar hemen her kesim ve katmanda geçici bir rejim olarak görülmüştür.
Bilime ve teknolojiye susamış halkımıza aydınlanmanın gereği sorumlu bilgelik anlayışını sunmanın itici gücü aydınlarımızın asli görevi millî değerler sisteminde örgütlenerek milletimizi bilgilendirmek olmalıdır. Bu da açık bir biçimde mitolojik arka planı zengin olan ocak kültürüyle şekillenebilir. Bir diğer yanıyla da ocak kutsaldır. İnanç ve gelenek yapısı içinde kültler; mitik ve mistik deneyimler bakımından en eski formları göstermesi ve sayısının çokluğuyla birlikte, temsil ettikleri yaşam deneyimi yönüyle zenginlik arz ettikleri bilinen bir gerçektir. Ateş ve buna bağlı olarak ocak etrafında oluşturulan kültler, İslamiyet öncesinde olduğu gibi sonraki dönemlerde de etkisini devam ettirmiştir. Söz konusu kültler/dinamikler, bugün Anadolu coğrafyasında oldukça zenginlik arz etmektedir. Ocak sistemi, ateş ve atalar kültü ile bağlantılıdır. Ateş ve ocak birlikteliği, ikisinin de aynı anlamda kullanılmasında etkin rol oynamıştır. Şamanların, İslamiyet’le birlikte Alevi ve dede ve babalarının ibadetleri ateşsiz yapmamaları, aile ocağı kültü ile ateş kültü birbirinden ayırt edilemez. Şaman dualarında “atamızın yaktığı ocak” ifadesinin kullanılması bu manada dikkat çekicidir. Bu coğrafyada en kutsal temel değerlerden biri “Aile Ocağı “da simgesel olarak, soyun devamını gösterdiği gibi, ocak kültünün mahiyetini daha bir önemli kılmaktadır. Ocak, sözcüğü eski metinlerde ve daha sonraları “soy ve sülale” anlamında da kullanılagelmiştir. Ocak, hem eve, hem aileye hem de aynı amaçla hep birlikteliği, bütünleşikliği, mahalle kültürünü, ülküdaşlığı geleceğe taşıyacak toplumsal kümelere, halk odaları, evlerine, millet mekteplerine ve ocaklara işaret eder.
Öte yandan Ocak Kültürünün çimentosu “yaşayan tarih” sıfatını taşıyan âşıklarımız, aşuğlarımız, ozanlarımız ve Kürt müziğinde tarihi bir rolü olan dengbêjlerimizdir. Eğer eğitimde, politikada güç dengelerini doğru bir şekilde analiz edilmesi istenildiğinde onların külliyatı bizlerin yolunu aydınlatır. Dadaloğlu, Gevheri, Pir Sultan Abdal, Kaygusuz Abdal ve Yunus Emre gibi âşıklar, Âşık Veysel, Neşet Ertaş Davut Sularî, Ruhsatî, Ali Ekber Çiçek, Muzaffer Sarısözen, Feyzullah Çınar, Nesimî Çimen, Murat Çobanoğlu, Seyit Meftunî ve Ozan Arif gibi ozanlar ve Teyran, Şakıro, Karapete ve Ayşe Şan gibi dengbêjler halkın arasından çıkmış ve özellikle Anadolu’da gerek gezerek, gerek görerek sazlı veya sazsız olarak doğaçlama biçiminde halkın önünde eserlerini dillendiren halk sanatkârları olmuşlardır. Ayrıca Aşuğ Zikrî,Aşuğ Yeksanî, Harbî, Derûnî, Aşkî, Ahterî, Ferdî, Gedaî, İkrarî, Nâimî, Resmî, Sahrî, Sadaî, Sevdaî, Şîriniî Lisanî, Mahcubî, Püryanî, Salikî, Dertlî, Yesarî, Ceyhanî, Çınarî gibi Ermeni Aşuğlar” da, manzum halk tarihimize, ‘Aşuğ Destanları’na çok büyük katkılarda bulunmuşlar, cönkler bile yazmışlardır. Bu kültür kuşaktan kuşağa aktarılarak günümüze kadar gelebilmiş, halkın duygularını, hislerini, acılarını, özlemlerini ve her türlü manevi ihtiyaçlarını en yalın haliyle halkın gönlünde bir esinti halinde oluşturmuşlardır. Geçmişte yaşanan olaylar, bir sevgiliye duyulan hisler, bir anaya-babaya veya gurbette iken duyulan üzüntü, sevinçler ve özlemler onların çıkış noktasını oluşturmuştur. Yukarıda da ifade edildiği gibi, unutulmamalıdır ki, halkın eğitiminde, reel politikada güç dengeleri ve egemen unsurlar onların eserlerinde ete kemiğe bürünür.
Ocak, ozan, aydın ve önder kelimelerinin millet ve devlet olmanın özüdür. Milletimiz her karşılaştığı tehlikeli durumdan ve girdiği badireden bu sayede kurtulmuş, yeni bir dünyaya uyanan günü ferasetle karşılamıştır. Kapalı kapılar arkasında üretilen ve kurulan her yenidünyada yerini almasını bilmiştir. Anlayışlı, sağ ve öngörülü olma yanında, ilişkilerin, olayların ve kendisine kurulan hadiselerin içyüzünü dış belirtilerinden sezme, anlama ustalığı göstermiş ve görünenin ötesine geçebilmiştir, bu dörtlü sayesinde. Yaşanılan coğrafya yepyeni badireler ürettiğinde ise, bu dörtlü sayesinde dayanma gücümüz, direncimiz göğüs germeye yetmiş de artmış, mazlum ulusları da kucaklamıştır. Bu coğrafyaya has ocak kültürü ve ozanlık geleneğinin akılcılık, bilimsellik ve çağdaşlığın harmanlanması ile millet olmanın temel dinamikleri korunup geliştirilebilir. Bu konudaki duyarlılıkla örgütlendirilmiş bir düşünce iklimi, hoşgörü ortamı ancak bu şekilde tesis edilebilir. Unutulmaması gerekmektedir ki, bütünleşik, birleşik milletin ortadan kaldırılması yok edilmesi çalışmaları asırlardır süregelen bir hadisedir. Osmanlı döneminde modüler kültürün fikir ve eylemdaşları olan İngiliz casus ve ajanları, bazı ulus bilincine ulaşamayan konar-göçer nomadik kabilelere, aşiretlere âdeta zimmetlenerek, millet bütünleşikliği ve birleşikliğine karşı mücadele etmeleri konusunda teşkilatlandırılmışlardır. Bu durum Sykes-Picot gizli antlaşmasının yüzüncü yılını devrettiğimiz günümüz ortamında ABD tarafından “Suriye PeKaKası” uydu devletçiğinin dayatılmasında açık ve seçik görülmektedir. Bütün bu tehlikelere karşı milletimiz bu coğrafyada bayrak gösterme ve var olma azmini ortaya koymuş, koymaya da devam etmektedir.
Ancak üzülerek ifade etmek gerekir ki, ülkemizin millî birlik vasfı bu tür saldırılardan gittikçe artan bir biçimde yara almaktadır. Günümüzdeki en büyük tehdit, millet arasında kamplara ayrılmaya ve kutuplaşmaya gidilmesidir ki, bu ortam gittikçe gerginliği arttırır ve bu suretle de ülke Allah korusun, iç savaşa bile sürüklenebilir. İşte bunun içindir ki “ocak, ozan, aydın ve önder kültürü” çok önemlidir. Bu kültür iklimi her tarafa dalga dalga yayılan millî ve manevî iklimler dağıtır ki, bu kültür yapısı her ne pahasına olursa olsun korunmalıdır. Bir cazibe merkezi olarak Türkiye’nin cazibesinin asırlardır farkında olanlar, bu milleti millî kimliğinden uzaklaştırarak ortadan kaldırmayı da bir hedef olarak belirlemişlerdir. İşte sorun da tam buradadır. Ya oyuna gelir millî kimlikten uzaklaşılır, yurt tutma özelliğimizi bile kaybedebiliriz ya da Çanakkale de olduğu gibi o ruhu hep taze tutar bu toprakları ilelebet yaşatırız. Olmak ya da olmamanın gizil anahtarı “ocak, ozan, aydın ve önder kültürü”dörtlüsündedir.
Sevgili Okurlar, bütün bunlardan sonra söylemem odur ki, Türkiye’nin bekası, kısaca mevcudiyeti, varlığı ile dış siyaseti ister süper isterse devasa mega güç konumunda olsunlar “ocak, ozan, aydın ve önder kültürü”nün sağlamlaştırılmasında, berkitilmesindedir, benden söylemesi.
[1]Ergun Özbudun, “Atatürk ve Demokrasi”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi,Ankara,www.atam.gov.tr/wp-content/uploads/Ergun-ÖZBUDUN-Atatürk-ve-Demokrasi.pdf/ErişimTarihi:28.02.2019/