Hilmi ÖZDEN*
Ahmet KARTAL**
ÖZET
Kur’ân-ı Kerim’de Kehf suresinin 83-98. ayetleri arasında Zülkarneyn olayı anlatılmaktadır. Burada Zülkarneyn batıya ve doğuya sefer yapan salih bir kul olarak tanımlanır. Son seferinde Yecüc ve Mecüc ile bir topluluğun arasına demir ve bakır karışımı set inşa eder. Zülkarneyn’i müfessirlerin bir kısmı İsrailiyat ve Zerdüşt metinlerinden etkilenerek İranlı Koreş, bir kısmı Makedonyalı İskender, bir kısmı Habeş kralı, bir kısmı da bunların dışında başka kimseler olarak tanımlamışlardır. Ancak Zülkarneyn’in Oğuz Kağan olduğunu söyleyen müfessirler de bulunmaktadır. Ayrıca Oğuz Kağan’ın çocuklarına verdiği isimler sembolik olarak Zülkarneyn’in seferlerini ihtiva etmektedir. Bu hadise sosyoloji ve psikolojinin yanında tasavvuf dilinin yorumlarına da ihtiyaç duymaktadır. Bundan dolayı bu çalışmada özellikle sembolik dil üzerinde durulacaktır.
Anahtar Kelimeler: Kehf suresi, Zülkarneyn, Oğuz Kağan, Sembolik Dil
ABSTRACT
THE SYMBOLIC LANGUAGEOFOGUZ KAGAN LEGEND AND THEZULKARNEYNEVENTIN THE QUR’AN
It describes theevent of Zulkarneyn between the Surah’sKahf83-98 in the Qur’an. Zulkarneyn is determined as arighteous servant whom voyages to westernandeastern. In his last trip he builds a set with a mixture ofiron and copper between community and Gog-Magog. Some of the Quran commentators describe Zulkarnayn as an Iranian Cyrus by influencing from the texts of Israiliyat and Zerdust. Also some of them dedicates to Macedonian AlexanderorAbyssinianking or many other people. However, some of the Muslim Turkishcommentators say that Oguz Kaganis Zulkarneyn. However italsodescribesZulkarneyn voyages by given name to the children of Oguz Kagan with a symbolic language. Thiseventneedstocommentswith the languageofsociology and psychologyeven mysticism. We tried tofocus on thesymbolic language inour article.
Key words:Kahf ‘s Surah, Zulkarnayn, Oguz Kagan, Symbolic Language
GİRİŞ
Zülkarneyn kıssası,Kur’ân-ı Kerim’de Kehf suresi’nin 83-98. ayetlerinde mealen şu şekilde geçmektedir:
83) Sana Zülkarneyn’i sorarlar. De ki, size ondan bir bilgi aktaracağım. 84) Biz onu yeryüzünde kudretli kıldık ve ona her şeyin bir yolunu gösterdik. 85) O da bir yol tuttu. 86) Ta ki güneşin battığı yere ulaşınca onu kara balçıklı bir gözede batıyor buldu. Orada bir kavim buldu. Dedik ki, “Ey Zülkarneyn! İstersen onlara ceza verebilirsin, istersen iyi bir davranışta bulunabilirsin.” 87) O da dedi ki, “Kim zulmetmişse ona cezasını vereceğiz. Zaten onlar Rablerine döndürüldüğünde, O da onları görülmemiş bir azaba uğratır. 88) Fakat inanıp iyi işler yapan kimseye de ne güzel mükâfat vardır. Ona da işimizden bir kolaylık söyleriz. 89) Sonra bir yol daha tuttu. 90) Ta ki güneşin doğduğu yere ulaşınca onu, güneşten başka kendilerine bir örtü yapmadığımız bir kavim üzerine doğuyor buldu. 91) İşte böyle, Biz onun önündeki şeyleri bir bilgiyle kuşatmıştık. 92) Sonra yine bir yol daha tuttu. 93) Ta ki iki set arasına ulaştığında, onun berisinde orada neredeyse hiç laf anlamayan bir kavim buldu. 94) Dediler ki, “Ey Zülkarneyn! Ye’cüc ve Me’cüc yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar. Bizimle onların arasına bir set yapman için sana bir vergi verelim mi?” 95) O da “Rabbimin bana sağladığı imkân daha hayırlıdır. Bana gücünüzle yardım edin, ben de sizinle onların arasına sağlam bir set yapayım.” 96) “Bana demir kütlelerini getirin”, dedi. Ta ki bunlar iki dağın arasını doldurunca “körükleyin” dedi. Ta ki ateş haline getirince üzerine erimiş bakır dökeyim” dedi. 97) Artık onlar onu ne aşabildiler ne de delip geçebildiler. 98) Dedi ki, “Bu Rabbi’mden bir rahmettir. Rabbimin vaadi gelince onu yerle bir eder. Rabbimin vaadi gerçektir.”
Bu Kur’ânî kıssa değişik müfessirler tarafından yüz yıllardır farklı şekillerde yorumlanmıştır. Özellikle Zülkarneyn’in kim olduğu üzerinde her hangi bir ortak görüşe ulaşılamamıştır. Biz de bu farklılıklardan yola çıkarak Kehf suresinde adları geçen “Zülkarneyn”, “Ye’cûc ve Me’cûc”, kavramları ile “Zülkarneyn’in batı ve doğu seferi ile inşa ettiği sed’in” hangi anlamları ifade etmiş olabilecekleri üzerinde duracağız. Zülkarneyn ismi çerçevesinde Makedonyalı İskender ve İranlı Koreş başta olmak üzere birçok imparator düşünülmüştür. Türk müelliflerin bazısı ise Oğuz Kağan olduğu üzerinde durmuşlardır. Olayı sosyolojik, psikolojik, tasavvufî vb. semboller ışığında değerlendiren bir kısım düşünür ise bu kavramları tarihe hapsetmeyip daha anlamlı yorumlar yapmışlardır. Biz tarihî süreçten başlamakla birlikte sembolik anlamların önemli olduğunu ve bunların zenginleştirilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Tefsirlerde Zülkarneyn Kıssası
Bu hususta Türkiye’de yapılan çalışmalardan olan Ahmet Şekercioğlu’nun Klasik ve Çağdaş Kur’ân Yorumlarında Zülkarneyn Kıssası’nın Tahliliisimli tezi detaylı bir incelemedir. Şekercioğlu’na göre;
“Modern dönemde, Kur’ânkıssalarının, geçmişte yaşanmış bir olayın gerçek anlatımı olmadığı; onların, edebî bir anlatım tarzına sahip olan, temsilî hikâyeler oldukları, anlayışı; sömürgeci ve oryantalist batı dünyasının argumanları ile paralellik arzettiği için, gündemi fazla meşgul etse de; son iki asrın Kur’ânmüfessirlerinin çoğunluğu tarafından kabul görmemiş ve şaz (seyrek kullanılan) olarak, kalmıştır. Klasik dönemde, tarihî gerçeklik öne çıkarılmasa da; kıssaların vakiliği görüşü kabul görmüştür. Çağdaş dönemde de, istisnalar dışında müfessirler, kıssadaki Zülkarneyn’i, tarihte yaşamış bir hükümdar olarak kabul etmişlerdir. Muhammed Esed’in meal tefsiri dışında, Zülkarneyn kıssasının, hayalî ya da kurgusal olduğunu savunan müfessir bulunmamaktadır. Halefullah’ın kendisi de, daha önce bu görüşü savunan hiç bir müfessir bulunmadığını söylemektedir. Arap dünyasından, Hint alt kıtasından, İran’dan ve ülkemizden Zülkarneyn kıssası tefsirlerini incelediğimiz; Elmalılı Hamdi Yazır, Ömer Rıza Doğrul, Abdullah Yusuf Ali, Ebu’l-Kelâm Âzâd, Nûru’l-Hak Tenvîr, Ömer Tayyibî, Seyyid Kutub, İbn Âşûr, Ebu’l-A’lâ el-Mevdûdî, Seyyid Hüseyin Tabâtabâî, İzzet Derveze, Saîd Havva, Ebu’l-Hasen Ali Nedvî, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Süleyman Ateş gibi çağdaş müfessirlerin hiç birisi, Zülkarneyn kıssasına, sembolik bir anlatım veya mitoloji dememiş; aksine herbiri Zülkarneyn’in, tarihte yaşamış örnek bir şahsiyet olduğunu kabul ederek, onu târihte aramış ve görüş beyan etmişlerdir.”[2]
Çağdaş müfessirler, bazı istisnalar dışında, Zülkarneyn’in Pers kralı Koreş olduğunu belirtmişlerdir. Bu görüşte olanların bir kısmı Zülkarneyn, Koreş’tir derken; bir kısmı da Koreş olma ihtimali yüksektir, demişlerdir. Bununla birlikte İbn Aşûr, Zülkarneyn, bir Çin imparatorudur demekte; Alî Sâbûnî ve Abdullâh Yûsuf Alî, onun, Makedonyalı İskender olduğunu belirtmektedirler. Zülkarneyn’in, Koreş olduğunu, İslâmî kaynakların yanında, antik tarihi, Ahd-i Atîk’ive arkeolojiyi kullanarak savunan tek müfessir bulunmaktadır, o da Ebu’l-Kelâm Âzâd’dır. Aynı görüşte olan diğer çağdaş müfessirlerin hepsinin, fikirlerini ondan aldıkları müşahede edilmektedir.[3]
İlgili rivâyetler, Hz. Peygamber’e yöneltilen sorunun kaynağı olarak Yahudileri gösterdiği için; Âzâd, kimliği sorulan şahsiyeti Yahudilerin, tarih ve dinlerinin temel kaynağı olan Kitâb-ı Mukaddes’te aramakta ve Kur’ân-ı Kerîm’in kıssaya başlarken öne çıkarttığı ‘iki boynuzlu’ lakabını Daniel sifrinde bulmaktadır. Rüyasında Daniel peygambere ‘iki boynuzlu’ koç sembolü ile gösterilen Koreş, Yahudileri Bâbil esaretinden kurtaracak şahsiyet olarak açıklanmaktadır. Bu rüya gerçekleşmiş ve tarihe mal olmuştur. Âzâd, Ahd-i Atîk’te bu konuyla ilgili diğer İşayâ ve Yeremya sifirlerini de incelemiştir. Tevrat’a göre bu kral, Yahudileri kurtarmak için özel olarak gönderilen Yahova’nın seçilmiş adamı, Yahova’nın gönderdiği ‘doğu kartalı’ ve ‘kurtarıcı Mesîh’tir. Bundan dolayı Yahudiler, bu krala çok büyük önem vermişlerdir. Hz. Peygamber’e, ondan 1100 sene önce yaşamış olan kendi ‘kutsal Mesîh’lerini sormuşlardır.[4]
Âzâd, daha sonra bu tarihî şahsiyetin, Kur’ân-ı Kerîm’deki Zülkarneyn’in sıfatlarına uyup uymadığını sorgulamaktadır. Önce Koreş’in, Zerdüştlik’e mensup birisi olarak ehl-i tevhîd olduğunu göstermektedir. Âzâd’ın; Zülkarneyn’in, Pers kralı Koreş olduğu düşüncesini, kesinliğe ulaştıran son adım; kadîm İran’ın başkenti İştahr yakınlarında, Morgab nehri kıyısında dikili olarak bulunan Koreş’in taş kabartma heykelidir. İnsan şeklinde olan ve miğferinde ‘iki boynuzu’ bulunan bu heykelin kanatları da vardır. Bu da İşayâ sifrinde söylenen ‘doğu kartalı’nı çağrıştırmaktadır. Kadîm İran tarihinin kaynakları, İskender tarafından yaktırıldığı için; Âzâd, bu konuda kaynak olarak, Yunanlı tarihçilerin eserlerini ve arkeolojik bulguları kullanmıştır. Hem çivi yazısının okunması hem de bu arkeolojik bulguların sağladığı bilgilerle antik Yunan tarihçilerinin ve Tevrat’ın bu konuda yazdıklarının doğruluğu ispatlanmıştır. Âzâd, antik Yunanlı yazarların eserlerinde Koreş’in batıya, doğuya ve Kafkaslara yaptığı -Zülkarneyn’in seferleri gibi- seferleri bulunduğunu da dillendirmektedir.[5]
Âzâd’ın, Ye’cûc ve Me’cûc’ün kimliği ve ortya çıkışları üzerine de yorumu bulunmaktadır. Âzâd özetle, M.Ö. 8. asırda İskitler ve Kimmerlerle başlayıp M.S. 13. asırdaki Moğol istilasına kadar süren ve iki bin yıldan fazla devam eden bir süreç içinde, özellikle de belli dönemlerde, karşı konulmaz büyük kitleler halinde insanlığa saldıran, yağmalayan, öldüren Moğol kabilelerinin; Tevrat’ta ve Kur’ân-ı Kerîm’de anılan Ye’cûc ve Me’cûc olduklarını, düşünmektedir. O, bunların belli başlı saldırılarını devre devre/dönem dönem açıklamaktadır. Âzâd,Koreş’in Kafkaslar’daki tek dağ geçidine bir duvar yaptırarak, kendi döneminin Ye’cûc ve Me’ûc’u olan İskitler ve Kimmerler[6]’in güneye geçişine son verdiğini söylemektedir. Koreş’in bu duvarı yaptırdığını ise Darius’un seferinin rotası ile ispatlamaktadır. Âzâd’a göre, Koreş’ten sekiz sene sonra iktidar olan Darius’un, İskitler üzerine, Karadeniz’in kuzeyine kadar ordusuyla giderek bu göçebeleri tedib etmesi ve bu seferinde en kısa yol olan Kafkaslar’daki geçidi kullanmayıp 2000 milden fazla bir yolu ordusuyla kat ederek İstanbul boğazını geçmesi; Kafkaslar’daki geçidin Darius’tan önce aşılmaz şekilde kapatıldığını göstermektedir. Tarihen, geçide bu duvarı Koreş’ten başkasının yaptırması mümkün görünmemektedir.[7]
Araştırmacı Ahmet Şekercioğlu, tezinin “değerlendirme ve sonuç” kısmında ifade ettiği gibi “Böylece Âzâd’ın çalışması ile Kur’ân-ı Kerîmkıssalarında edebî bir üslupla mitolojinin kullanıldığını savunanların ileri sürdüğü; Zülkarneyn kıssasının bir masal olduğu iddiasının, yanlış olduğu ortaya çıkmaktadır. Aslında Zülkarneyn kıssasının tarihî gerçekliği, tarihî ve kutsal metinlerdeki verilerin ve arkeolojik datanın değerlendirilmesi neticesinde, açık olarak görülmektedir. Âzâd’ın buldukları, bizim çalışmamızın sonucuyla örtüşmektedir. Nitekim Koreş’in, Kafkaslara aşılmaz bir set yaptırdığı tarihen de ispatlanabilmektedir. Kadim çağda, arzda fesad çıkarttıkları bildirilen Ye’cûc ve Me’cûc’un, kıyametten önceki bir zamanda ortaya çıkıp dünyayı istila edecekleri Kur’ân-ı Kerîm’de sarahatle ve katiyetle bahsedilmiştir. Hz. Peygamber’in bir rüyası ile gelecekte de tekrar Arapların ve Müslümanların başına bela olacakları haber verilmiş ve sahih hadis kitaplarındaki hadislerde bu konu detaylı olarak dile gelmiştir. Çağdaş müfessirlerden Derveze, Kutub ve İbn Âşûr’a göre, Bağdat’ın ve İslâm hâkimiyetinin Moğollar tarafından hunharca yıkılması felaketi; hadiste anlatılan, Hz. Peygamber’in rüyasının tevilidir. Bu aynı zamanda Ye’cûc ve Me’cûc’un, âhir zamanda ortaya çıkıp bütün dünyayı istila edeceklerini bildiren Kur’ân-ı Kerîm ayetinin verdiği haberin, hak olarak gerçekleşmesidir.”[8]Kur’ânî kıssada söz konusu edilen Ye’cûc ve Me’cûc, Koreş’in çağındaki İskitler ve Kimmerler’dir. Batılıların, İskitler ve Kimmerler’in kurganları üzerinde yaptıkları arkeolojik mezar kazılarının sonuçları, bu kavimlerin şaşırtıcı bir biçimde M.Ö. 560’lardan sonra Mezopotamya ve Anadolu’dan Güney Ukrayna’ya göç ettiklerini göstermektedir; Kafkaslar’ın kuzeyinde açılan bütün İskit mezarları en erken 6. asrı gösterdiği halde, Kafkaslar’ın güneyindeki kurganların önceki asrı göstermekte olduğu belgelenmiştir. Bu sonucu, “Kimmerler ve İskitler M.Ö. 6. asrın ikinci yarısından sonra Kafkaslar’ın güneyine geçmemişlerdir.” şeklinde de ifade edebiliriz. İşte sebebi bilinemeyen bu tarihi olguyu, ancak Kur’ân-ı Kerîm’de geçen Zülkarneyn kıssası ile açıklamak mümkün olmaktadır. Modern antik çağ tarihçilerinden bazıları, Kimmerler ve İskitler’in M.Ö. 560’dan sonra tarihten kaybolduklarını söylemektedirler; çünkü bu tarihlerden sonra hiçbir arkeolojik bulguda onların adlarının geçmediği belgelenmiştir. İskitler ve Kimmerler’in, Kafkaslar’ın güneyinde tarihten kaybolmalarının, Koreş’in iktidar yıllarına rastladığı görülmektedir. Bu da onları, Kafkaslar’ın kuzeyine hapsedenin Koreş olduğunu düşündürmektedir.[9]
Klasik dönem müfessirlerinin, Zülkarneyn’in tarihî kimliği konusundaki kanaatleri[10]
Müfessir ve Ölüm | Zülkarneyn | Görüşün Referansı |
Tarihi | Hakkındaki | |
Görüşü | ||
Mukâtil bin Süleyman (öl. 767) | İskender | Tefsîru Mukâtil, II/299. |
Taberî (öl. 922) | İskender | Câmi’u’l-beyân, XVIII/105. |
Semerkandî, Ebu’l-Leys Nasr bin Muhammed bin İbrahim (öl. 993) | İskender | Bahru’l-ulûm, II/359. |
Sülemî (öl. 1023) | İşârî yorum | Hakâ’iku’t-tefsîr, I/416. |
Kuşeyrî (öl. 1072) | İşârî yorum | Letâ’ifu’l-işârât, II/413. |
Zemahşerî (öl. 1143) | İskender | el-Keşşâf, II/743. |
İbn Atıyye (öl. 1151) | İskender | Muharreru’l-vecîz, III/538. |
Fahreddîn Râzî (ö. 1209) | İskender | Mefâtihu’l-gayb, XXI/139. |
Kurtubî (öl. 1272) | İskender | el-Câmi’u li-Ahkâm, XI/45. |
Beydâvî (öl. 1286) | İskender | Envâru’t-tenzîl, III/291. |
Nesefî (öl. 1310) | İskender | Medâriku’t-tenzîl, III/28. |
İbn Kesîr (öl. 1382) | İskender-i Evvel | Tefsîru’l-Kur’âni’l-‘azîm, V/189. |
Suyûtî, (öl.1505) | İskender | Dürrü’l-mensûr, IX/641. |
Celâleyn (öl.1505) | İskender | Tefsîru’l-celâleyn, I/393. |
Ebu’s-su’ûd (öl.1574) | İskender | İrşâdu’l-akl, V/239. |
İbn Acîbe (öl.1809) | Zülkarneyn-i Ekber | Bahru’l-medîd, III/299. |
Alûsî (öl.1854) | İskender | Rûhu’l-me’ânî, XVI/25. |
Son dönem müfessir ve yazarlarının, Zülkarneyn kıssası ve Zülkarneyn’in kimliğikonusundaki kanaatleri[11]:
Müfessir ve Yazarların Ölüm veya doğum Târihleri Elmalılı Hamdi Yazır (öl. 1942) Ömer Rıza Doğrul (öl. 1952) Abdullah Yusuf Ali (öl. 1953) Ebu’l-kelâm Âzâd (öl. 1958) Nûru’l-hakTenvîr Ömer Tayyibî Seyyid Kutub (öl. 1966) ibn Âşûr (öl. 1973) Ebu’l-a’lâ el-Mevdûdî (öl. 1979) SeyyidHüseyinTabâtabâî(öl.1981 İzzet Derveze (öl. 1984) Saîd Havva (öl. 1989) Muhammed Esed (öl. 1992) Ahmed Halefullah (öl. 1997) Ebü’l-hasan Ali Nadvî (öl. 1999) Muhammed Ali es-Sâbûnî (doğ. 1930) Süleyman Ateş (doğ. 1933) Mustafa Öztürk (doğ. 1965)
| Zülkarneyn Hakkındaki Görüşleri Belli değil Darius I İskender Koreş Koreş Belli değil Belli değil Qin Shi Huangdi Koreş olabilir Koreş Koreş olabilir Koreş olabilir Alegorik/ Kurgu Mitolojik Koreş İskender Belli değil/ İskender Efsanevî | Görüşün Referansı Hak Dîni Kur’ân Dili, IV/3276,9. Tanrı Buyruğu, s. 475, 490. The Holy Quran, App. VII, s. 763. The Tarjuman al-Qur’an, III/374-78. Mecelle, XXXI/sy. 2, s. 173, 4. Mecelle, XXXI/sy. 4, 5, s. 442–49.Fî-Zilâli’l-Kur’ân, IV/2289, 90. et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, XVI/22. Tefhîmu’l-Kur’ân, III/174,5. el-Mizân, XIII/207.
et-Tefsîru’l-hadîs, V/99, 100. el-Esâs fi’t-tefsîr, VI/3222. Message of the Qur’ân, s .45l-52 el-Fennu’l-kasas, s. 152-53. Tefsîru’l-Kur’ân, III/70-71. Safvetu’t-tefâsîr, III/465.
Çağdaş Tefsîr, V/321-326. Kıssaların Dili, s.7-8 |
Fatma Köksal Albayrak, Kur’an’ın Işığında Zülkarneyn Kıssasıisimli doktora tezinde[12]şu kanaate ulaşmıştır:
“Zülkarneyn’in tarihte önemli bir mevkiyi işgal eden şahsiyetlerden hangisinin olduğunu tespitteki çalışmalarımız, ulaştığımız veriler neticesinde kesinlik kazanmamıştır. Zira Zülkarneyn olması muhtemel şahıslarla ilgili olarak elde ettiğimiz bulguların askerî fetihleri ile ilgili bölümleri Zülkarneyn’in niteliği ile bağdaşırken özellikle temel noktalardaki (inanç-amel-ahlak) vasıflar Zülkarneyn’in karakteri ile ters düşmektedir. Bu durum ise bende Zülkarneyn adlı salih bir kulun mutlaka tarihin belirli bir kısmında yaşadığını, fetihler yaptığını, idarecilikte bulunduğunu, ama bunun elimizdeki tarihi bilgilerle şu an için tarihte önem arzetmiş şahsiyetlerin hiç birisi ile özdeşleştirilmesinin mümkün olmadığı kanaatini oluşturmuştur.Tezimizde tespite çalıştığımız Zülkarneyn’in kim olduğu konusundaki soruya verilememiş olan cevabın en önemli nedeni, Ye’cûc ve Me’cûc adlı kavmin tespitinin tam olarak yapılamamasıdır. Zira bu kavmin Moğollar olduğu görüşünü savunan çoğunluk kanaatimce tezimizde bahsi geçen kralların hemen hiç birisinin mücadele alanında yer almamıştır. Bu nedenle Moğolların, Ye’cûc ve Me’cûc olduğu iddiası, Tevrat’ta geçen ayetler ve sahih hadislerle destek bulduğundan yerindedir. Bununla birlikte ismi geçen kralların Moğollarla mücadele etmemesi hiç birisinin Zülkarneyn olmadığı iddiasını güçlendirmektedir. Ayrıca Zülkarneyn’in Kur’an’da belirtilen iki set (boğaz) ki bir ucunun geniş bir araziye diğer bir ucunun ise daha küçük bir alana açılması gerekmektedir. Tezimizde bahsi geçen Daryal, Derbent ve diğer geçitlerinin demir bir setle kapatıldığına dair herhangi bir bilgi elimizde mevcut değildir. Bunlardan Derbent boğazı, açılır bir çift kapı ile kapatılmıştır ki, bu da Kur’an’daki anlatıma uymamaktadır.”[13]Moğolların da sahiplendiği Ergenekon destanında demir tepenin eritilerek bulundukları dar alandan çıkmaları, Zülkarneyn’in Moğol saldırısını önlemek amacıyla böyle bir engel yaptığını doğrulamaktadır. Ancak tarihi bilgiler, bize ne Moğolların sıkışmış oldukları alana kim tarafından konulduklarını ne de nasıl ve hangi tarihte bulundukları yerden çıktıkları hususunda çok net malumat vermemektedir.[14]
Süleyman Sertkaya, Konulu Tefsir Metodu Işığında Kehf Sûresinin Tahlili[15]isimli yüksek lisans tezinde;Zülkarneyn olayının Kehf suresinin bütünlüğünün dışında değerlendirilmemesi gerektiğini belirtir ve şu kanaate ulaşır: “Zülkarneyn, diğer taraftan zâhir ve bâtın ilimlerinin hepsini kendinde toplamış zü’l-cenâheyn bir zattır. Aslında bu donanıma ulaşmadan cihan çapında böyle bir manevraya kalkışmak da doğru değildir. Doğru olmayan bir başka husus da, bu merhaleye durup dururken gelineceğini zannedip pasif beklemektir.”[16]“Zülkarneyn olma, evvelâ mağarada Ashab-ı Kehf olmaktan başlar. Bu arada safvetini koruyanlar, ledünniyata sımsıkı bağlı olanlar ve işin başındaki hasbîliklerini sonuna kadar götürenler, işte fütüvvet cemaati onlardır ve insanlığın mâkus tali’ini de onlar değiştirecektir. Bağa, bahçeye, mal ve servete takılıp kalanlar, yazlığına kışlık ve kışlığına yazlık eklemeye çalışanlar ve en kıymetli sermayeleri olan ömürlerini böyle lüzumsuz arzu ve isteklerin arkasında koşarak tüketenlerin ise Zülkarneyn olmaya hakları ve liyakatleri yoktur. Kur’ân, Ashab-ı Kehf kıssası ve bahçe sahipleri temsilinden sonra gelen Hz. Musa’nın Hz. Hızır’la olan seyahatinin ardından Hz. Zülkarneyn’i anmakla, bu kıssalara bir nokta koyar. Bundan daha önemli olan ise, iman hareketinin, mükemmel ve salih insanlarca temsil edilmesi gerektiğidir. Onu özellikle Allah Rasûlü’nden sonra temsil edenler ve edecekler, her bakımdan doğru, güvenilir ve Allah Rasûlü’nün misyonuna, şüphesiz peygamberlik dışında, tam vâris kimseler olmak mevkiindedirler.”[17]
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nde Prof. Dr. Mustafa Öztürk tarafından hazırlanan “Zülkarneyn”[18]maddesinde şunlar ifade edilmektedir:
“Kaynaklarda asıl adının Abdullah b. Dahhâk, Mus’ab b. Abdullah, Sa’b b. Zülmerâid, Merzübân b. Merzübe olduğu şeklinde rivayetlere de rastlanan Zülkarneyn’in tarihî şahsiyetiyle ilgili olarak son dönemde daha farklı görüşler ileri sürülmüş ve bu çerçevede milâttan önce 2200’lü yıllarda yaşayan Akkad Kralı Naram-Sin, İran millî destan kahramanı Feridun, Oğuz Kağan, İran’daki Pers imparatorluklarından Ahamenîler hânedanının kurucusu olan ve milâttan önce 559-530 yılları arasında hükümdarlık yapan Büyük II. Koreş ve yine milâttan önce 522-486 yıllarında hüküm süren Büyük I. Darius gibi çeşitli isimlerden söz edilmiştir. Şiblî-i Nu’mânî, Mevlânâ Muhammed Alî-i Lâhurî ve Ömer Rıza Doğrul gibi müellifler Zülkarneyn’in Darius olduğunu söylerken, özellikle Ebu’l-kelâm Âzâd, Koreş isminde ısrar etmiştir. Son dönemde Mevdûdî, Derveze, Tabâtabâî, Şîrâzî gibi birçok Sünnî ve Şiî müfessir tarafından da tercih edilen bu son görüşün en önemli delillerinden biri, Zülkarneyn kıssasının nüzul sebebiyle ilgili rivayetlere konu olan soruların Yahudiler marifetiyle sorulması dolayısıyla kıssanın kahramanının bu Yahudilerce bilinen ve önemsenen bir kişilik olmasıdır. Bu açıdan bakıldığında Zülkarneyn’in Büyük Koreş olması ihtimali güç kazanmaktadır. Çünkü bu hükümdar Yahudi tarihinde çok önemli bir yere sahiptir.Genellikle monoteist ve Zerdüştî olduğu kabul edilen Koreş M.Ö. 539’da Bâbil Krallığı’nı yıkarak Yahudilerin buradaki esaretine son vermiş, ardından yayımladığı bir fermanla onların Kudüs’e dönmelerine ve dinî inançlarını özgürce yaşamalarına izin vermiştir. Bu sebeple Koreş, Eski Ahid’de Rab Yahve’nin çobanı ve mesihi gibi yüceltici sıfatlarla zikredilmiş, bilhassa İşaya kitabının 45. bölümünde birçok ilâhî vaade mazhar olan bir şahsiyet şeklinde takdim edilmiş ve yahudi halk inancında kurtarıcı mesih olarak görülmüştür.[19]Ezra kitabının şiirsel yorumu niteliğindeki Ezrâ-nâme’de Koreş’in doğumu Tanrının bir armağanı olarak zikredilmiş, ayrıca İsrail peygamberleri ve kralları ile aynı konumda bulunduğu, gerek adaleti gerek kahramanlığıyla diğer krallar arasında eşsiz olduğu belirtilmiştir.Ebu’l-kelâm Âzâd’a göre Zülkarneyn’in Büyük Koreş olduğunu gösteren bir diğer delil, Daniel’in rü’yetindeki iki uzun boynuzlu koç imgesinin Med ve Pers krallıklarını birleştiren kişi olarak yorumlanması ve tarihte bu iki krallığı birleştiren kişinin de Koreş olmasıdır. Ayrıca arkeolojik kazılarda İstahr şehrinde bulunan ve Koreş’e ait olduğu kabul edilen heykelin baş kısmında iki boynuz kabartması yer almaktadır. Diğer taraftan Koreş’in doğuya ve batıya seferler düzenlediği, batı seferinde Lidyalılar’ı mağlup ederek Ege denizine kadar ilerlediği, doğu seferinde ülkesinin sınırlarını güneydoğu ve Türkistan’a kadar genişlettiği,kuzeyde ise İskitler/Sakalarüzerine seferler tertip ettiği bilinmektedir. Bütün bunların yanında Kafkasya bölgesinde Viladikafkas’ı Tiflis’e bağlayan yol üzerindeki Daryal Geçidi eski Ermeni kitabelerinde Koreş Geçidi adıyla anılmaktaydı.[20]Klasik tefsirlerde Zülkarneyn’in üçüncü seferi ve iki dağ arasına inşa ettiği set hakkında da farklı izahlara yer verilmiştir. Bu seferin hangi coğrafyaya düzenlendiği hususunda, genellikle kuzeye işaret edilmiş ve bu çerçevede Ermenistan, Azerbaycan veya genel olarak Kafkasya bölgesi gibi yerler zikredilmiştir. Bu arada Zülkarneyn Seddinin Çin seddi veya Yemen’deki Me’rib seddi olduğuna dair görüşler de ileri sürülmüş, fakat bu görüşler gerek coğrafî açıdan gerek seddin özellikleri bakımından Kur’an’daki tasvire uymadığı gerekçesiyle kabul görmemiştir. Son döneme ait tefsirlerde bu konuyla ilgili olarak daha ziyade Kafkasya bölgesindeki Derbend ve Daryal geçitleri üzerinde durulmuştur. Dağıstan’da Hazar denizinin batı sahilinde bulunan ve Arapça kaynaklarda Bâbü’l-ebvâb, Türkçe kaynaklarda Demirkapı diye anılan Derbend şehrindeki seddin denizsahilinden dağlara doğru uzanması, ayrıca demirden değil taştan yapılmış olması Kur’an’da sözü edilen sedle aynı yapı olma ihtimalini zayıflatmaktadır. Ebü’l-kelâm Âzâd’a göre Zülkarneyn Seddi, Derbend’de değil, bilakis Kafkasya’yı iki ana bölgeye ayıran Daryal Geçidi’ndedir. Derbend ve Daryal geçitlerinin aynı bölgede ve birbirine yakın yerlerde bulunması sebebiyle bu ikisi birbirine karıştırılmıştır. Daryal Geçidi, Kur’an’daki tasvirlere uygun biçimde Hazar deniziyle Karadeniz arasındaki sıradağların doğal duvar oluşturduğu bir bölgede yer almakta ve bu geçitte iki yüksek dağın arasına demirden inşa edilmiş bir set bulunmaktadır. Bu set daha önce de zikredildiği gibi eski Ermeni kitabelerinde Koreş Geçidi diye anılmaktadır. Öte yandan Kehf sûresinin 98. ayetinde Zülkarneyn’in dilinden aktarılan. “Rabbimin belirlediği vakit gelip çattığında bu sed darmadağın olur.” mealindeki ifadeyi, tefsirlerdeki hâkim görüşün aksine söz konusu seddin kıyamete kadar yıkılmayacağına hamletmek yerine hem düşman saldırılarına karşı son derece mukavemetli olduğuna hem de ilahî güç ve kudretin karşısında hiçbir gücün duramayacağına dair bir uyarı olarak anlamak gerekir. Zira dünya üzerindeki her şey gibi bu seddin de doğal ömrünü doldurduğunda yıkılıp yok olması mukadderdir. Bütün bu düşüncelere dayanarak kıssada bahsi geçen Ye’cûc ve Me’cûc’ün halen Zülkarneyn Seddi’nın arkasında mahpus oldukları ve onu aşmaya çalıştıkları tarzındaki geleneksel anlayış ve inanışın da Kafdağı ve Zümrüdü anka efsanesine benzer nitelikte olduğu söylenebilir.[21]
Müfessirlerin ve müelliflerin çoğunun yorumlarını Zerdüşt mitolojisinden ve İsrailiyat’tan alarak Zülkarneyn’i Koreş olarak göstermeleri ve Ye’cûc Me’cûc’ü İskitler, Kimmerler, Hunlar olarak kabul etmeleri ise Türk Milletinin kabul edebileceği bir zillet değildir. Çünkü zikredilen bu kavimler, bizzat Türklerin ataları olan kavimlerdir. İsmail Yakıt[22]’ın ifade ettiği gibi “Kur’ânkonteksinde Ye’cûc ve Me’cûc, sembolik iki kelimedir. Bir toplumun istikrarını, değer yargılarını ifsat eden o toplumu yıkılışa götüren, birbirine düşüren iki menfî kavramın karşılığıdır. Bu haldeki toplumda her kafadan bir ses çıkar. Toplum adeta birbirini anlamaz hale gelir. Bir diğer tabirle, bir başıboşluk ve tedirginlik alıp başını gider. Şu halde Ye’cûc ve Me’cûc“anarşi ve terör”gibi sembolik iki kavramı temsil etmektedir. Bir toplum bunlardan kurtulmak için fazladan vergi vermeyi bile göze alır. Anarşi, kanun hâkimiyetinin olmadığı her türlü kargaşa ve düzensizliğin genel adıdır. Terör de hukukî ve ahlakî olmayan yollarla bir şeyi kabul ettirmeye yönelik silahlı veya silahsız her türlü eylemlerin genel adıdır. Bir toplumun istikrarını bozmaya yönelik fiillerdir. Şu halde halkın huzursuz olduğu, devlet çarkının iyi işlemediği, her yerde çürümenin gözüktüğü bir ortamı ifade etmektedir. Böyle bir ortamda anarşi ve terör devlete ve topluma hâkim olmuş durumdadır. Toplum bunlardan kurtulmak ve bir daha gelmemesi için çareler arar. İşte Zülkarneyn böyle bir toplumu bu sıkıntıdan kurtaracaktır. Ye’cûc ve Me’cûc’un anarşi ve terörü ifade ettiklerini, bir toplumun sonunu hazırladıklarınıKur’ân’ın bir diğer ayetinden anlıyoruz. Nitekim Enbiya Suresi’nin 96. ayetinde de“Helâkına karar verdiğimiz bir toplumun, tekrar geri dönmeleri imkânsızdır. Ta ki, önleri açıldığında Ye’cûc ve Me’cûc her gedikten saldırıya geçerler”görüldüğü gibi, anarşi ve terörün önünü açan bir toplumun, bütün müesseselerinde saldırıya geçerler. Böylece o toplum bütün kurumlarıyla batar. Dolayısıyla onun helâki gerçekleşir. İşte onun için gerekli tedbirlerin alınması elzemdir. Bu tedbirler de palyatif olmaktan ziyade esaslı ve önleyici tedbirler olmalıdır. Kur’ânî ifadeyle onların ne aşabileceği ne de delip geçebileceği“sağlam bir set”olmalıdır. Bu setKur’an’da sembolik bir anlatımla verilmektedir. Bir toplumun bütün kurumlarında açılan gediklerden saldırıya geçecek bu bozguncular hangi tedbirlerle ve nasıl önlenebilir?”[23]
OĞUZ KAĞAN DESTANI
Türk destanları,“İslamiyet öncesi”ve“İslamiyet sonrası”olmak üzere iki ana grupta toplanır. Oğuz Kağan Destanı, her ne kadar İslam sonrası varyantları olsa da, İslam öncesi destanlar arasında kabul edilir. Tarihî, etnografik, antropolojik ve arkeolojik kaynaklara göre, Oğuz Kağan Destanı’nı da içine alan Türk kahramanlık destanları, milattan önce birinci bin yılda oluşmaya başlamıştır.Oğuz Kağan Destanı’nın yazılı iki varyantı, günümüze kadar ulaşmıştır. Bunlardan birincisinin nüshası Paris Millî Kütüphanesi’ndedir. Uygur yazısıyla kaleme alınan, ancak baştan ve sondan eksik olan bu varyant, ilk defa Dr. Rıza Nur tarafından keşfedilmiştir. 1932 yılında W. Bang ve R. Rahmeti [Arat] tarafından Almanca, daha sonra 1936 yılında Türkçe olarak yayımlanmıştır[24]. İslamiyet’in etkisinin neredeyse hiç görülmediği bu yazma, daha arkaiktir ve bizim de çalışmamızda esas aldığımız varyant budur. Bu destan, bir görüşe göre 8. asırda, bir başka görüşe göre ise Uygur bakşılar tarafından 13. asırda, diğer bir görüşe göre de 14. asırda kaleme alınmıştır.[25]
Oğuz Kağan Destanı’nın ikinci varyantı ise, İlhanlı sarayında görevli olan Reşideddin tarafından Farsça olarak kaleme alınmıştır. Yazarı daha hayatta iken 1317 yılında oluşturulmuş olan minyatürlü bir nüshası bugün İstanbul Topkapı müzesinde bulunmaktadır. Bu eser, Ord. Prof. Dr. Zeki Velidi Togan tarafından kapsamlı açıklamalarla birlikte günümüz Türkçesine çevrilmiştir[26]. Ancak bu varyant ile Uygur yazısıyla oluşturulmuş varyant arasında önemli farklılıklar bulunmaktadır. Oğuz Kağan Destanı’nın bu iki temel nüshasından başka, Ebülgazi Bahadır Han’ın Şecere-i Terâkimeve Şecere-i Türkî’si başta olmak üzere, Reşideddin Oğuznamesi’nden yola çıkılarak oluşturulan ikinci dereceden bazı nüshaları da vardır. Eldeki kaynaklardan hem Oğuz Kağan Destanı’nın bir Oğuzname geleneği oluşturduğu hem de kitap hâlindeki bu Oğuznamelerin değişik Türk boyları arasında elden ele dolaştığı anlaşılmaktadır. Günümüze kadar oluşturulan Oğuzname yazmalarından 18 tanesi tespit edilmiştir. Salnamelerde bulunanlar da dâhil, yirmiyi aşkın Oğuzname bulunduğu ise tahmin edilmektedir.[27]
Oğuz Kağan Destanı’nın oluşumuyla ilgili iki önemli teori ileri sürülmüştür. Bunlardan birincisi destanın konusunu M.Ö. II. asra, diğeri ise M.Ö. VII. asra oturtur. Kaynaklardan anlaşıldığı kadarıyla Oğuz Kağan Efsanesi, Hunlar arasında teşekkül etmiş, daha sonraki dönemlerde diğer Türk boyları arasında da yayılmıştır. Hunlardan Kök-Türklere oradan da Uygurlara intikal eden destana, başka kahramanların hayatları da eklenmiştir[28].
Destanın seferler kısmı:
Oğuz Kağan dört yana emirler yolladı; tebliğler yazdı ve elçilere verip gönderdi. Bu tebliğlerde şunlar yazılmıştı: “Ben Uygurların kağanıyım ve yeryüzünün dört köşesinin kağanı olsam gerektir. Sizden itaat dilerim. Kim benim emirlerime baş eğerse, hediyelerini kabul ederek, onu dost edinirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim; düşman sayarak, ona karşı asker çıkarır ve derhal baskın yapıp onu astırır ve yok ettiririm”[29].
Yine o zamanlarda sağ yanda Altun Kağan adında bir kağan vardı. Bu Altun Kağan, Oğuz Kağan’a bir elçi gönderdi. Pek çok altın, gümüş, yakut ve diğer mücevherlerden yollayarak bunları Oğuz Kağan’a saygı ile sundu. Ona itaat etti, iyi hediyelerle dostluk temin etti ve onunla dost oldu. Sol yanında Urum adında bir kağan vardı. Bu kağanın askeri ve şehirleri pek çoktu. Bu Urum Kağan, Oğuz Kağan’ın emrini dinlemezdi. Onun arkasından gitmezdi. Ben onun sözünü tutmam diyerek emrine bakmadı. Oğuz Kağan gazaba gelerek onun üzerine yürümek istedi; bayrağını açarak, askeriyle ona karşı yürüdü.[30]
Kırk gün sonra Buz Dağ adında bir dağın eteğine geldi. Çadırını kurdurdu ve sessizce uyudu. Tan ağarınca Oğuz Kağan’ın çadırına güneş gibi bir ışık girdi. O ışıktan gök tüylü ve gök yeleli büyük bir erkek kurt çıktı. Bu kurt Oğuz Kağan’a hitap etti ve: Ey Oğuz, sen Urum üzerine yürümek istiyorsun; ey Oğuz, ben senin önünde yürümek istiyorum, dedi. Ondan sonra Oğuz Kağan çadırını dürdürdü ve gitti. Gördü ki, askerin önünde gök tüylü ve gök yeleli büyük bir erkek kurt yürümektedir ve kurdun ardı sıra ordu gelmektedir. Gök tüylü ve gök yeleli bu büyük erkek kurt bir kaç gün sonra durdu. Oğuz Kağan da askeri ile durdu. Burada İtil Müren adında bir deniz vardı. Bu İtil Müren’in kenarında bir kara dağın önünde savaş başladı. Okla, kargı ile ve kılıçla vuruştular. Askerlerin arasında vuruşma çok oldu, halkın gönüllerinde kaygı çok oldu. Boğuşma ve vuruşma öyle yaman oldu ki, İtil Müren’in suyu zencefre gibi baştanbaşa kıpkırmızı oldu. Oğuz Kağan yendi ve Urum Kağan kaçtı. Oğuz Kağan, Urum Kağan’ın hanlığını ve halkını aldı. Onun ordugâhına pek çok cansız ve pek çok canlı ganimet düştü.[31]
Urum Kağan’ın bir kardeşi vardı. Adı Uruz Bey idi. Bu Uruz Bey oğlunu dağ başında, derin ırmak arasında iyi tahkim edilmiş bir şehre yolladı ve: Şehri korumak gerek, sen şehri bizim için koru ve savaştan sonra bize gel, dedi. Oğuz Kağan bu şehre yürüdü. Uruz Bey’in oğlu ona çok altın ve gümüş yolladı ve dedi ki: Ey (Oğuz Kağan), sen benim kağanımsın; babam bana bu şehri verdi ve: Şehri korumak gerektir; sen de şehri benim için koru ve savaştan sonra gel, dedi. Babam (sana) kızdı ise, bu benim suçum mudur? Ben senin emrini yerine getirmeğe hazırım. Bizim devletimiz senin devletindir; bizim uruğumuz senin ağacının yemişindendir. Tanrı sana yer vermek lütfunda bulunmuş; ben sana başımı ve devletimi veriyorum. Sana vergi veririm ve dostluktan çıkmam, dedi. Oğuz Kağan yiğidin sözünü iyi gördü, sevindi, güldü ve sen bana çok altın yollamışsın ve şehri iyi korumuşsun, dedi. Onun için ona Saklap adını koydu ve onunla dost oldu.[32]
Sonra Oğuz Kağan askerleriyle İtil adındaki ırmağa geldi. İtil büyük bir ırmaktır. Oğuz Kağan onu gördü ve: İtilin suyunu nasıl geçeriz? dedi. Asker arasında iyi bir bey vardı. Onun adı Uluğ Ordu Bey idi. O akıllı ve …….bir erdi; gördü ki, bu yerde pek çok dal ve pek çok ağaç … O ağaçları……kesti ve bu ağaçlara yattı, geçti. Oğuz Kağan sevindi, güldü ve: Sen burada bey ol; senin adın Kıpçak Bey olsun dedi. Yine ilerlediler. Ondan sonra Oğuz Kağan yine gök tüylü ve gök yeleli erkek kurdu gördü. O kurt, Oğuz Kağan’a: Şimdi, Oğuz, sen asker ile buradan yürüyerek, halkı ve beyleri götür; ben önden sana yol gösteririm, dedi. Tan ağarınca, Oğuz Kağan gördü ki, erkek kurt askerin önünde yürümektedir; sevindi ve ilerledi.[33]
Oğuz Kağan her zaman bir alaca ata binerdi. O bu atı pek çok severdi. Yolda bu at gözden kaybolup kaçtı. Burada büyük bir dağ vardı. Üstünde don ve buz vardı. Onun başı soğuktan ap ak idi. Onun için adı Buz Dağ idi. Oğuz Kağan’ın atı bu Buz Dağı’n içine kaçtı, gitti. Oğuz Kağan bundan çok eziyet ve ıstırap çekti. Asker arasında bir kahraman bey vardı. Ne tanrıdan ne de şeytandan korkardı. Yürüyüşe ve soğuğa dayanıklı bir erdi. O bey dağlara girdi, yürüdü. Dokuz gün sonra atı Oğuz Kağan’a getirdi. Buz Dağ’da çok soğuk olduğundan, o bey kara sarılmıştı, bembeyazdı. Oğuz Kağan sevinçle güldü ve: Sen buradaki beylere baş ol ve senin adın ebediyen Karluk olsun, dedi. Ona çok mücevher bağışladı ve ilerledi. Yolda büyük bir ev gördü. Bu evin duvarı altından, pencereleri gümüşten ve çatısı demirdendi. Kapalı idi ve anahtar yoktu. Asker arasında pek becerikli bir adam vardı. Adı Tömürdü Kağul idi. Ona buyurdu: Sen burada kal ve çatıyı aç; açtıktan sonra orduya gel. Bunun üzerine ona Kalaç (Kal! aç!) adını koydu ve ilerledi.[34]
Yine bir gün gök tüylü ve gök yeleli erkek kurt durdu. Oğuz Kağan da durdu ve çadırını kurdurdu. Bu, tarlasız ve çorak bir yerdi. Buraya Çürçet diyorlardı. Büyük bir yurt idi; atları çok, öküzleri ve buzağıları çok, altın ve gümüşleri çok, cevahirleri çoktu. Burada Çürçet Kağan ve onun halkı Oğuz Kağan’a karşı geldiler. Vuruşma ve çarpışma başladı. Oklarla, kılıçlarla vuruştular. Oğuz Kağan yendi, Çürçet Kağan’ı mağlup etti, öldürdü; başını kesti ve Çürçet halkını kendisine tabi kıldı. Vuruşmadan sonra Oğuz Kağan’ın askerlerine, maiyetine ve halkına öyle büyük bir ganimet düştü ki, yüklemek ve götürmek için at, katır ve öküz az geldi. Oğuz Kağan’ın askeri arasında tecrübeli ve gayet becerikli bir adam vardı. Onun adı Barmaklığ Çosun Billig idi. Bu becerikli usta, bir araba yaptı. Arabaya cansız ganimetleri yükledi. Arabanın ön tarafına canlı ganimetleri koydu. Onlar çektiler, gittiler. Oğuz Kağan’ın maiyeti ve halkı, hepsi bunu gördü ve şaşırdı. Onlar da araba yaptılar. Bunlar arabayı çekerken (durmadan): Kanga! kanga! diye bağırıyorlardı. Onun için onlara Kanga adını koydular. Oğuz Kağan arabaları gördü, güldü ve: Kanga kanga ile cansızı canlı yürütsün; sizin adınız Kangaluğ olsun ve (bunu ) araba göstersin (?) dedi, gitti.[35]
Ondan sonra yine bu gök tüylü ve gök yeleli erkek kurtla Hint, Tangut ve Suriye taraflarına yürüdü. Pek çok vuruşmadan ve çarpışmadan sonra onları aldı ve kendi yurduna kattı; onları yendi ve kendisine tabi kıldı. Cenupta Barkan denilen bir yer vardı, çok zengin bir yurt ve çok sıcak bir yerdi. Burada çok av ve çok kuş vardı. Altını, gümüşü ve cevahiri çoktu. Halkının çehresi kap karaydı. Bu yerin kağanı Masar adında bir kağandı. Oğuz Kağan onun üzerine yürüdü. Çok yaman bir vuruşma oldu. Oğuz Kağan yendi, Masar Kağan kaçtı. Oğuz onu hükmü altına aldı, yurdunu ele geçirdi, gitti. Onun dostları çok sevindiler, düşmanları çok üzüldüler. Oğuz Kağan yendi. Sayısız eşya, at aldı ve yurduna, evine doğru yola koyuldu, gitti.[36]
Oğuz Kağan’ın yanında aksakallı, kır saçlı ve tecrübeli bir ihtiyar vardı. O, anlayışlı ve asil bir adamdı. Oğuz Kağan’ın nazırı idi. Adı Uluğ Türükidi. Günlerden bir gün uykuda bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Bu altın yay gün doğusundan ta gün batısına kadar ulaşmıştı ve üç gümüş ok da ta şimale doğru gidiyordu. Uykudan uyanınca düşte gördüğünü Oğuz Kağan’a anlattı ve dedi ki: Ey kağanım, senin ömrün hoş olsun; ey kağanım, senin hayatın hoş olsun. Gök Tanrı düşümde verdiğini hakikate çıkarsın. Tanrı bütün dünyayı senin uruğuna bağışlasın! Oğuz Kağan, Uluğ Türük’ün sözünü beğendi; onun öğüdünü dinledi ve öğüdüne göre yaptı. Ondan sonra sabah olunca büyük ve küçük oğullarını çağırttı ve: Benim gönlüm avlanmak istiyor. İhtiyar olduğum için benim artık cesaretim yoktur; Gün, Ay ve Yıldız, doğu tarafına sizler gidin; Gök, Dağ ve Deniz, sizler de batı tarafına gidin, dedi. Ondan sonra üçü doğu tarafına, üçü de batı tarafına gittiler. Gün, Ay ve Yıldız çok av ve kuş avladıktan sonra, yolda bir altın yay buldular; onu aldılar ve babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü, yayı üçe böldü ve: Ey büyük (oğullarım), yay sizlerin olsun; yay gibi okları göğe kadar atın dedi. Gök, Dağ ve Deniz çok av ve çok kuş avladıktan sonra, yolda üç gümüş ok buldular; aldılar ve babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü, okları üçe üleştirdive: Ey küçük (oğullarım), oklar sizlerin olsun. Yay oku attı; sizler de ok gibi olun dedi.[37]
Ondan sonra Oğuz Kağan büyük kurultayı topladı. Maiyetini ve halkını çağırttı. Onlar geldiler ve müşavere ettiler. Oğuz Kağan büyük ordugâh……sağ yanına kırk kulaç direk diktirdi; üstüne bir altın tavuk koydu; altına bir ak koyun bağladı. Sol yanına kırk kulaç direk diktirdi. Üstüne bir gümüş tavuk koydu; dibine bir kara koyun bağladı. Sağ yanda Bozoklar oturdu; sol yanda Üç Oklar oturdu.Kırk gün, kırk gece yediler, içtiler ve sevindiler. Sonra Oğuz Kağan oğullarına yurdunu üleştirip verdi ve: Ey oğullarım, ben çok aştım; çok vuruşmalar gördüm; çok kargı ve çok ok attım; atla çok yürüdüm; düşmanları ağlattım; dostlarımı güldürdüm. Ben Gök Tanrıya (borcumu) ödedim. Şimdi yurdumu size veriyorum dedi…..[38]
Oğuz Kağan Destanı’nın Değerlendirilmesi
Oğuz Kağan Destanıile Türklerin yerleşik medeniyete geçmeden önce uzun müddet içinde yaşadıkları‘atlı göçebe medeniyeti’arasında sıkı bir münasebet vardır. Oğuz Kağan böyle bir toplum içinde yetişmiştir. Böyle bir toplumun,‘ideal insan tipi’ni temsil eder. Oğuz Kağan’ın hayat ve şahsiyetini, içinde yaşadığı toplumun diğer insanları gibi; avcılık, sürü besleme ve akıncılık teşkil eder. Oğuz Kağan daha çocukken at sürüsü besler, ata biner ve avlanır. Özellikle hayvanlara galebe çalma düşüncesi, Oğuz Kağan’da bir üstünlük duygusu yaratır. O, aletlerine ve kendine güvenen bir insandır. Oğuz Kağan’ın temel şahsiyetini,hiç şüphesiz ‘hâkim olma duygusu’teşkil eder. Oğuz Kağan’ın içinde yaşadığı toplum göçebedir. Göçebeliğin sebebi at sürülerini otlatmaktır. Göçebe tabiatın içinde yaşar. Onun dünyasını, bütün varlığı ile içinde yaşadığı tabiat teşkil eder.[39]At, ok ve hayat karşısında almış oldukları aktif tavır; eski Türkleri yerleşik, ekinci ve pasif kavimler üzerine hâkim kılmıştır. Âdeta onların kolay bir av oluşu, Türkleri savaşçı ve akıncı yapmıştır. Aldıkları zengin ganimetler, Türkleri sürekli olarak akın yapmaya sevk etmiştir. Oğuz Kağan, tek başına bir kahraman değildir. Atlı göçebeler, büyük bir kalabalık halinde hareket ederler. Bütün şahsiyetiyle,‘dışa dönük’bir tip olan Oğuz Kağan’ın hayatı, sürekli birharekettenibaret olduğu için ne kendi üzerinde, ne de tabiat üzerinde düşünmüştür. Onun dinî dünyasında; içinde yaşadığı kozmik âlem ile hayvanlar önemli bir yer tutar. Gök tüylü ve gök yeleli bir kurt şeklinde görünen ecdat ruhu, Oğuz’a yol gösterir. Oğuz’un ihtiras ve ideolojisi, bütün dünyayı kendi hâkimiyeti altına almaktır. O, kendisine dost olanlarla dost olur. Yetişme tarzı, hayata bakış tarzı; kuvvet ile barışı; efendi ile dostluğu birleştirmesi; Oğuz’a ve Türk kavmine büyük devletler kurma imkânını vermiştir. Oğuz Kağan’ın hayat karşısında aldığı tavır, basit denilecek kadar sadedir. O, karışık ve kapalı şeylerden hoşlanmaz. Oğuz Kağan Destanı’nın yapısı ve üslûbu da bu özellikleri taşır. Eski Türklerde sanat, Oğuz’un söylediği şiir ve merasimlerde kullanılan altın ve gümüş tavuk örneklerinde görüldüğü üzere yaşanılan hayatın bir parçası, sembolik ifadesidir. Destanın kendisinde de terbiye etme ve örnek gösterme maksadı vardır.[40]Türk mitolojisinin en temel destanlarının başında bulunan Oğuznâme; millî karakteristik yapısı ile özel bir konumdadır. Binlerce yıl öncesinden teşekkül etmiş, zaman ve mekân açısından uzun bir yol geçirmiş, ilk olarak Oğuz Yabgu Devleti’nde destan olarak yeniden şekillenmiştir. Bir kısım eski destanlarımızda olduğu gibi tarihi-mitolojik yapısını yaşatmıştır. İslamiyet’ten sonraki döneme ait olan Oğuznâmeler tarihî ağırlıklı olup; daha çok Selçuklular, İlhanlılar, Akkoyunlular ve Osmanlılar Dönemi’nde yazıya geçirilmiş; Türkistan’da, Azerbaycan’da ve Anadolu’da yirmiden çok varyantı ortaya çıkmıştır. İslamiyet’e kadarki varyantlarda Oğuz, ecdat; Oğuzların sosyal ve idari yapısını oluşturan ilk cihan Devleti’nin kurucusu; boylara ad veren‘kutsal insan’konumundadır. İslamî varyantlarda Oğuz, Allah’ın velisi, ermiş kişi, hatta peygamberdir. Oğuz’un, alpliğin ve yenilmezliğin sembolü olarak doğması, mitolojik bağlam dâhilinde takdim edilmektedir. Doğumda gözlerinin ala, yüzünün mavi, ağzının kırmızı olması, Oğuz’u kutsal âleme bağlar. Bu kutsallığı, zahirî görünüş daha da kuvvetlendirir. Nitekim Oğuz’un beli kurt beline, ayakları boğa ayaklarına, sırtı samur sırtına ve göğsü ayı göğsüne benzer. Oğuz Kağan dünyayı bir bayrak altında birleştirerek, ‘Tanrı’nın yeryüzündeki vekili’misyonunu yerine getiren hükümdar tiplerinin ilki olma şerefine nail olmuştur. Oğuz Kağan bu yönü ile Sümer hükümdar kahramanı Gılgamış’tan ve Kur’ân-ı Kerîm’de de adı geçen Zülkarneyn’den daha eskidir. Yukarıda yer alan Ebü’l-gazi’nin kaleme aldığıŞecere-i Terâkimeversiyonunda Oğuz’un Hz. Peygamber’den beş bin yıl önce yaşamış olduğunu söyler. Rüstem Paşa, Osmanlı Sülalesinin Tarihiadlı yayımlanmamış eserinde Oğuz hakkında:“Kur’ân’da Oğuz Han ‘Zülkarneyn’in adı ile hatırlanır. Bu o, Oğuz’dur ki babasını öldürerekhâkimiyeti ele geçirmişti. Onun dedeleri Hz. İbrahim’in Hak dininde idiler.”Eski kaynaklarda yer alan bilgilere göre Oğuzlar veya genel olarak Türkler daha yaratılıştan, Tek Tanrı’lı olmuşlardır.[41] Bozkurtla Oğuz arasındaki mitolojik bağlantı zamanla, kurdun bazı fonksiyonlarının Oğuz’un üzerine geçmesiyle devam eder. Oğuz Kağan Destanı’ndan anlaşıldığına göre, Oğuz’un cihan devletini kurmasından sonra, kurt aradan çekilmiştir. Eski Türkler sadece efsanevî kahramanlarını veya hükümdarlarını değil, aynı zamanda askerlerini de kurtarıcı ve yol gösterici kurda benzetmişlerdir. Bu ise Türk ordusunun kurtarıcılık misyonu ile ilgilidir. Orhon-Yenisey Yazıtları’nda,“Kanım Kağan süsi böri tek-Kağan’ımın ordusu kurt gibidir.”cümlesi de çok anlamlıdır. Oğuz’un bütün seferleri boyunca, yanından hiç ayrılmayan ak saçlı hoca tipi, İslamî dönem varyantlarında vezire dönüşmüştür. Bu vezir tiplerinde bazı arkaik belirtiler kalsa da, şamanlık ve eski beylik kurumunun bütün unsurları, Oğuz Kağan Destanı’ndaki Ulu Türk karakterinde saklanmıştır. Ulu Türk sadece Oğuz’un danışmanı değil; kabilenin bilgini, ilk şamanı, ecdat kültünün taşıyıcısıdır. Destanın sonunda Oğuz Kağan’ın ikinci kez verdiği toyda,“Gök Tanrıya ben borcumu ödedim.”demesi; devlet kurmanın sadece istek, arzu olmayıp; Türklerin önce Tanrı, sonra millet karşısında kutsal görevleri olduğunu ortaya çıkarır. Kaynakların da tanıklık ettiği gibi Türk şuurunda devlet, ata babalardan bize kalmış emanet olarak; devlet kurmak ise, Tanrı emri olarak karakterize edilir.[42]
Zülkarneyn’i Oğuz Kağan olarak kabul eden Vanî Mehmet Efendi
Vânî Mehmed Efendi’nin (öl. 1684) muhtelif eserleri vardır. Bunlar içersinde en mühimi, Arâ’isü’l-Kur’ân ve Nefâ’isü’l-Furkânismindeki Arapça tefsiridir. Türkçülük tarihinin en kıymetli vesikalarından olan bu mükemmel tefsirin İstanbul kütüphanelerinde iki yazma nüshası vardır. Bunlardan biri Bayezid Umumî Kütüphanesi’nde (nr. 67), diğeri de Yeni Cami Kütüphanesi’nde (nr. 100) bulunmaktadır. Brockelman’ın kaydına göre, Berlin Devlet Kütüphanesi’nde de (nr. 1030) bir nüshası bulunmaktadır. Konumuzla ilgili bahisler, tefsirin Bayezid Kütüphanesi’nde bulunan nüshasından hareketle verilecektir.[43]
Vânî Mehmed Efendi, Zülkarneyn’in hüviyeti münasebetiyle Ye’cûc ve Me’cûc bahsinde Arap tefsirlerini cerh ve nakzetmiştir. Arâ’isü’l-Kur’ân’ın ikinci cildinin 250. yaprağında Oğuz Han’dan bahsederken şu ifadeler dikkat çeker: “Türkler, Kur’ân’da bahsi geçen Zülkarneyn’den maksat Oğuz Han olduğunu söylerler ki, bu husustatereddüdü mucip olacak hiç bir nokta yoktur.”Görülüyor ki, Arap müfessirlerinin Ye’cûc ve Me’cûc’u Türkleştirmesine mukabil, Vânî Mehmed Efendi bilâkis Ye’cûc ve Me’cûc’a karşı demir ve bakırdan bir set yaptıranZülkarneyn’i Türkleştirmekte;dolaysıyla da Ye’cûc ve Me’cûc’u Türk dairesinden çıkarıp atmaktadır. Bunu yaparken de halk ananesine ve folklora dayanmıştır. Bu ananeyi teyit eden bir rivayet daha vardır ki o da, Üniversite Kütüphanesi’ndekiHalis Efendi Koleksiyonu’nda1438 numarada kayıtlı Rüstem Paşa’nınTevârîh-i Âl-i Osmân’ının ikinci sayfasında yer alan şu ifadelerde kendisini göstermektedir:[44]
“Etrâk şöyle fikrederlerdi ki Hak Sübhânehu ve Taâlâ Kur’ân-ı Kerîm’inde Zülkarneyn deyü zikretdüği meğer bu Oğuz Han’dır derlerdi.”
Bu daVânî Mehmed Efendi’nin, muhtemelen, o zaman halk arasında yaşayan bir ananeye dayandığını göstermektedir. Tabiî ki anane, vesika demek değildir. Ancak insanın zihninde “Acaba, Arap müellifleri Türkler aleyhindeki hezeyanlarında hangi vesikaya istinat etmişlerdir?” sorusu oluşmaktadır. Şunu net olarak belirtelim ki, Vânî Mehmed Efendi’nin asıl davası efsane sahasında değil, bizzat tarih sahasındadır.[45]
Hz. Peygamber Arap kavminden çok eziyet çekmiştir. Bundan dolayı, Kur’ân’da Arapları tehdit eden çeşitli ayetler vardır. Bunlar, ikisiMâide sûresinin57. ve 58. ayetleri, ikisiFeth sûresinin16. ve 40. ayetleri, biride Tevbesûresinin 39. ayeti olmak üzere toplam beş ayettir. Örnek olmak üzere burada bu ayetlerin ikisine yer verilecektir.Bunlardan Tevbe sûresinin39. ayeti şöyledir:
“Eğer siz emrolunduğunuz gazaya çıkmazsanız, Allah sizi azab-ı elîm ile ta’zîb edecek ve sizin yerinize sizden olmayan başka bir kavmi ikame edecektir; sizin harbe çıkmamanız Allah’a hiç bir zarar vermez; çünkü Allah her şeye kadirdir.”
Bu âyet, Hicretin 9. senesinde Hz. Peygamber, Tebuk gazasına çıkacağı zaman, yaz mevsiminin şiddetli sıcaklarından dolayı ashabın harbe hazırlanmakta ağır davranması üzerine Arapları tehdit için nazil olmuştur. Bu ayette bahsi geçen ve Arapların yerine, İslâm âleminin başına geçeceği müjdelenen ve bilhassa Arap ırkından olmadığı ayetin metninde tasrih edilen millet hangi millettir?
İsmi belirtilmeyen bu millet, Mâide sûresinin 57. ayetinde de yine Araplara hitaben şu şekilde methedilmiştir: “Ey müminler, içinizden bazıları dininden döndüğü takdirde, Allah yakında öyle bir millet getirecektir ki, O, onları sever, onlar da O’nu severler; onlar, müminlere karşı mütevazi ve kâfirlere karşı kahirdirler..”
Acaba ayette “onlar” şeklinde geçenler kimlerdir? Arap müfessirler bu meselede ihtilâfa düşmüşler ve hiç bir münasebeti olmayan birçok milletlerle cemaatlerden bahsettikleri halde, Ye’cûc ve Me’cûc damgasını vurdukları Türkleri kale bile almamışlardır! Onların bahsettikleri cemaatler, on farklı zümre olarak kendisini göstermektedir. Bu on zümrenin üçü muhtelif ecnebî milletlerden, altısı Cezîretü’l-arab’daki Arap cemaatlerinden ve biri de melâike/melekler cinsindendir![46]
Ecnebî milletler şunlardır: 1- İranlılar; 2- Rumlar/Bizanslılar; 3- Umumiyetle müşrikler. Bunların dışında, bir takım Arap cemaatlerinden bahsedenler olmuşsa da, yine Arap müfessirlerinden bazıları bu tevili, Kur’ân-ı Kerîm’in sarahatine aykırı saymışlardır. “Melâ-ike”den bahsetmek ise, ecnebîlerden, özellikle de Türklerden bahsetmemek için millî bir taassup hissine kapılmaktan başka bir şey değildir. Çünkü Kur’ân-ı KerîmArapları, meleklerle değil, Arap olmayan bir milletle tehdit edilmiştir. İşte Mehmed Efendi’nin meseleye müdahalesi tam bu noktadadır. Arâ’isü’l-Kur’ân’ın 249. yaprağının ikinci sayfasından itibaren Tevbe sûresinin 39. ayetinin tefsiri başlanmakta ve 251. yaprağın birinci sayfasına kadar da devam etmektedir. Vânî burada, önce eski müfessirlerin fikirlerini özetledikten sonra kendi içtihadına geçmiş ve ayette Arapların yerine geçeceğinden bahsedilen kavmi şu şekilde tespit etmiştir:
“Allahu Teâlâ’nın avn-ü-inayetiyle hüsn-i tevfîkine istinâden biz deriz ki, bu kavim, Arap kavmine mugâyeret-i tâmme ile mugâyir bulunan Türk kavmidir”. Vânî Efendi bu esası tespit ettikten sonra kanaatini şu tarihî delillerle teyit etmektedir:“… Türk kavmidir, zira biz uzun zamanlardan beri karada ve denizde Şarkta ve Garpta Rumlar ve Frenklerle mücahedede bulunan gazilerin bütün Bizans ülkelerini zaptedip oralarda tavattun etmiş olan Türkler olduğunu görüyoruz; bu suretle Rum, Ermeni ve Gürcü ülkeleriyle Frenk memleketlerinin bazıları ve Rus diyarının bir kısmı, Türk memleketi haline gelmiş, Türk dili oralarda taammüm ve intişar etmiş, Türkler tarafından bu memleketlerde İslâm ahkâmı tatbik ve icra edilmiş ve Türklerin yümn ü bereketi sayesinde Hıristiyan cemaatlerinin ekserisi İslâm dinini kabul ederek evvelce Rum, Frenk ve Rus oldukları halde bilâhare Türkleşmişlerdir ve bu da Allah’ın Türklere nasip etmiş olduğu bir fazl-ı ilâhîdir, çünkü Allah’ın fazl u inayeti büyüktür”.[47]
İsmâil Hâmi Danişmed, Türk Irkı Niçin Müslüman Oldu[48]isimli eserinde de Vânî Mehmet Efendi’nin yukarıda dikkat çekip zikrettiğimiz gibi Ye’cûc ve Me’cûc bahsinde Arap tefsirini cerh ve nakzetmesi, Zülkarneyn’in hüviyeti münâsebetiyledir. Nitekim Arap müfessirlerinin Ye’cûc ve Me’cûc’u Türkleştirmelerine karşılık, Vânî Efendi Ye’cûc ve Me’cûc’a karşı demir ve bakırdan bir sed yaptıran Zülkarneyn’i Türkleştirmiştir. Bunu yaparken de kendi şahsî telâkkisine değil, eski Türklerin bu husustaki umumi ve millî anlayışına ve ananesine dayanmıştır. Bu anlayışı teyit eden başka rivayetler de vardır. Meselâ Neşrî Tarihidiye tanınan ve II. Bâyezîd devrinde telif edilen Kitâb-ı Cihân-nümâ’da Oğuz Han’ın Şark’a ve Garb’a hâkim olmasından bahsedildikten sonra, bu millî telakki şöyle ifade edilmektedir:
“Etrâk şöyle zu’m iderlerdi ki Hak Sübhânehu ve Teâlâ Kelâm-ı-Kadîm’inde zikr itdüğü İskender-i Zülkarneyn meğer bu ola dirlerdi.”
Bu da, bize Vânî Mehmet Efendi’nin yukarıda vurgulandığı gibi muhtemelen o zaman halk arasında yaşayan bir ananeye dayandığını göstermektedir. Arap müfessirlerinin hüviyeti hakkında birbirinin zıttı olan bazı faraziyeler yürüterek Yemen’in Hımeyrî hükümdarlarından Sa’b ile Büyük İskender’e izâfe edilen Zülkarneyn lakabından dolayı her ikisi üzerinde bir hayli kalem oynattıkları Şark ve Garp fatihinin bütün evsafını, eski Türkler Oğuz Han’da bulmuşlardır. Çünki Yemenli Sa’b ile Makedonyalı İskender sadece Şark seferleriyle bilindikleri halde, Oğuz Han’ın eski Türk ananesine göre dünyanın dört cihetine seferleri vardır ve bu seferlerinde Çin, Hind ve İran ile Urum/Roma, Urus/Rusya, Suriye ve Masar/Mısır ülkelerini hâkimiyet altına almıştır. Nitekim Neşrî Tarihi’nde bu efsanevî fetihlerin yayıldığı alanlar şöyle geçmektedir:[49]
“Vaktâ ki Oğuz bilâd-ı arzı şarkan ve garben ve Çin ve Hatay ve Gor ve Gazne ve Hind ve Sind ve Türkistan ve Deylem ve Bâbil ve Rûm ve Efrene ve Rus ve Şâm ve Hicâz ve Habeş ve Yemen ve Berber, çün bu kadar illere müstevlî oldu…”
Marcel Brion’un La vie des Hunsisimli eserinde, Oğuz Han’ın ordusunun, dünyanın dört cihetine göre dört renge ayrıldığı ifade edilmektedir. Şimal/kuzey fırkasının atları yağız, cenup/güzey fırkasının atları kula, garp/batı fırkasının atları kır ve şark/doğu fırkasının atları da baklakırı rengindedir. W. Bang ile G. R. Rahmeti’nin Die Legende von Oghuz Qaghanismiyle ve Almanca tercümesiyle beraber neşrettikleri Oğuznâmeile Rıza Nur’un çalışmasında Urum-Kagan/Roma imparatoru’nun Oğuz Kağan karşısındaki mağlubiyeti şöyle anlatılmaktadır[50]:
“Oğuz-kağan başadı, Urum-kağan kaçdı. Oguz-kağan Urum-kağannung kağanlukın aldı; ilkünin aldı…”. Yani: “Oğuz-Han muzaffer oldu, Roma imparatoru kaçtı. Oğuz-Han Roma imparatorunun imparatorluğunu aldı; ahalisini aldı”. Yine W. Bang’ın çalışmasında Masar-kağan/Mısır hükümdarının mağlubiyeti ise şu şekilde geçmektedir: “Oğuz-kağan başadı, Masar-kağan kaçtı. Oğuz anı basdı, yurdın aldı, kitdi…”. Yani: “Oğuz Han muzaffer oldu, Mısır hükümdarı kaçtı. Oğuz onu bastı, yurdunu aldı, gitti”. Marcel Brion’un Hunların tarihiyle ilgili çalışmasında söylediği gibi, Şark’tan Garb’a doğru uzanan Oğuz Han’ın fetihleri Kore ve Japon denizinden başlayıp Rusya’nın Volga nehrine kadar uzanmış ve yirmi altıdan fazla krallık arazisini kaplamıştır. Eski Türk anlayışı ve ananesine göre ise Oğuz Han bütün dünyayı fethetmiştir. Leon Cahun’un İntroduetion a l’histoire de l’Asieisimli eserinde bu husus şöyle ifade edilmektedir: “O, bütün dünyayı fethetmiş, yüz on altı sene yaşamış ve hâkimiyyet timsâli olan altın yayla üç oku ölümünden evvel oğulları arasında paylaştırmıştır.”[51]
Türk anlayışına göre Oğuz Han’ın 116 sene yaşadığının ifade edilmesi de konumuz itibariyle çok önemlidir; çünkü bazı Arap kaynaklarında Zülkarneyn lakabındaki “karn” kelimesi umumiyetle zannedildiği gibi “boynuz” mânâsıyla değil, “asır” ve “devir” mefhumlarıyla açıklanmıştır. Bu anlayışa göre lakap sahibinin bir asırdan fazla yaşadığı belirtilmiştir. Nitekim Cahiliye devrinin son hatiplerinden meşhur Kıss ibni Sâide’nin “Ukâz” panayırında irat ettiği nutuklarından birinde dünyanın faniliğinden bahsedilirken, bu nokta şöyle izah edilmiştir: “Sa’b-Zülkarneyn şimdi nerededir? O Zülkarneyn ki ins-ü-cinne hâkimdi ve Şark’la Garb’a seyahat etmişti ve iki bin sene yaşamıştı; bu müddet kendisince bir lahza kadar bile değildi.”[52]
Burada “iki asır” mânâsına gelen “Karneyn”in “elfeyn/iki bin sene” şeklinde açıklanması, edebî bir mübâlağadan başka bir şey değildir. Muhtemelen Yemen’in Hımyerî hükümdarı olan Sa’b’ın hem çok yaşamış olmasından hem de efsanevî bir Asya seferine çıkmış olmasından dolayı Araplar tarafından Kur’ân’da bahsi geçen Zülkarneyn ile birleştirilmesine sebep olmuştur. Eski Türk ananesinin bu evsâfı 116 sene yaşamış olan dünya fatihi Oğuz Han’da bulması daha makul ve haklı görülmektedir. Bu vesileyle Vânî Mehmed Efendi Arâ’isü’l-Kur’ânisimli tefsirinde Zülkarneyn’in hüviyetini izâh ederken işte bu eski ananeye dayanmıştır. Bu meseleyle meşgul olan Mûsâ Cârullah[53]ise,Ye’cûcisimli eserinde Zülkarneyn’in şimdiye kadar: “Türklerin iki boynuzlu Oğuz’u, Yunanlıların İskender’i, Mısır firavunlarının biri veyahut Hımyerî tebâbiasından biri” sayıldığından bahsettikten sonra, bu izahların hepsini birden reddetmiştir.[54]
Zülkarneyn Kıssasının Tasavvufî Yorumu[55]:
Kemaleddin Abdürrezzak Kaşaniyyü’s-Semerkandî, Zülkarneyn kıssasıyla ilgili ayetleri şu şekilde tercüme etmiş ve yorumlamıştır:
“(Ve yes’elûneke an zîlkarneyni kul se’etlû aleyküm minhü zikran)(Ayet 83) Habibim, sana Zülkarneyn’den sorarlar. “Onun zikrini size okuyacağım” deyiver. Ayetin enfüse tatbikine gelince: Bu vücudda Zülkarneyn; vücudun iki boynuzuna, yani, şark ve garbına mâlik olan kalb’dir. “innâ mekkennâ lehu fi’l-ardı” (Ayet 84) Tasarruf ve ma’âni-yi külliye ve hazine mallarını cem’e ve maşrık ve mağribden dilediği cihete gidebilmek üzere biz, kalbi “arz-ı bedende” kudret ve tasarruf sahibi kıldık. (Ve ateynâhü min külli şey’in sebeben) (Ayet 84) Dilediği kemâlâttan her hangi bir kemâle vasıl olması için, vuslatına sebep olan yolu kendisine verdik. (Fe’etbe’a sebeben) (Ayet 85) Bunun üzerine, âlem-i süfliye teveccüh ve bedene taalluk ile bir yola girdi. (Hattâ izâ beleğa mağribe’ş-şemsi) (Ayet 86) Ta ki “Şems-i ruhun” gurubu mekânına baliğ oldukta (yani: güneşin battığı yere gelince) (Vecedehâ tağrübü fi aynin hamietin) (Ayet 86) Ruh güneşinin çamurla karışık bir kaynak suyunda yani (min nutfetin emşâc) buyurduğu veçhile; karanlık ecsamdan mümteziç (uyuşan) “madde-i bedeniyeden” ibaret bulunan hemme (çamur) ile muhtelit (karışık) bir suda gurub eder olduğunu gördü. (Ve vecede indehâ kavmen) (Ayet 86) Ve o çukurun yanında “kuvâ-i nefsaniye-yi bedeniye” ve “kuvâ-i Ruhaniye” kavmini buldu. (Kulnâ yâ zelkarneyni immâ en tü’azzibe) (Ayet 86) “Ey Zülkarneyn! Dilersen kahr ve imata ve riyazatla bunlara azâb, (Ve immâ en tettehıze fîhim hüsnen) (Ayet 86) dilersen ta’dil huzuzuna (hazlarını) ifa ile, onlara bir iyilik edersin” dedik. (Kale emmâ men zaleme) (Ayet 87) Zülkarneyn dedi ki, “Şehvet, gazab, vehim ve tahayyül gibi efrad ve adem-i istislâm (uyumsuzluk) ve inkiyad (boyun eğme) sebebiyle zulüm edenlere, (Fesevfe nü’azzibühü sümme yüreddü ilâ rabbihi feyu’azzibühü azâben nükren) (Ayet 87) biz, riyazat ile azâb edeceğiz. Sonra, “kıyamet-i suğrada” “Rabbine red olunarak, benim azabımdan daha şiddetli, münker bir azab ile Rabbi de ona azâb edecektir. (Ve emmâ men âmene) (Ayet 88) Amma akliyetin, fikir ve havass-ı zâhire gibi ilim ve marifet ile imân eden; (ve amile sâlihan) (Ayet 88) ve inkiyad ve taât ve fezâil iktisabında sâi ile sâlih amel işleyen (Felehu cezâeni’l-hüsnâ) (Ayet 88) kimse için “cennet-i sıfat ve envarının tecelliyatından, ulûmunun enharından güzellikler vardır. (Ve senekûlü lehü min emrinâ yüsren) (Ayet 88) Ve “mülâkat-ı fazîlenin” husulu sebebiyle ona kolaylıklı söz diyeceğiz.[56]
(Sümme etbea sebeben) (Ayet 89) Sonra bir yola gitti. Tezekki (paklanmak) ve tecerrüd ile Allah’a sülûk ve terakki yolunu tuttu. (Hattâ izâ beleğa matlı’a’ş-şemsi) (Ayet 90) Tâ ki ruh güneşinin tulu’ ettiği mahalle baliğ (erişdikde) oldukta; (Vecedehâ tatlu’u alâ kavmin) (Ayet 90) Ruh güneşini âkıltan (akıllı kimseler), fikr, hads (seziş), kuvve-i kudsiyeden ibaret bulunan kavme tulu eder olduğunu buldu (gördü) (Lem nec’al lehüm min dûnihâ sitren) (Ayet 90) Bu kuvânın, ruh nuru ile tenevvüründen ve “maâni-yi külliyeyi” idrâklerinden dolayı, kendilerine “ruh güneşinin önünde” bir hicâb kılmamıştık. (Kezâlike) (Ayet 91) Zülkarneyn işi böylece vasf ettiğimiz gibidir. (Ve kad ehatnâ bimâ ledeyhi hübren) (Ayet 91) Onda olan ulûm ve maârif, kemalat ve fezaili biz, ilim cihetinden ihatâ etmişizdir ki, mânâsı; kalbin “âlemiyni (âlemleri) câmi,” bir hazret olması dolayısıyla, bizim gayrimiz, kalbi ihata edemedi. Binaenaleyh Allah’tan gayri, kalbin malûmatına vâkıf olan bir mevcud yoktur. Bu sebebten kalba (Arşullah) tesmiye olunmuştur.[57]
(Sümme etbe’a sebeben) (Ayet 92) Sonra, Zülkarneyn, “seyrifillah” ile bir yol tuttu. (Hattâ izâ beleğa beyne’s-seddeyni) (Ayet 93) Taki kevneyn arasında baliğ oldukta, işte kalbin mertebesi ve iki dağın yüksek noktaları arasındaki “makam-ı aslisi” budur. Maşrık ile mağribte seyri ise, tenezzülen ve terakkiyen seferidir. (Vecede min dunihimâ kavmen) (Ayet 93) Orada “kuvâ-i tabiiye-yi bedeniye” ve “havass-ı zâhire” kavmini buldu. (Lâ yekâdune yefkâhûne kavlen) (Ayet 93) O kavm, maâniyi müdrik ve nâtık olmadıklarından, söz anlayamıyorlardı. (Kâlû) (Ayet 94) Onlar hâl dili ile (inne ye’cûce ve me’cûce) (Ayet 94) tahkik, devâiy-i (içten gelen bir duyguyu teşvik edici haller) ve hevacis-i (kuruntular) vehmiye ve vesavis-i (vesveseler) ve nevazi-i (yerinden sökme) hayaliyle, (Müfsidûne fi’l-ardı) (Ayet 94) nizama münafi, rezail ve şehvete teşvik, nizamın ihlâlini ve kavanin-i (kanunlar) hayriye ve kavaid-i (kaideler) hikemiyyenin harabını mûcib amellere terğib ve adalete münafi ve zer’ (ekim, ziraat) ve neslin fesadını muktazi fetih ve hadisat, heva bid’atleri ihdası ile “arz-ı bedende” ifsâd edicidirler. (Fehel nec’alü leke harcen) (Ayet 94) imdi (Alâ en tec’ale beynenâ ve beynehüm sedden) (Ayet 94) Onlarla bizim aramızda bize tecavüz edemiyecekleri bir sed, yükselemiyecekleri bir mânia yapmanız için bizler, kemâlât ve süver-i ilmiyemizle sana yardım etsek olmaz mı?” dediler. İşte bu set; hadd-i şer’i ve hikmet-i ameliyeden olan “hicab-ı kalbidir.” (Kâle mâ mekkennî fîhi rabbî hayrün) (Ayet 95) Zülkarneyn, “Rab’bimin beni ikdar eylediği tecrübe ve maşrik ve mağribte seyr ile hâsıl olmuş olan maâni-yi külliye ve cüz’iye daha hayırlıdır. (Fee’înûnî bi-kuvvetin) (Ayet 95) İmdi siz, bana itaat ve amel ile yardım ediniz. (Ec’al beyneküm ve beynehüm redmen) (Ayet 95) Sizin ile onlar arasında gayet kuvvetli hikmet-i ameliye ve kanun-i şer’i seddini yapayım (Âtûnî zübere’l-hadîdi) (Ayet 96) “Bana suver-i ameliye demir parçalarını getiriniz” dedi. (Hattâ izâ sâvâ beyne’s-sadefeyni) (Ayet 96) Taki ta’dil ve takdir ile iki dağın tepelerine müsavi geldiği vakit (Kalen fühu) (Ayet 96) Kuvâ-yı hayvaniyeye; fezâil-i ahlâktan olan “maâni-yi cüziye” ve “Hey’et-i nefsâniye” ile bu suretlere “nefh ediniz” dedi. (Hattâ izâ cealehu nâren) (Ayet 96) Tâki, ulum cümlesinden, a’mâlin keyfiyetinin beyanını ihtiva eden, başlı başına bir ilim olduğu vakit, (Kâle âtûnî üfriğ aleyhi kıtren) (Ayet 96) ilim ile amel beyninde (arasında) tavassut etmekle (vasıta almakla), ruh-i insani ile beden arasında “ruh-i hayvaninin tavassut eylediği” gibi, “ilim ruhuyla”, “amel cesedi” müttehid olmak için “ilimle amel beyninde tavassut eyliyen niyet ve kasd erimiş bakırını getiriniz, onun üzerine dökeyim”dedi. Bu suretle; âmâl parçalarından ulum-i ahlâk nefhalarından eriyip dökülen azâim (sebatlar) ve niyyat (niyetler) bakırlarından bir sed, yâni, temel ve binâ hâsıl olmakla “nefis onunla mutmain” oldu ve tedbir ve iman eyledi (Femestâ’û en yezherûhü) (Ayet 97) Binaenaliye bu seddin, kendileri için, def’i ve istilayı mümkün olmayan amellere ve hacetlere müştemil ve şanının murtefi olması dolayısıyle, artık o sedde yükselmeğe (çıkmaya) (Ve mestetâ’û lehü nakben) (Ayet 97) ve melekât ve âmâl ve ezkâr ile müstahkem olduğu cihetle onu delmeğe kadir olamadılar. (Kale hâzâ rahmetün min rabbî) (Ayet 98) Zülkarneyn: “Bu “sed yığını kanunu”, Rab’bimden kulları üzerine emniyet ve bekalarını mucib olan bir rahmetdir.” (Feizâ câe va’dü rabbî ce’alehü dekkâ’e) (Ayet 98) Şimdi “kıyamet-i suğra” ile Rab’bimin va’di geldiği vakit, mevt ve âlât-ı bedeniyenin harabı zamanında onunla amel mümteni’ olduğundan, o vakit, Rab’bim o seddi bâtıl ve münhedim (yıkılmış) kılar. (Ve kâne va’dü rabbî hakkan) (Ayet 98) Ve Rab’bimin vadi hak ve sâbit olmuşdur.[58]
(Ve tereknâ ba’dahum yevme izin yemûcü fî ba’din) (Ayet 99) O günde heylulet (mâni olma – araya girme) olmaksızın, ruh’da içtimaları dolayısıyla bütün kuvây-ı “ihtilât eder bir halde” terk ederiz. Izdırab ve ihtilât ile bir kısmı diğer kısmında temevvüc ederler. (Ve nüfiha fi’s-sûri) (Ayet 99) Ve “neş’e-i sâniyede” ba’s olunmak ve dirilmek için Sûr da nefh olunur. (Fe-cema’nâhüm cem’an) (Ayet 99) Bütün kuvâyı cem’ etmeklikle cem ederiz. Yahut, mânâ: Hâl-i fenada “kıyameti Kübra” ve Hak’kın zuhuru sebebiyle, o makamda; ilim ve hikmetin irtifaı ve gayrin ve fiilinin intifası (yok olması) ve “ef’âl-i İlâhiyenin tecellisi” hâl ve ibaha ma’nâsının zuhuru dolayısıyle Rab’bim, o seddi medkuk, (toz haline getirme) bâtıl ve münhedim kılar. Ve o zaman, bâzı kuvâyı hayran olarak, bâ’zı kuvâyı da temevvüc (dalgalanma) ve hareketi olmayan “şey’-i vahid” hükmünde, muhtelif oldukları halde terk ederiz. Ve hâl-i bekada “vucûd-i hakkani” ile icâd etmekle; Sûr da nefih olunur ve kâffesini tevhid ve istikamet ve temkinde ve nefisleri ile değil, Allah ile olmakta cem eyleriz. (Ve aradnâ cehenneme yevmeizin lilkâfirîne ardan) (Ayet 100) Yâni, En’am Suresinde zikr olunduğu gibi, “Kıyamet-i suğra” gününde “Hak’tan mahcub olanlar” niyran (cehennem) ve azabın envai ile muazzeb olurlar. Yâhud manâ: O şuhudda cehennemi kâfirlere arz etmekle (göstermek suretiyle) arz ederiz. Yâni. “kıyamet-i Kübra” sahibine; “kâfir ve mahcubların cehennem ateşinde muazzeb oldukları zâhir olur.” demektir. (Ellezîne kânet a’yünühüm fî ğıtâin an zikrî) (Ayet 101) O mahcublar-, gözleri, zikrimizi mûcib olan âyât ve tecelliyât-ı sıfatımızdan mahcub ve perdede olanlar (Ve kânû lâ yestetî’ûne sem’an) (Ayet 101) ve âyâtımızı işitmeğe kadir olamayanlardır.[59]
(Lâ yebğûne anhâ hıvalen) (Ayet 108) Menzilleri “kuddus cennetlerinde” olanlar, orada muhalled (daimi surette mukim kılınmış olan, ebeden bulunan) olub, oradan tahavvül etmek, başka bir yere değişmek istemezler. Çünkü istidatlarının iktiza eylediği kemâle baliğ olduklarından, o kemâlin ilerisine iştiyakları yoktur. Bu kemâlin ilerisinde bir kemâl bulunsa dahi, onlar o kemâli idrak etmediklerinden ona zevk ve şevkleri olmaz. Gayri ile Hak’tan mahcub olan müşrikin mukabelesinde olmaları ve cennetlerinin; “Firdevs cenneti” olması, bu mü’minlerin, ancak kemâllerinin fevkında bir kemâl olmayan, istidatları kâmil muvahhidler olduğuna delalet eder. Binaenaleyh mertebelerinin ilerisinde tahavvül etmek istiyecekleri bir şey kalmaz. (Kul lev kâne’l-bahrü) (Ayet 109) Habibim de ki: “Eğer suretleri kabil (kabul eden) olan ve zuhurda onlara imdad eyleyen “Heyülâ denizi; (Midâden likelimâti rabbî) Rab’bimin “maâni-yi hakayık-ı a’yan” ve ervah kelimatına mürekkeb olsa; (Lenefide’l-bahrü kable en tenfede kelimâtü rabbî) (Ayet 109) deniz tükenir. Rab’bimin kelimatı tükenmez. Çünkü, kelimat, «gayri mütenahidir» mütenahinin ise gayr-i mütenahiye vefası mümtenidir. Allah Teâlâ Hazretleri a’lemdir. (en iyisini bilendir.)[60]
Günümüz mütefekkirlerinden Necmettin Şahinler[61]’in yorumları da tasavvufî anlamda Zülkarneyn kıssasını yorumlamaktadır: Müşriklerin ileri gelenlerinden bazıları -Medineli Yahudi din adamlarının kışkırtmasıyla-Hz. Muhammed’insahiden peygamber olup olmadığını sınamak için ona bazı sorular sorarlar. Bu sorular:“Kehf (Mağara) Ehli, Zülkarneyn ve Rûh” ile ilgilidir. Rivayete göre Hz. Peygamber bu sorulara karşı “Cevabını size yarın vereceğim”demiştir. Bunun üzerine vahiy, Allah’ın, “inşaAllâh” demeyen Hz. Peygamber’in bu tavrını tasvip etmediğinin bir işareti olmak üzere geçici olarak durdurulmuştur. Bu konuda Hz. Peygamber’e şöyle bir ilâhî öğüt verilmiştir. Aynı zamanda bu öğüt, Hz. Peygamber’le birlikte bütün müminlere hitap eden genel bir ilkedir.
“Ve hiçbir şey hakkında, ‘Ben bu işi yarın mutlaka yapacağım’ deme. Bunu ancak ‘Eğer Allâh dilerse’ (sözcüğüyle birlikte söyle). Ve bunu unutursan (hatırladığın zaman) Rabbini anarak dedi ki: ‘Umarım ki Rabbim beni doğru olana bundan daha yakın olan bir bilgi ve duyarlılık düzeyine eriştirir.”
Hz. Peygamber, bu soruların cevaplarını vahiy destekli olarak Kehf ve İsrâsûreleri içerisinde vermiştir.[62]
“Ve sana Zülkarneyn hakkında soru soruyorlar; de ki: ‘Onu hatırlatacak bir şey anlatayım.” Ayette geçen “onu hatırlatacak bir şey” ifâdesi “ondan bir hâtıra/bahis” anlamındadır. Yani Zülkarneyn hakkında birazdan nakledilecekler kanaatimizce hatırlanmaya/bahsedilmeye“değer”, insanın“mânevi/rûhânî”gerçeğine işaret eden şeylerdir. “Karn”sözcüğü hem“boynuz”, hem de“nesil”, “devir”, “çağ” ya da “yüzyıl” gibi anlamlar taşıdığına göre, Zülkarneyn tâbiri“iki boynuzlu adam”yahut“iki çağın/devrin adamı”demektir. Klasik müfessirler genelde bu anlamlardan ilkine (iki boynuzlu adam) temayül göstermişlerdir. Kur’ân’ın kendisi bu yolda kesin bir destek sağlamasa da, öyle görünüyor ki, bu tercihlerinde“boynuz” imajının kadîm Orta-Doğu kültüründe taşıdığı kudret ve iktidar çağrışımları rol oynamıştır. Aslında,“karn”terimi ve onun çokluğu olan“kurûn”sözcüğü, Kehf Sûresi’nin 83, 86 ve 94. ayetlerinde geçen Zülkarneyn terkibi dışında, Kur’ân-ı Kerîm’de tam yirmi yerde geçmekte ve tamamında, bir devirde yaşayan ya da belli bir uygarlığa mensup olan insanlar, yani “nesil/kuşak”anlamını taşımaktadır. Bununla birlikte, Zülkarneyntabiri güçlü ve adil bir hükümdarın niteliklerini ifadede kullanıldığına göre, Araplar tarafından çok eski çağlardan beri bilinen ve Arap dilinde İslâm’dan çok önce deyimsel anlamıyla kullanılmaya başlanan bu tabirin yukarıda sözü edilen kadîm sembolik anlamın bir yankısı olduğunu söylemek mümkündür.[63]
Buradaki Kur’ânî temsilin çerçevesi içinde“iki boynuz” tâbiri, Zülkarneyn sıfatıyla anılan kişiye bahşedildiği ifade edilen iki güç ve iktidar kaynağını, yani hükümdarlık kudreti ve itibarını ve Allah’a inanmanın kazandırdığı mânevî/ruhanî gücü ifade ediyor olabilir. Özellikle bu son husus oldukça önemlidir. Çünkü Kur’ân’ın söz konusu bu kişinin Allah’a olan imanına dikkat çekmesi, çoğu müfessirlerin yaptığı gibi, Zülkarneyn’inBüyük İskender ya da Yemen’de İslam öncesi Himyerî krallarından biriyle özdeşleştirilmesini imkânsız kılmaktadır. Bütün tarihî şahsiyetlerin putperest oldukları, çok tanrılı kültlere bağlı oldukları bilinen bir gerçektir. Oysa Kur’ân’da sözü edilen Zülkarneyn,Allah’ın birliğine yakînen inanan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Zaten, Kur’ânî temsile derinliğini kazandıran da özellikle onun bu hüviyetidir. Dolayısıyla buradan, Kur’ân’da bahsi geçen Zülkarneyn’in tarihî ya da menkıbevî bir kişilik olmadığı ve onunla ilgili anlatımın da, dünyevî güç ve iktidar problemi çerçevesinde iman ve ahlâka ilişkin temsili bir söylem irad etme amacına matuf olduğu sonucu çıkarılabilir.[64]
Yine Zülkarneyn’in“çift boynuzlu”yahut“çift borazanlı adam”meseli bize, tek başına dünyadan feragatin, insanın Allah’a inanma ve bağlanma tavrının vazgeçilmez bir parçası olmadığını, bir başka deyişle, insanın bu dünyaya yönelik tüm uğraş ve didinmelerinin geçici olduğunu unutmadığımız ve zamana ve zevahire ilişkin tüm sınırların ötesinde olan Allah’a karşı nihaî sorumluluğumuzun bilincinde olduğumuz sürece dünyevî hayat ve iktidarın manevî/ruhanî selametle çatışmak zorunda olmadığını anlatmaktadır. Soru olmasaydı, cevap da olmazdı. Niyetleri ne olursa olsun eğer müşriklerZülkarneyn’iHz. Peygamber’e sormamış olsalardı, belki de bu konu gaybın bilinmezliğinde hâlâ duruyor olacaktı. Soru ilmin yarısı, cevabın ise kendisidir. Soru sormaya cesareti olmayanlar, bilgiye ulaşamazlar. Hiçbir soru cevapsız değildir. Ama bazı soruların cevabı zamanla bulunur.[65]
Kur’ân’daki ismi geçen peygamberlerden bazılarının “peygamber mi yoksa veli mi”oldukları hakkında görüş birliği sağlanamamıştır. Zülkarneynde bunlardan biridir. Zülkarneyn ister nebi olsun, ister veli olsun, değişmeyen tek gerçek onun Allah tarafından sevilen, kendisine birçok lütuflar bahşedilen veSon Kitap’ta inananlara örnek olarak hatırası aktarılan “seçilmiş bir zat”olmasıdır. Kur’ân,Zülkameyn’ibize tanıtırken şu ifâdelerle başlamaktadır: “Ona yeryüzünde güvenli bir yer sağladık ve onu, (ulaşacağı) her şeye doğru araçlarla ulaşma (bilgisiyle) donattık. Ve bu sayede o da (yaptığı her işte) doğru ve meşru araçlara başvurdu.”[66]
Ayette geçen ve Türkçeye“Onu, (ulaşacağı) her şeye doğru araçlarla ulaşma (bilgisiyle) donattık”olarak çevrilen ifadenin Arapçası “âteynâhü min külli şey’in sebebâ”dır. Sebep, “bir şeye ulaşmak, bir şeyi gerçekleştirmek için başvurulan vasıta ya da araç”demektir. Bundan anlaşılıyor ki,Zülkarneyn’e“belirli bir amaca ulaşmak için başvurulması gerekli doğru ve meşru vasıtaya/araca ilişkin bilgi” verilmiştir. O, bu bilgiye tabi olmuş, doğru/meşru bir amaca ulaşmak için dahi gayrimeşru araçlara başvurmamıştır. Bu ifadeden çıkarılacak bir başka mânâ da şudur:Zülkarneyn, yaratılmış her şeyin“varoluş”nedeni hakkında bilgi ile donatılmıştır. Yani ona eşyanın batınındaki gerçek gösterilmiş, eşyanın dayandığı hakikat zemini öğretilmiştir. Kısaca söylemek gerekirse, Zülkarneyn’e, çevresinde kendisini kuşatan “eşyanın neyi remzettiğinin”idraki bağışlanmıştır. Böyle bir zinde idrakle o, yaptığı her işte aklınıisabetvedirayetle kullanmış, davranışlarınatemkinveteennihâkim olmuştur.[67]
İçinde yaşadığımız“Şahadet Âlemi”ninbir adı da “Sebepler Âlemi”dir. Bütün bu sebeplerin var oluş safhasına çıkmasına neden olan varlık da Allah’tır. Yani Allah, bütün bu“Sebepler Âlemi”nin müsebbibidir/yaratıcısıdır, ama kendisi sebeplerle kayıtlı değildir. Bu noktadan bakıldığında her sebep Allah’a götürür. İşte Zülkarneyn için bu görünen eşya, onun“Vuslat”ınagiden yol olmuştur. Zülkarneyn’in“İki Boynuzu” da bu gerçeğe işaret etmektedir. Bu boynuzlardan biri“Uruç/Yükseliş Kavsi”,diğeri de“Nüzûl/İniş Kavsi”dir. Aynı zamanda bu iki kavis/boynuz “fenâ” ve“beka” mertebelerini kapsamaktadır. Bu da, Zülkarneyn’in“Beşeriyet” mertebesinde başlayan kavsinin, dairesel hareketini tamamlayarak “Cem’ü’l-Cem” mertebesinde noktalanmış olduğunu göstermektedir.Artık o, “Kesret Âlemi”nde görülen eşyanın zıtlıklarını aşmış, bütün bu sebeplerin aynıHakikat’in farklı veçheleri olduğunu idrak etmiştir. Bir insan için sebeplere yönelmek onun kemalinin bir belirtisidir. Sebeplere başvurmak“eşyanın gerçeğini”görmek demektir. Eşyayı olması gerektiği gibi görmek, ilahî kudretin, bir takım hikmetler perdesi altında saklı olduğunu bilmektir. Bu nedenle en büyük keramet, istikamet üzere olmaktan geçer. İşte Zülkarneyn, hem“müsebbibi”bilen, hem de attığı her adımdaSünnetullâh’ındeğişmez tecellîsi olan sebeplere titizlikle riayet eden biridir. Bu edep ise ona Allah’tan bir lütuf olarak bağışlanmıştır.[68]
“Sebeb” kelimesinin çokluğu olan “esbâb”,Kur’ân’da dört farklı mânâda kullanılmıştır.Sâd/1veMü’min/36-37.ayetlerde“kapılar”; Bakara/166 veKehf/85.ayetlerde “menziller”;Hacc/15.ayette“ip”ve üzerinde durduğumuzKehf/84-85.ayetlerde de“ilim”mânâsında kullanılmıştır. Bütün bu ayetlerde ortak nokta“sebeb”in kendisine başvuracağı kimseyi daha üst bir noktaya çıkaracağı gerçeğidir. Özetle söylemek gerekirse,Zülkarneyn, gelecek ayette anlatılacak (Kehf/86)yolculuğa çıkışı ve bu yolculukta karşılaşacağı olayları nasıl çözümleyeceği konusunda önceden hazırlanmış, ihtiyacı olan bilgiler Rabbi tarafından kendisine daha yolun başında bahşedilmiştir.[69]
Sebeplerin Sırrı,bir anlamda“hedefe giden iz”kendisine öğretilen/gösterilenZülkarneyniçin artık yola çıkma zamanı gelmiştir. Bir yerde durmak ve çakılı kalmak özellikle hakikat yolcusunun yapabileceği bir iş değildir. Hakikat bıkmadan, usanmadan aramak ve sürekli yürümektir.Nitekim mücahede etmeden müşahede gerçekleşmez. Çağın Mevlânâsı olarak kabul edilenİkbâl,içindeki hakikat aşkını/hasretini bir şiirinde şöyle dile getirmektedir:“Bir yerde durup kalmak bize uygun düşmüyor. Hepsi bu! Biz baştan ayağa uçuş zevkiyiz. Hepsi bu! Bizim işimiz her an müşahede etmek, her an çabalamaktır. Bizim işimiz kolsuz kanatsız uçmaktır.
“(Zülkarneyn Batıya doğru giderek) günün birinde güneşin battığı yere vardı; (güneş) ona kopkoyu, bulanık bir suya dalıyormuş gibi göründü. Ve orada (kötülüğün her çeşidine gömülüp gitmiş) bir kavme rastladı. Ona, ‘Sen ey Zülkarneyn! dedik, ‘Onlara azap da edebilirsin, yüce gönüllü de davranabilirsin!” Burada geçen “Batıya doğru gitmek”, Zülkarneyn için “yolculuğu sırasında varabileceği en uzak nokta” demektir ve burası “Güneş’in battığı yer’ olarak gösterilmiştir. Zülkarneyn bu noktada Güneş’i sanki“kopkoyu/bulanık bir suya” dalıyormuş gibi görmüştür. Bu ifadenin Arapçası“fî aynin hamietin”dirve“sıcak su gözesi veyasiyah balçıklı çamur yer”anlamına gelmektedir.“Ayn”kelimesinin başka bir anlamı da“derin/bol birsu”dur. Şüphesiz, gerçekte Güneş’in kara balçıklı su gözesine saplanması/batması mümkün değildir. Bu, yerin küresel olmasından meydana gelen ve Güneş’in mecazîolarak “denize dalıp kaybolması” şeklinde cereyan eden genel bir göz aldanmasıdır.[70]
İşte bu yerde Zülkarneyn,“kötülüğün her çeşidine gömülüp gitmiş bir kavme” rastlamıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de bu kavim hakkında detaylı bilgi verilmemektedir; ama ayetin devamındaki ifadelerden, bu kavmin “azabı hak eden” bir kavim olduğu anlaşılmaktadır. Bu kavim konusunda Zülkarneyn iki tercih arasında bırakılmaktadır. Ya onları cezalandıracak ya da onlara yüce gönüllü davranacaktır. Bu iki mümkün davranış tarzından birini seçme konusundaki ilahî cevaz, sadece Allah tarafından insana sağlanan irade serbestisinin mecazî ifadesi olmakla kalmayıp, aynı zamanda, “maslahata” (kamu yararına) uygun olan yolu seçmek durumunda olan yönetici ya da yönetim için meşru “istihsân” (toplumsal yahut ahlakî öncelik) ilkesini getirmektedir ki bu Zülkarneyn meselinin ilk“dersi”dir. Bu tercih karşısındaZülkarneyn, nasıl bir tavır takınacağı konusunda şunları söylemektedir: “O şöyle cevap verdi: (Başkalarına) zulmeden kimseye gelince, ona bundan böyle azap edeceğiz;ve o kimse sonunda Rabbine döndürülecek; ve O da ona görülmemiş bir azap çektirecek. Ama inanıp dürüst ve erdemli davranışlarda bulunan kimseye gelince, böyle biri (yaptıklarının) karşılığı olarak (âhiret hayatının) nihaî güzelliğine, iyiliğine ulaşacaktır; ve biz de onu (yalnızca) yerine getirilmesi kolay olanla yükümlü tutacağız.” Kehf/87.ayette geçen“başkalarına zulmeden kimseye” gelince ifadesi, Zülkarneyn’in batıda rastladığı kavmin önemli bir özelliğini bize tanıtmaktadır. Demek ki, bu kavim“zulmü içinde barındıran” bir kavimdir ve Allah da ancak böyle bir kavmi dünyada cezalandırır. Şu bir gerçek ki:“Hiçbir toplumun başına, sırf inanç düzleminde şirk ya da küfür içinde olmaları yüzünden bu dünyada yok edici türden cezalandırıcı bir azap gelmez. Bu kabil bir ceza toplumun başına, ancak toplumun insanları birbirlerine karşı ısrarla haksızlık yaptıkları; başkalarının hukukunu, hayatını ve onurunu tehlikeye sokacak tarzda insanlık dışı, ahlak dışı davrandıkları zaman gelir.[71]
Bundan dolayı Müslüman fukahâ/hukukçular insanın Allah’a karşı yükümlülüklerinin O’nun bağışlayıcı, affedici olduğu ilkesiyle birlikte düşünülebileceğini, yani yerine getirilmediği takdirde O’nun affının umulabileceğini, ama insanlara karşı olan yükümlülüklerinin hassas, esnemez bir özellik taşıdığını, dolayısıyla mutlaka ve duyarlı bir biçimde gözetilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Ayette Zülkarneyn, zulmeden bir kavmeceza/azab uygulayacağını söylemektedir; ama ne var ki bu kavmin cezası dünyada bitmemektedir. Rablerine döndüklerinde de bu ceza devam edecektir. Aynı zamanda Zülkarneyn’in bu ceza için “görülmemiş” ifâdesini kullanması, “Ahirete mahsus hiçbir şeyin insanın bu dünyaya ait algı ve tasavvurlarında kullandığı kavramlarla tanımlanamayacağının”bir işaretidir. Zulüm yerine “dürüst ve erdemli” davranışlarda bulunanlar ise dünyada yaptıklarının karşılığı olarak âhiret hayatının sonsuz güzelliklerine ve iyiliklerine kavuşacaktır.Kehf/88.ayetin sonunda yer alan“Biz de onu yalnızca yerine getirilmesi kolay olanla yükümlü tutacağız” cümlesi çok anlamlıdır. Dürüst ve erdemli davranmak, ilke olarak, insandan beklenen en tabii, en olabilir davranış tarzı olduğuna göre bu davranış tarzıyla ilgili yasaların (kendiliğinden) fazla zorlayıcı olmaması gerekir.[72]
Zülkarneyn’in bu sözleri, onun kendisine verilen maddî ve mânevî gücü “adalet ve ihsan”la kullandığının bir göstergesidir. Bu nedenle olacak Kur’ânbir “leitmotif‘ olarak bir kez daha Zülkarneyn’in “sebeplere yöneldiğini” vurgulamakta, onun bu üstün meziyetini takdir etmektedir.“Ve (Zülkarneyn, doğru bir amaca varmak için, böylece) bir kere daha doğru aracı seçti.[73]Zülkarneynyani“marifet”yeteneği taşıyan “gönül/kalp”, Allah tarafından her çeşit olgunluğa ulaşma gücü/potansiyeli ile “Beden Ülkesi”ne yerleştirilmiştir. Aynı zamanda o,Beden Ülkesi’nin “iki boynuz”una, bir anlamdaBatı’ya/nefseveDoğu’ya/ruha, “dilediği yöne”gidebilmesi için maddî/manevî kudret ve tasarrufla donatılmıştır. Bunun yanında ona istediği kemâlâttan herhangi bir kemale ulaşabilmesi için de“Vuslat”ına sebep olan yol gösterilmiştir. Zülkarneyn’in/kalb’inmarifet yolundaki ilk yönüBatı’ya/nefs’e doğrudur. Kalp, nefsin derinliğine yaptığı bu yolculuğunun sonunda/sınırında“güneş’in/ruh’un”battığı yani bir anlamda aslı“su ve kuru/kara balçık çamur olan nefs”tarafından setredildiği yere varır. Zahirde Rûh kalbe, her ne kadar nefsin arkasında kaybolur/ batar gözükse de, gerçekte“ilahî bir emanet”oluşu itibariyle böyle bir görüntü yanılsamadan/vehimden ibarettir. Ama bu yanılsama bile insanın yaratılış şerefine işaret eden başlıbaşına bir mucizedir. Hz. İsa’nın“Toma’ya Göre İncil[74]”deyer alan şu hadisi bu konuda çok anlamlıdır:“Eğer beden Rûh’tan ötürü var ise bu bir mucizedir; ama eğer Rûh bedenden ötürü varlığa kavuşmuşsa bu mucizelerin mucizesidir. Ama beni hayrete düşüren, nasıl olup da bu zenginliğin bu fakirlikte ikamet ettiğidir.[75]
Mevlânâ daMesnevî’sindeyer alan bir beytinde kâmil insanın vasfını sayarken şu ifadeleri kullanmıştır: “Sanki Güneş, insan şekline gelmiş, insan suretiyle, insan maskesiyle yüzünü örtmüş, gizlenmiştir. Artık ne demek istediğimi sen anla, doğruyu en iyi bilen Allah’tır.” Zülkarneyn/Kalp, Güneş’in/Rûh’un batar göründüğü bu noktada bir kavme rastlar. Bu kavim Beden Ülkesi’nde kötülüğün her çeşidinin kaynağı olan“nefsânî kuvvetler”dir. Bu nefsânî kuvvetler konusunda Kalb’in iki seçeneği bulunmaktadır. Ya onlara azap edecek yani onları terbiye etmek üzere“celalli”,ağır, manevî bir mücahedeye girişecek, ya da onlara “cemâlli” yüce gönüllü yaklaşarak iyilikleRuh’un denetimi altına sokacaktır. Zülkarneyn’in/kalb’in, bu iki yolu da bir metod/strateji olarak izleyeceği anlaşılıyor. O, Beden Ülkesi’nde zulmeden şehvet, gazap, vehim gibi nefsânî kuvvetlere karşı sert yüzünü gösterecek, ama ıslah olup kötülükten vazgeçen ve“salih amelce”yönelen kuvvetlere karşı da hoşlukla ve “kolaylığı izleyen bir yolla”karşılık verecektir.[76]
Zülkarneyn’in/Kalb’in Batı’ya/Nefsin derinliklerine olan yolculuğu artık tamamlanmıştır. O bu yolculuğunda nefsi tanımış, onun hile ve hurdasından haberli olmuştur. Öğrendiği/keşfettiği bir başka gerçeklik de “nefsin Rûh’u setreden”vechesidir. Bu setretme izâle edildiğinde/arındırıldığında idrak etmiştir ki, Güneş ne batmaktadır, ne de doğmakta. Böyle bir yanılgı yalnızca Güneş’in/Rûh’un ışıklarını kıran/çarpıtan nefsin prizmasından kaynaklanmaktadır. Bu idrakten sonra Zülkarneyn/kalp yüzünü“Doğu”ya çevirir. İrfanî dilde ise doğu“Rûh”un yönüdür.[77]
(Ve doğuya doğru yürüyerek) günün birinde güneşin doğduğu yere vardığında onu, kendilerini güneşe karşı bir örtüyle örtmediğimiz bir kavmin üzerine doğar buldu.”
Hatırlayacak olursakZülkarneynBatı’ya doğru olan yolculuğunda Güneş’isanki “sıcak su gözesi veya siyah balçıklı çamur gibi bir yer içine” batar görmüştü. Ama bu ayette Güneş’i cansız hir nesneye değil, bilakis bir“insan”topluluğunun üzerine “doğar” görmüştür. Üstelik bu kavim Allah tarafından Güneş’e karşı bir örtü ile örtülmemiştir. Müfessirler bu ifadeden hareketle bu kavmi “elbise giyinmeyen, çıplak gezen, hiçbir medeniyet aracına/nimetine sahip olmayan” insanlar olarak, bulundukları yeri de üzerinde “Güneş’e engel olabilecek yüksek tepe, ağaç, bina olmayan geniş bir ova veya çöl bir arazi” gibi düşünmüşlerdir. Zülkarneyn’in bu kavme olan tavrı, daha önce Güneş’in battığı yerde gördüğü kavme karşı olan davranışlarından farklıdır. Onlara karışmadığını, onlar hakkında bir karar, bir düşünce ortaya koymamış olduğunu görüyoruz.[78]
“(Biz onları) işte böyle (bir yaşama tarzı içinde, böyle bir düzeyde bırakmıştık ve o da onları öylece kendi hallerine bıraktı) ve muhakkak ki sınırsız bilgimizle Biz onun zihninden geçenleri kuşatmış bulunuyorduk.” Bu ayet öyle görünüyor ki, kendilerini güneşten koruma ihtiyacı duymayan, doğal şartlarda yaşayan ilkel bir toplumun insanlarından söz etmekte ve Zülkarneyn’in, onların bu yaşama tarzlarını alt üst edip kendilerini elem ve ıstıraba sürüklemeden, akıllıca davranarak kendi hallerine bırakma yolunu tuttuğunu ifâde etmektedir. Fakat daha önce Zülkarneyn’in Güneş’in batış noktasında gördüğü kavmi hedef alan ve içinde cezalandırıcı/azap edici tehdit ifadeleri yer alan sözleri düşünüldüğünde, ister istemez bu kavmin zulme bulaşmayan ve Allah’a inancı tam bir kavim olduğu akla gelmektedir. Öyle ya diğer kavmi hizaya getirmedeki kararı/isteği, bu sefer Zülkarneyn’de yoktur. Aslında bu, Zülkarneyn açısından bakıldığında bizeönemli/olumlubiridrak değişikliğini göstermektedir.[79]
Zülkarneyn’in“O’nda olanları/O’nun nezdinde bulunanları” yani “Allah’ın onları tabi tuttuğu doğal yaşama seyrini ya da tarzını bozmamak yahut değiştirmemek” yönünde verdiği karar, belki de bu meselden çıkarılacak en önemli derslerden biridir. Sınırsız bilgisiyle tüm zihinden/gönülden geçenleri bilen Allah’ın, Zülkarneyn’i bir kez daha takdir ettiği müşahede edilmektedir. “Ve o (böylece, doğru bir amaca ulaşmak için) bir kere daha, doğru aracı seçmiş oldu”. Görülüyor ki, Zülkarneyn’in iç dünyası ve niyetleri de bu Güneş parlaklığındaki gibi açıktır. Ama Zülkarneyn’in yolculuğu bitmemiştir. Bu sefer gideceği yön belirtilmez. Şu bir geçek ki, Zülkarneyn hangi yöne giderse gitsin,bütün yönler O’nun “Vech”ine çıkar.[80]
Bir sahâbî, Hz. Peygamber’in şahsında kristalleşen ölümsüz güzellik ve mükemmelliği ifade ederken şöyle söylemektedir: “Onu gördüğünüz anda Güneşin üstünüze doğduğunu sanırdınız.” Kâmil İnsan, kara balçık olan nefsini Rûh’un/Güneş’in önünden kaldıran ve âleme Güneş gibi feyyaz olup, nur saçandır. Görüldüğü gibiBeden Ülkesi’ndekiZülkarneyn’in/Kalb’in yolculuğu bu sefer“Doğu”yadır. İrfanî dilde doğu,Rûh’un yönüdür. Bu da gösteriyor ki Kalp önce batıdanefsitanımış, şimdi de Ruh’un hakikatini öğrenmek için yola çıkmıştır. Burada da daha önce batıda olduğu gibi bir başka kavme rastlamıştır. Bu kavmin en büyük özelliğiGüneş’le aralarında bir perde olmamasıdır. Çıplak, yoksul ve hiçbir şeye sahip olmayan bu kavim, “Ruhanî Güçleri Kuvvetlerdir.”Bu kavmin fertleri tüm variyetlerinden soyunmuş, “fakr”ı seçmiş, kendi varlıklarını Hakk’ın zatındaifnâ/fenâetmiş ve yalnızca O’nun Nur’u ile örtülmüşlerdir. Yani bu insanlar, Güneş’e perde olacak, onu kendilerinde batmış gösterecek yerde,“Güneş’i Doğuran”insanlardır. Şüphesiz, Zülkarneyn’in/Kalbin, “Allah’ın böyle bir yaşama zevki”verdiği bu topluluğa karşı “teslim olmaktan”ve “hayran kalmaktan”başka yapacak bir şeyi yoktur. Çünkü kalbin marifet idraki de bu kaynaktan gelmektedir. Bu nedenle onları, yaniGüneş’tenbeslenen bu kuvvetlerikendi/doğalhallerine bırakır. Dikkat edilirse Zülkarneyn’in Batı’da gösterdiği “Celâlî” tavır, şimdi yerini Doğu’da “Cemal” tavra bırakmıştır.[81]
Beden Ülkesi’nde, “selim bir kalp” huzur ve mutluluğun sembolüdür. Böyle bir kalp, batıyı ve doğuyu kuşatacak genişliği ile “toplayıcı hakikat” olarak tanımlanır. Bu kalbin her türlü tasarrufu Allah’ın ilminden ayrı değildir. Çünkü kalp“Arşullâh”ınve bu kalp için Allah: “Ben göklerime ve yeryüzüne sığmam da, mü’min kulumun kalbine sığarım.”demiştir. Böylece Zülkarneyn’inDoğu’ya/Rûh’aolan yolculuğu da tamamlanmıştır.Batı/Nefsnoktasından başlayan“Yükseliş Kavsi”, Doğu/Rûhnoktasında“İniş Kavsi” ile çemberini tamamlamıştır. Ancak idrak yolculuğunun sonu yoktur. Birinin bittiği yerde bir başkası başlar.[82]
Zülkarneyn, önce Batı’ya daha sonra da Doğu’ya yürümüştü. Şimdi ise Kur’ân’dayürüdüğü yön belirtilmemiştir. Sadece bir yerden bahsedilmiştir. O yer de “İki Sed”din arasında bulunmaktadır. “Ve derken, iki sed arasında (bir yere) vardığında onların yamacında (yaşayan ve onun konuştuğu dilden) çok az şey anlayabilen bir kavme rastladı.” Bu iki sed ve bu iki seddin arasındaki yerleşim bölgesi ve burada yaşayan kavim hakkında ne Kur’ân’da ne de güvenilir hadislerde her hangi bir şey söylenmemiştir. Bundan dolayı bu konuda müfessirler tarafından ileri sürülen coğrafî ve tarihî her türlü yorumu mesnetsiz spekülasyonlar olarak bir kenara bırakıp, Zülkarneyn meselenin asıl amacının, temsîlî bir üslûp içinde belirli ahlâkî ilkelerin ifâdesinden ibaret olduğu rahatlıkla söylenebilir. Zülkarneyn, Batı’da“kötülüğün her çeşidine batmış” bir kavimle, Doğu’da ise“güneşe karşı bir örtüyle korunmayan” bir kavimle karşılaşmıştı. Ancak bu“İki Sed” arasında yaşayan kavim onlardan daha farklı gözükmektedir. Zülkarneyn, diğer kavimlerle konuşabilmiş/ anlaşabilmiş, iletişim kurabilmişti. Bu kavim ise Zülkarneyn’in dilinden çok az şey anlamaktaydı; veya dilleri tuhaf, ifâdeleri yetersiz olduğundan Zülkarneyn’e söz anlatamayacak bir haldeydiler.[83]Fakat görülüyor ki, kendisine“her şeyden bir sebep”verilen Zülkarneyn, bu yeteneği sayesinde az da olsa onlarla “dertlerini/sıkıntılarını anlatabilecek” bir diyalog geliştirmişti. Bu konuşmalar sonucunda, zihinleri basit, anlayışları kıt olan bu kavmin Zülkameyn’den bir istekleri olduğunu anlıyoruz:
“Bunlar (ona): ‘Sen ey Ziilkarneyn! Dediler, “Ye’cûc ve Me’cûc bu ülkede bozgunculuk yapıyor. Onlarla bizim aramızda bir sed inşa etmen şartıyla sana bir vergi verelim mi?” Görülüyor ki, bu kavim,Ye’cûcveMe’cûc’ekarşı Zülkarneyn’den yardım istemekte ve onlarla kendi aralarına -karşılığını ödemek koşuluyla- bir sed inşa etmesini rica etmektedirler. Ye’cûcveMe’cûc, Arapçaya başka bir dilden nakledilmiş, Arapça olmayan kelimelerdir. Klasik müfessirlerYe’cûcveMe’cûcolarak isimlendirilen kavimleri/insanlarıMoğollarveTatarlarolarak düşünmüşlerdir. Fakat bu isimleri tarihî bir coğrafyaya/zamana indirgemek, Kur’ân’ın evrenselliğine ters düşmek olur. Bundan dolayı Ye’cûcveMe’cûchakkında zahirî planda anlamayı kolaylaştıracak tek mantıkî açıklama –Kur’ân’ın da işaret ettiği gibi- onların yeryüzünde müfsid/bozguncu, hiçbir manevî ilke tanımayan ve insanî değerleri yok etmeye çalışan, aslı soyu belirsiz, karma bir insan topluluğu olmasıdır. Kısaca onlar, insan uygarlığının bütünüyle yok olmasına yol açacak bir toplumsal felâketler serisini hazırlayan temsilî unsurlardır.[84]
Bu iki sed yamacında yaşayan kavim, Zülkarneyn’in yapacağı seddin karşılığını da ödemek istemektedir. Ödenecek değer, anlaşılıyor ki maddî bir ücrettir. Fakat Zülkarneyn bu vergiyi/haracı kabul etmez. Bu işi gönüllü olarak yapmaya girişir ve kendisine bu teklifi yapan kavme de şöyle der: “(Zülkarneyn): ‘Rabbimin bana sağladığı güvenli durum (sizin bana verebileceğiniz her şeyden) daha hayırlıdır’ dedi. “Bunun içindir ki, siz bana sadece iş gücünüzle yardımda bulunun ki sizinle onlar arasında bir sed yapayım.” Ayette geçen “Rabbimin bana sağladığı güvenli durum” ifadesi genellikle, ona verilen güç ve zenginlik olarak tefsir edilmiştir. Ama bu ifade, Zülkarneyn meselesinin özünde yatan ahlâkî mesajlar göz önünde bulundurulursa dünyevî zenginliklerden çok, Allah’ın bahşettiği doğru yol bilgisini, yani hidayeti işaret etmektedir. Zülkarneyn yapacağı sed için bu kavimden sadece “işgücü” konusunda kendisine yardım etmelerini ister. Yani Zülkarneyn’e daha çok işçi, sanatkâr, araç gereç bakımından destek vereceklerdir. Sed, iki doğal engel/yar arasına yapılacaktır. Bunun için de bazı dolgu malzemelerine ihtiyaç vardır. Artık plan yapılmış, sıra uygulamaya gelmiştir.[85]
Beden Ülkesindeyaptığı yolculukla, Batı’nın ve Doğu’nun, yani Nefs’in ve Ruh’un bilgisini “Cem” ederek“Marifetle” ulaşan “Kalp/Zülkarneyn”, artık“İki Sed”arasında bir anlamda“Zâhir ile Bâtın”, “Gayb ile Şahâdet”, “Şeriat ile Hakikat”, “Rûhâniyet ile Beşeriyet”, “sıfat ile zat” arasında bir “berzah” konumundadır. Mârifet/Velâyetsahibi kalp, tıpkıKâbegibi tüm varlığın merkezinde olduğundan bütün yönler ve yollar ona bakılarak tayin edilir. O her zaman“zıtlıkları toplayan” iki sed arasındadır. Zülkarneyn/Bilen Kalb,ulaştığı bu mertebenin yamaçlarında/eteklerinde diğer iki kavimden farklı başka bir kavme rastlamıştır. Ne var ki bu kavim,“zirveye ulaşma yeteneği” bulunmayanGönül Kalp/Marifet dilindençok az şey anlayan bir kavimdir. Bu kavim “Akl-ı Meâş”ın ve yalnızca“Bedenî Kuvvetler”üzerinde hâkimiyeti vardır. Daha doğrusu onlar“Akl-ı Meâd”dan nasiplenmediklerinden “Ye’cûc ve Me’cûc’un yani“Vehim ve Hayâl”in ifsâdiyle bozulmuş, bedenî kuvvetleri tek gaye bilmiş, onun ötesini görememişlerdir.[86]
Fakat buna rağmen içine düştükleri bu zor durumun farkındadırlar ve bu konumdan yalnızca“marifet sahibi bir kalbin himmetiyle” çıkacaklarını anlamışlardır. Bu nedenle Zülkarneyn’den/Kalp’ten“Vehim ve Hayâl” ile kendileri arasına bir sed inşa etmelerini isterler. Ama hâlâ“Akl-ı Meâş”ınyani“Gündelik Aklın”etkisiyle maddî düşünmektedirler ve bu yüzden de“edep dışı”bir yaklaşımlaZülkarneyn’e/Kalb’eyapacağı bu hizmet için “ücret”vermeye kalkarlar. HalbukiZülkameyn’in/Kalb’inulaştığı “Velayet Makamı”birücret/ödüllermakamı değil, birirşâd/hidâyet/hizmet/rahmetmakamıdır. Zülkarneyn bu teklifi reddeder ve gayet ârifâne bir üslupla kendini tanıtarak, “Akl-ı Meâş”ıkendilerine rehber edinmiş bu kavme, içinde bulunduğu bu güvenli makamın(Cem’u’l-Cem)onların vereceği ödülden çok daha hayırlı olduğunu söyler. Ama şunu da bilir ki, “Kalbin tezahürleri ancak bedeni kuvvetlerde/uzuvlarda kendini gösterir”. İki gerçekten hareket ederek onları dışlamaz ve yapacağı “Sed” için kendisine iş gücüyle yani “sâlih amel”eyardım etmelerini ister. Zülkarneyn’in yapacağı sed, “Akl-ı Meâd”kaynaklı, bir“inanç/akide/İman/idrâk”seddidir. Bu seddin oluşmasında/yapılmasında“Zülkarneyn/Kalp”ancak bilgi verir, bu bilgiyi görünür kılacak, koruyacak/ortaya çıkaracak olan ise“sâlih amel”dir. Sıra bu seddi yapmaya gelmiştir. Ama nasıl bir malzeme kullanılacaktır? İşte onun bilgisini/kimyasını/simyasını Zülkarneyn/ Kalp, bedeni kuvvetlere öğretmeye başlar. Çünkü ancak bu terkip sayesinde“Vehim ve Hayâl”inBeden Ülkesindekibozgunculuğu önlenecek,“Akl-ı Meâş”,kalbin bilgisiyle“Akl-ı Meâd”e dönüşecektir.[87]
Ye’cûc ve Me’cûc’ün bozguncu saldırılarına karşı yapılacak sedde kullanılacak ilk ana malzeme“Demir”dir. Bu nedenle Zülkarneyn kendisine yardım edecek kavimden önce bu madeni ister: “Bana demir külçeleri getirin! Derken, demir (külçelerini) yığıp, iki yar arasındaki boşluğa doldurunca (onlara) ‘(Bir ocak kurun ve) körükleyin!’ dedi. Nihâyet, (demir iyice) kor hâline gelince, Bana erimiş bakır getirin bunun üzerine dökeyim’ dedi.” Ayetin başında geçen“Züberü’l-hadîd”demir parçaları olup aynı zamanda “örs” mânâsına da gelir. Anlaşılıyor ki, bu kavim Zülkarneyn’in isteği doğrultusunda çok miktarda demir kütlelerini getirdiler ve onları“İki Yar” arasındaki boşluğa bir anlamda“İki Uç”un arasını“denkleştirinceye”kadar doldurdular. Karşılıklı iki uç arası düzeltilince sıra bu demirin “körüklenmesine”gelmiştir. Ayette geçen ve körüklemek olarak çevrilen“ünfühû”kelimesi “üflemek/nefeslemek”anlamlarını da içermektedir. Demir kütlelerinden bir dağ ördürüp de körükleyerek tamamını bir “ateş/kor”hâline getirdikten sonra Zülkarneyn’in şimdi de bu kavimden kor haline gelmiş demirin üzerine dökmek üzere“erimiş bakır” istediğini görüyoruz.Bakır’ın dökülmesi ile işlem tamamlanmış, seddin inşası bitirilmiştir.”Erimiş bakır” ifâdesinin Kur’ân‘daki orijinal karşılığı “Kıtrun” kelimesidir ve bu kelime daha çok “katran” yahut“erimiş zift”karşılığı olarak da kullanılmaktadır.[88]
Demir/Hadîdismi aynı zamanda Kur’ân‘da müstakil bir sûreninde adıdır. Bu sûrenin 25. ayetinde“Mîzân”ın yanında Demir’in/Hadîd’ininsanlık dünyası için yüklendiği rol çarpıcı bir şekilde vurgulanmaktadır. Üstelik bu ayette demirden “enzelnâ”ifâdesi ile indirdik anlamında bahsedilmiştir. “Doğrusu, (daha önce de) elçilerimizi (bu) hakikatin bütün kanıtları ile gönderdik; ve onlar aracılığı ile vahyi bağışladık (ve böylece, doğru ile eğriyi tartabilmeniz için size) bir terazi (verdik) ki insanlar adaletle davranabilsinler; ve (size) içinde müthiş bir güç ve insanlar için birçok faydalar bulunan demiri (kullanma yeteneği) bağışladık. (Bütün bunlar size verildi ki) Allah, O’nun ve Elçi’sinin yolunda yürüyenleri ayırabilsin, (Kendisi) insan kavrayışının ötesinde olsa bile.” Allah, insana doğru ile yanlış arasında ayırım yapma yeteneği vermesinin yanı sıra, onu yeryüzündeki doğal kaynakları kendi yararına kullanma yeteneği ile de donatmıştır. Bu yeteneğin en göze çarpan sembolü, bütün canlı varlıklar arasında yalnız insana özgü olan araç yapma becerisidir ve her türlü araç yapımının ve doğrusu, bütün beşerî teknolojilerin başta gelen maddesi demirdir. Yeryüzünde bolca bulunan demir, aynı zamanda hem yapıcı hem de yıkıcı amaçlar için kullanılabilen tek metaldir.[89]
Demirde mevcut olan “müthiş güç” (be’sün şedîd),sadece savaş araçlarının yapımında değil, aynı zamanda daha karmaşık bir şekilde insanın, makineyi insan varoluşunun temeli sayan ve içinde taşıdığı karşı konulmaz dinamizmiyle insanın tabiat ile bütün derûnî bağlantılarını koparan yüksek teknolojiyi geliştirme eğiliminde de kendini gösterir. Modern hayatın en bariz yüzünü oluşturan bu hızlanan makineleşme süreci, insan toplumunun temel yapısını tehdit etmekte ve böylece “ilâhî rehberlik” kavramında anlamını bulan bütün manevî/ahlâkî/ ve ruhî duyarlıkların giderek kaybolmasına sebep olmaktadır. Kur’âninsanı bu tehlikeye karşı uyarmak için, yanlış kullanıldığı takdirde“demir”in taşıdığı potansiyel kötülüğü (be’s), başka bir deyişle, insanın teknolojik yaratıcılığının sarsıcı/yıkıcı hâle gelerek, ruhsal bilincini gölgelemesine ve sonuçta bütün bireysel ve sosyal mutluluk imkânlarını yok etmesine yol açması tehlikesini “sembolik ve mecâzî” olarak vurgulamaktadır.[90]
Sebe/10. ayet deHz. Dâvûdile ilgiliDemir’in/Hadîd’inçok farklı bir açılımını barındırmaktadır: “Ve (böylece) Biz Dâvûd’u lütfumuzla onurlandırdık: ‘Siz ey dağlar! Onunla birlik olup Allah’ın yüceliğini terennüm edin! Ve (siz de) ey kuşlar! Biz ondaki bütün sertliği ve katılığı (Hadîd) yumuşattık.” Hadîdkelimesi hem somut hem de soyut anlamıyla “keskin”olan bir şey için de kullanılır. Bu ikinci anlam, “Bakışın bugün artık daha keskin (Hadîd)” ayetinde geçmektedir. Belirtme takısı ile kullanılan bir isim olarak el-Hadîd “keskin olan her şey” veyakeskinlik” veya demir” anlamlarını ifâde eder. Allah’ın Hz. Dâvûd’daki bütün keskinlikleri/sertliği ve katılığı yumuşatması açıkçası onun üstün güzellik duygusuna, iyiliğine/yüceliğine ve tevazuuna bir işarettir. Yukarıdaki ifadenin alternatif bir çevirisi şöyle olabilir: “Biz demiri onun için yumuşattık“. Bu karşılık da, onun şairlik, savaşçılık ve yöneticilik gibi üstün yeteneklerine bir işaret sayılabilir. Özetle söylemek gerekirse, Zülkarneyn’in yardımı, o kavmin kuvvet ve gayreti ile Ye’cûc ve Me’cûc’e karşı demir tuğlalı, bakır sıvalı sağlam bir duvar meydana getirilmiştir. Bu şekilde hem bir sed,hem de birsüdde(kapı) olan bu duvar aşılmaz ve delinmez” bir niteliğe sahipti.“Ve böylece (sed inşa edilmiş oldu, öyle ki) artık onların düşmanları ne onu aşabilirlerdi ne de onda bir gedik açabilirlerdi.[91]
Zâhir ile Bâtın’ı, Şeriat ile Hakikat’i, Kesret ile Vahdet’i, Beşeriyet ile Rûhâniyet’icem ederek“Cem’u’l-cem” makamına eren Zülkarneynbir anlamdaMârifet/Velâyetsahibi olanKalp, bu ikiseddin/kaşınarasında “Araf‘ta kalmış olan bir kavimle, yani “Nefs-i Nâtıka/Konuşan Nefs”kavmiyle karşılaşmıştı.Mârifet Dilindenpek az şey anlayan bu kavim Züllkarneyn den Beden Ülkesinde bozgunculuk yapan Ye’cûc ve Me’cûc’e/Vehimve Hayâl‘e karşı yardım ister. Zülkarneyn, onlarla Ye’cûc ve Me’cûc arasında bir sed yapacaktır. Çünkü Vehim ve Hayâl’in etkisi altında kalan “Nefs-i Nâtıka”,ancak “Akl-ı Meâş”ile düşünebilmekte ve bir türlü “eşyanın/bedenin”ötesini görebilecek yeteneğe, yani“Akl-ı Meâd”edönüşememektedir.[92]
Zülkarneyn, vehim ve hayâlden etkilenmeyecek bir idrake “Akl-ı Meâş”ıulaştırabilmek için ondan, önce“demir”külçeleri getirmesini ve bunlarla iki kaşın/iki yarın arasını doldurmasını ister. İrfanî dildedemir, duyguların kabalığını, davranışların sertliğini/keskinliğini,Hakikat’i tanıyamama/anlayamama, teşhis edememe yeteneksizliğini, hamervahlığı, Mârifet’e uzak kalmışlığı remz eder.Akl-ı Meâş,Zülkarneyn’in bu isteği üzerine hâkim olduğu demirleşmiş Bedenî Kuvvetler ile iki kaşın arasını birbirine denk gelinceye kadar doldurur. Ama bu kuvvetler, “demir” olarak kaldığı müddetçe iki kaş arasındaki iletişimi gerçekleştirmeleri mümkün değildir. Yani tek başına“amel”yeterli değildir; bu amelin “sâlih” olması gerekir. Bunun için de bir yandan“aşk/muhabbet ateşi”, diğer yandan da bu ateşi körükleyecek/nefcsleyecek “zikr”ile demirleşmiş kuvvetlerin erimesi sağlanacaktır. Ne zaman ki beklenen an gelir ve demirler iyice kor hâlini alır, başka bir deyişle demir demirliğinden sıyrılıp/soyunup kızıllıkta “altın”gibi olur, bu sefer Zülkarneyn“Nefs-i Nâtıka”dan bu oluşumun üzerine dökmek için“bakır”ister. Bakır irfanî dilde, yumuşaklığı, temkini, tedbiri, teenni ile hareket etmeyi, samimi niyeti remzeder. Böylelikle Zülkarneyn, kor hâline gelmiş demirin üzerine bakır dökerek,“Akl-ı Meâd”in idrakiyle kendinden geçen, muhabbet ve zikir ateşi ile cezbesi taşan bedenî duyguları kontrol altına alır ve bir kalıba sokar. Bu duygulara şimdi“mutmain”lik hâkim olmuştur. Bu işlemlerden sonra seddin inşası tamamlanmıştır. Artık Ye’cûcveMe’cûc/Vehimve HayâlaslaAkl-ı Meâş’tanAkl-ı Meâd’aulaşmış bu kavmin yaşadığı“Beden Ülkesi”nde bozgunculuk/fesad yapamadılar. Çünkü bu sedde alttan girmeye ve bu seddi üstten aşmaya güçleri yetmedi. Yani nenefsyönünden, ne deakıl yönünden bu topluluğu aldatamadılar.[93]
Sed yapılmıştır, ancak bu sonsuza kadar varlığını sürdürecek demek değildir. Çünkü yapılan her şey yıkılmaya mahkûmdur. Bu evrensel gerçek Kur’ân’da şöyle geçmektedir: “O’nun vechinden başka her şey yok olucudur.” Bu nedenle Zülkarneyn, yaptığı seddi tanımlarken ve bu seddi bekleyen sonu açıklarken şu ifadeleri kullanmıştır: “(Zülkameyn): ‘Rabbimden bir rahmettir bu!’ dedi. ‘Bununla birlikte, Rabbimin belirlediği zaman gelince bu (seddi) yerle bir edecektir; çünkü Rabbimin verdiği söz mutlaka gerçekleşir!” Ayette açıkça belirtildiği üzere bu sed “geçici” bir seddir. Çünkü zamanı geldiğinde bu sed “yerle bir”edilecektir. Ayetin sonunda yer alan “Rabbimin verdiği söz mutlaka gerçekleşir.” ifadesi ezelî bilgide bu seddin kesin olarak yıkılacağının takdir edildiğini vurgulamaktadır.[94]Anlaşılıyor ki, yapılan bu sedAllah’ın Rahmeti’ninbir işaretidir. Nice yüksekliklerin aşıldığı, nice engellerin delindiği yeryüzünde aşılmaz/delinmezbir sed ancakel-Latifveel-Metînisimlerinin sahibi Allah’ın birnimetiolabilir. Demiri körüklemek görevini sedde yardım eden kavim üstlenirken, bakırı -kor haline gelmiş- demire dökmeyi Zülkarneyn’in üstlenmesi dikkat çekmektedir. Belki de bütün sır, bu bakırın demire “nasıl/ne zaman/ne kadar” döküleceğinin simyasında saklıdır ve bu hüneri/mayayı Zülkarneyn ilahî bir lütufla gerçekleştirmiştir. Bu açıdan Zülkarneyn, yaptığı seddi sahiplenmemiş, bu büyük işin başarısını Allah’a havale etmiştir. Zaten, bilgi ve gücünü zafer sarhoşluğuna dönüştürenlerin bu sırrı anlamaları da mümkün değildir.[95]
Bu konuyu takip eden Kehf/99-101. ayetlerinde Ye’cûc ve Me’cûcile bağlantılı olarak “O Gün”den, yani “Hesap Günü”nden bahsediliyor olması da, göstermektedir ki “Rabbimin belirlediği gün” ifadesi, aslında insanın bütün faaliyetlerinin son bulacağıSon Saat’le ilgilidir. Fakat Son Saat’in yaklaşmasına ya da yakınlığına ilişkin Kur’ânî atıfların hiçbiri “beşerî”zaman kavramıyla bağdaşmadığına göre yukarıdaki açıklamayı da,“Son Saat’in vukuu”nun insân için belirsiz bir süreyi kapsadığı ve inkârcı/bozguncuYe’cûc ve Me’cûc kuvvetlerinin zuhurunun“Son Saat”in yaklaşmasına delâlet eden belirtilerden biri olduğu anlamında geçerli saymak mümkündür. Ye’cûcveMe’cûc’ün bir kıyamet alâmeti olarak bahsedildiği diğer âyetler deEnbiyâ suresinin 96 ve 97.âyetleridir: “Tâ ki, Ye’cûc ve Me’cûc’ün (dünyaya) salınıp, (yeryüzünün) her köşesinden boşalacakları zamana kadar, (ki o zaman) başa gelmesi kaçınılmaz olan (kıyamet) sözünün gerçekleşmesi de kaçınılmaz olacaktır. Ayette geçen “hadeb”kelimesi, sözlük anlamı olarak, “tümsek”ya da “yükselti” demektir. Fakat“min külli hadebin” ifadesi, burada“her yönden”ya da“yeryüzünün her köşesinden”anlamına deyimsel yüklemiyle kullanılmıştır. İfade bir bütün olarak,Son Saat’in gelip çatmasından önce insanlığı kuşatacak olan toplumsal ve kültürel karışıklığın ya da felâketin karşı durulmaz mahiyetini dile getirmektedir. Anlaşılıyor ki seddin yıkılması, yeni bir düzenin/oluşumun da habercisidir. Bu düzende Sur’un üflenmesiyle artık her şey bir araya toplanacaktır: “O gün onları bırakırız, dalga dalga yürüyüp birbirlerine karışsınlar; ve sûra üflenir: Böylece hepsini bir araya toplarız.”[96]
Binlerce kıyamete sahne olan bedenimiz, bir gün, büyük kürenin kıyametlerinden biri olacaktır. Ve o büyük küre de, bir gün içinde bulunduğu güneş sisteminin kıyametlerinden birini teşkil edecektir. Güneş sistemi, içinde bulunduğu bir başka bütünün, o da bir başka bütünün parça kıyametleri olacaktır. Kısacası“Son Saat yaklaşacak ve Ay yarılacaktır.” Son Saat’eyakın “seddin” yıkılması ve “Ye’cûc ve Me’cûc”ün tüm yeryüzünü istila etmesi “Evrensel Kıyamet”in başlangıcının bir habercisidir. Ama bunun yanında bir başka kıyamet daha vardır; o da: “Ariflerin Kıyameti”dir.Anlaşılıyor ki,Beden Mülkü’nün sultanı olan“Rûhânî Emânet”in kendisini tanıtmasıyla insan ferdî bir kıyamet yaşayacaktır. Bu kıyamet sonucuŞeriatveHakikat’in bilgisini “Cem’u’l-cem” eden Zülkarneyn’in, yani marifet sahibi “Bilen Kalb”in inşa ettiği tevhidî “idrak ve temkin”duvarı çökecek, zahirî ve batınî, ruhanî ve nefsânî tüm kuvvetler/zıtlıklar birbirine karışacaktır. Böylece “Vâhidiyyet”, “Ahadiyyet”e inkilap edecektir. Bu manevî“Celâl/Cemâl”tecrübe/tecellî esnasında insan, esfel-i sâfilînin idrakinden Cenab-ı Hakk’ın huzuruna yükseltilerekAslına rücu ettiğinde, kendi katresinin Hakk’ınZât Ummanına,ya da zerresinin O’nunNûr’unda yok olarak, fani olduğunun idrakinde iken, aslında bizatihi Hayy ve Bâkî olduğuna şahit olacaktır.[97]
Oğuz Kağan Destanın’nda Dünya ve Evren Tasavvuru[98]Destanda anlatıldığına göre, Oğuz Kağan düzenlediği büyük bir toyda halka ve beylerine bazı buyruklar vermiştir. Bu buyruklar,“Daha deniz, daha müren/Güneş bayrak, gök kurıkan”mısralarıyla bitmektedir. Müren, ırmak; kurıkan, çadır demektir. Buyruktan Dünya’nın düz bir zemin, Gök’ün/atmosferin ise bir çadır gibi düşünüldüğü anlaşılmaktadır. Burada önemli olan husus, Güneş’in Dünya’nın dışında bir varlık olarak tasavvur edilmesidir. Türk kozmolojisinde çadırın kubbesi gök kubbeye benzetilmiştir. Nitekim Türkistan’daki Türk kavimleri arasında“Gök çadırımız, Güneş tuğumuz olsun”sözü oldukça yaygındır. Daha Kök-Türkler çağında söylenen bir ilahîde“Gök bir çadıra benzer, bozkırın üzerinde asılı duran”denmekteydi. Esasen M.Ö. I. bin yılda ön-Türklerin silindir kubbeli çadırlara benzeyen barakalarda yaşadıkları tespit edilmiştir. Paleolitik Sibirya yerleşimi kalıntıları ve eski Sibirya kaya resimlerindeki çadır tasvirleri de silindir kubbeli Türk çadırlarının ayırıcı özelliklerini göstermektedir.[99]Eski Türklerde Güneş’in siyasi bir sembol olarak kullanıldığı da bilinmektedir. Güneş, som altından yapılan bir küreyle temsil edilmiştir. Sonraki zamanlarda Türk cihan hâkimiyetini ifade eden “Kızılelma” adını aldığı ve Türk hakanının otağı önünde bir tuğ olarak sembolize edildiği çokça dile getirilmiş bir husustur. Ayrıca Oğuz Kağan’ın bayrağının da Güneş olduğunu belirtelim. Türkler arasındaki Kızılelma motifinin kadîm dönemlere kadar gittiği, çok eski inançlara ve töreye dayandığı bilinmektedir. Yenisey Yazıtları’ndan anlaşıldığına göre, Barlık Suyu boyunca oturan Oğuzları, buradan alıp hep batıya doğru yürüten güç işte bu Kızılelma ideali olmuştur. Ergenekon Destanı’ndaki Kızılelma ise, Ergenekon’dan çıkıp eski yurda yeniden sahip olma ideali olarak karşımıza çıkar. Kızılelma, ulaşılması gereken idealler ile ülkeleri ele geçirmek için fetihleri amaç hâline getiren bir semboldür.[100]
Oğuz Kağan Destanı’nda evren tasavvuru ile ilgili önemli bilgiler, bazı sembollerle ifade edilmiştir. Bu bilgiler, temel olarak Oğuz Kağan’ın ilk eşi ile ilgili aktarımlarda bulunmaktadır. Destana göre, bir gün bir yerde Tanrı’ya yalvarmakta olan Oğuz Kağan, karanlıkta gökten bir ışık indiğini görmüş ve ışığın indiği yere gitmiştir. Işığın indiği yerde bir kız görmüş, bu kıza âşık olmuş ve bundan doğan çocuklarına sırasıylaGün, AyveYıldızadlarını koymuştur. Gün, Güneş’tir. Yıldız ise Güneş dışındaki diğer yıldızları, muhtemelen galaksiyi sembolize etmektedir. Ay ise Dünya’nın uydusudur. Çocuklarının adlarının sıralanması da, Dünya’yı etkileme önceliklerine göredir. Dünya’yı önce Güneş, sonra Ay en sonda ise Galaksi daha fazla etkilemektedir. Buradaki bütün sembollerin, Dünya dışı olması dikkat çekmektedir. Zaten çocukların annesi de, Dünya dışından gelmiştir. Annenin “ışık”la sembolize edilmesi üzerinde ise ayrıca durulması gerekmektedir.[101]Çünkü insanlar, Güneş ve diğer yıldızları yaydıkları, Ay’ı yansıttığı ışık ile tanımışlardır. Destanda günümüzde ulaşılan coğrafi bilgilerle örtüşen başka ve daha önemli bazı bilgiler de bulunmaktadır. Bu bilgiler ise, Oğuz Kağan’ın ikinci eşi ile ilgili anlatılarda mevcuttur. Destanda Oğuz Kağan’ın bir gün ava gittiği, önünde bir göl ve gölün ortasında bir ağaç gördüğü, buağacınkovuğunda da bir kızın oturduğu anlatılmaktadır. Oğuz Kağan, gördüğü bu kızı sevmiş ve ondanGök, Dağ veDengiz (Deniz)adında üç oğlu olmuştur. Bu isimler, hüviyet itibariyle son derece önemlidir.Gök ile hava küre/atmosfer, dağ ile taş küre/litosfer, deniz ile su küre/hidrosfersembolize edilmiştir.[102]Hava küre yani atmosfer, yerçekimi kuvveti ile Dünya’yı çevreleyen gaz kütlesidir. Yaşamı oluşturan atmosfer, Güneş sisteminde benzersizdir. Azot, oksijen, argon, karbondioksit, su buharı ve eser (az) miktardaki gazlardan oluşmaktadır. Taş küre yani litosfer, Dünya’da bulunan karaların tamamıdır. Yer kabuğunun tamamı ve üst mantonun bir kısmı litosferi oluşturur. Yer kabuğu, hareket hâlinde olan altındaki katmanlara göre oldukça kırılgandır. Su küre yani hidrosfer ise, Dünya’daki suların tamamıdır. Dünya’da yer alan sular; sıvı, katı ve gaz hâlinde olup yüzeyde ve yüzeye yakın yer kabuğu ile atmosferde bulunur. Güneş sistemindeki gezegenler arasında su, sadece Dünya’da bulunmaktadır. Okyanuslar, denizler, göller, akarsular, buzullar, su buharı vb. hepsi, su küreyi oluşturur. Üç erkek çocuğun yani Gök, Dağ ve Deniz’in ortak noktası “ağaç” kovuğunda bulunan anne ise canlılar küresini (biyosfer) sembolize etmektedir. Bilindiği üzere biyosfer; atmosfer, hidrosfer ve litosferde canlı hayatının bulunduğu yerleri kapsamaktadır. Canlılar küresi yani biyosfer, Dünya’nın fizikî yapısı ile tüm organizmaları birbirine bağlayan alanlardır. Ekosfer olarak da ifade edilen biyosfer, deniz tabanından başlayarak Atmosfer içinde yaklaşık 8 km yüksekliğe kadar uzanır. Canlılar hayatlarını, bu doğal sınırlar içinde sürdürebilirler.[103]Üç küresel ortam (litosfer, atmosfer, hidrosfer) içinde yaşamın bulunduğu alanları ifade eden biyosfer, zamanla gelişmiş ve kendini yeniden organize etmiştir. Dünya, biyosfer sayesinde Güneş sistemi içinde özel bir yere sahiptir ve diğer gezegenlerden ayrılmaktadır. Canlılar küresinin “gölün ortasındaki ağaç” yani bitkiyle sembolize edilmesi üzerinde de ayrıca durulmalıdır. Çünkü bu bir tesadüf olmasa gerektir. Öncelikle bitkiler, beslenme zincirinin ilk halkasıdır ve Güneş’ten gelen enerjiyi kullanılabilir hâle getiren temel unsurdur. Bitkinin olmadığı yerde, Güneş enerjisi boşa gidiyor, demektir. Dolayısıyla biyosferin herhangi bir canlı ile değil, ağaçla temsil edilmesi günümüz coğrafî bilgisi bakımından son derece isabetlidir. Diğer taraftan ağacın gölün ortasında bulunması, suyun hayat verici özelliğine vurgu yapmaktadır. Çünkü su yoksa hayat da yoktur. Son olarak; üç çocuğun ortak noktası olarak babanın değil de annenin gösterilmesi, doğurganlığı ifade etmesi bakımından da dikkat çekicidir. Çünkü tabiat da, doğurgan bir yapıya sahiptir.[104]
Oğuz’da Sol Sağ: Oğuz Kağan Destanı’nda sağ tarafta (destandaong janak) Oğuz ilinin dostu Altun Kağan, sol tarafta (destandaçong janak)ise Oğuz ilinin düşmanı Urum Kağan yerleşmiştir. Oğuz’un batıya doğru hareketi, metin dâhilinde onun ileriye doğru hareketi gibi anlaşılır. Oğuz’un en son düşman memleketini de alıp kendi iline katmasından sonra geri yurduna dönmesi, onun doğuya doğru tekrar hareketi gibi anlaşılır. Demek ki, metin dâhilinde ileri-geri zıtlığı doğu-batı zıtlığıyla yer değiştirmektedir. Doğu-batı (aynı şekilde aşağı-yukarı, ileri-geri) ikili zıtlığı Türk destanlarında sabit semantik yoruma sahiptir. Değişen, yalnız benzeri anlam taşıyan ikili karşılaşma bloklarıdır. Örneğin, daha arkaik tipli Yakut, Şor, Hakas, Tuva, Altay destanlarında aşağı-yukarı, kuzey-güney zıtlıkları doğu-batı veya sağ-sol bölümlerinin yerinde kullanılmıştır. Bu halde ikili zıtlıkların sentagması değişse de paradigması değişmez olarak kalır.[105]Bilindiği gibi eski çağlarda Türkler dinî merasimlerini güneşin hareketi yönünde, yani yüzü doğuya doğru, oturarak yaparlardı. Oğuz Destanı’nda görüldüğü gibi ikili zıtlıklar birbirine sıkı bir şekilde bağlıdır ve mekân anlamı ifade eden semantik bloklar kolaylıkla biz-onlar, dost-düşman zıtlığına çevrilir. Doğu-batı veya sağ-sol zıtlığının semantik dairesinin genişlemesi doğrudan doğruya millî kültürel olguların dahilî kurallara uygunluğu ile bağlantılıdır. Şüphesiz, ilk çağlarda sağ-sol zıtlığı daha çok mekân işlevini yerine getirmekteydi. İskit-Sakalarda, Hunlarda, Göktürklerde ordunun, arazinin iki hisseye -sağa ve sola- bölünmesi Türk kültüründe gelenekçilikle, millî bilinçle ilgilidir. Hunlarda (Oğuzlarda olduğu gibi) on iki boy, merkezin sağında, on iki boy da solunda yerleştirilmişti. Bu bölünme sistemi Oğuz Kağan Destanı’nın salname varyantlarında aynen tekrarlanır. Ayrıca bu Oğuz mekân yapısının Türk devletlerindeki varlığı, İskitlerden Safevîlere kadar uzamaktadır. Fuad Köprülü’ye göre Şah İsmail-i Safevî, Kızılbaş boylarının on altısını sağ, on altısını sol olmak üzere ikiye ayırmıştı. Göktürklerde bu sağ-sol bölümü sadece on oklu il sistemine göreydi. “Beş ok Dulu” diye adlandırılan Doğu’da yerleşenlere “beş Çor” başkanlık ederdi.[106]“Beş oklar Nuşibi” olarak isimlendirilen Batıya yerleşenlere ise “Beş İrkin” (Erkin) başkanlık etmekteydi. Kaynakların verdiği bilgiye göre oklar sonradan boy olarak adlandırılmaya başlanmıştır. Sağ tarafta bulunan beş Dulu boyu Suyab’ın (Suyab Şimdiki Tokmak şehrinin yakınlarındaki Akbeşim kasabasıdır.) doğusunda, solda olan beş Nuşibi boyu ise Suyab’ın batısında yerleşmiştir.[107]7. asırdan itibaren on ok sistemi, on iki boy sistemi ile yer değiştirmiş olup doğu boylarına Tölösler, batı boylarına ise Turduşlar denilmiştir. Aynı doğu-batı veya sağ-sol bölünmesi Uygur Kağanlığı’nda da mevcuttu. Böyle ikili bölünme Oğuzlarda Bozok – Üçok şeklindedir. Bunu Oğuz Kağan’ın ilk defa toy verip Bozokları sağda, Üçokları solda oturtması hakkındaki destan bilgisi de tasdik etmektedir. Her bir boy yapısında, hem orduda hem de devlette sağın solu, solun da sağının olması mutlaktı. Nitekim Mankışlak’ta yaşayan Salorlar[108]“içki” ve “teşki” (yani sağ-sol) Salorlara bölünmüştüler. Ordunun sağ tarafının sol kanadı olduğu gibi sol tarafının da sağ kanadı bulunmaktaydı.[109]Sağ-sol prensibine elçilerin kabulü sırasında da uyulmuştur. Örneğin tarihten bilindiği gibi, Avrupa Hun hükümdarı Atilla gelen elçilerin derece ve mevkilerine göre onların bazılarını sağda, bazılarını ise solda oturtmuştur.[110]Genel olarak değerlendirirsek ikili zıtlık sisteminde kuzey sola, güney ise sağa uygundur. Bu da Türk düşüncesinde dünyanın dört tarafı dendiğinde doğu-batı veya sağ-sol ikili zıtlıklarının anlaşıldığını göstermektedir: Doğu/sağ # batı/sol; Güney/sağ # kuzey/sol. Dünyanın dört tarafının aslında ikili bölümden ibaret olduğunu Oğuz Kağan Destanı’nın bütün varyantlarında korunan yay-okun bulunması da onaylamaktadır. Yayın gündoğumunda, okun ise günbatımında bulunması destanda bütün dünyanın (yani dünyanın dört tarafının da) bir bayrak altında birleşmesinden sonra ortaya çıkar. Diğer taraftan yay bütün yer küreyi kapsadığından doğu-batı veya sağ-sol ikili bölümü kendi içinde güney-kuzey bölümünü de eritmiş olur. Mitolojik anlamda yay-ok nizamlı dünyanın yapısını çizer. Okun destanda karanlığa doğru kanatlanması onun güney-kuzey antitezini de birleştirdiğini gösterir.[111]Oğuz Kağan Destanı’ndan anlaşıldığı gibi Oğuz Kağan’ın Gök Kızı’ndan doğan ilk üç oğlu onun sağında, yer kızından doğan üç oğlu ise solunda otururlar. Bununla da hâkimiyette veraset hukuku sağlara (Oğuz tayfa bölümüne göre Bozoklara) verilir. Oğuz Kağan Destanı’nda ozanın,“Ong janakta buzuklar olturdu, çong janagda üçoklar olturdu.”ifadesi sonraki devir hadiselerini bediî şekilde yansıtan Dede Korkut Kitabı’nda“sağda oturan sağ biğler, solda oturan sol biğler”deyiminde korunmuştur. Destanda Oğuz Kağan sembolik bir şekilde büyük oğullarını yay’a, küçük oğullarını ise ok’a benzetir. Bununla da Oğuz Kağan eski Türk geleneğinden gelen hâkim-bağımlı, büyük-küçük, idare eden-yönlendirilen prensibini mutlaklaştırır. Oğuz’a göre yönetimde devletin, savaşta ise ordunun sol kanadını teşkil eden Üçoklar bütün işlerde Bozoklara tâbi olmalıdırlar. Oğuz,“ya attı oknı, oklar teg sizler bolung”demekle hâkimiyet sisteminde Bozokları Kağan, Üçokları vezir tayin eder.[112]
SONUÇ
Oğuz Kağan Destanı’ndaki sembolik dili anlamadan Türklerin İslam öncesi bağlı olduğu ve Hz. Âdem’den beri gelen Haniflik[113]dinini de anlayamayız. Tarihte meşhur ve büyük hükümdarlarla cihangirlerin seferlerinin hüviyetleri birbirine benzeyebilir. Bu tip hususlarda net hükümlerden kaçınmak gerekir. Fakat Oğuz geleneğinde sol/sağ anlayışı kadim hikmet geleneğinin sembolik dilini içinde barındırmaktadır. Zülkarneyn batı seferini yapmış dünyevî/bedenî özellikleri ağır basan bir kavimle karşılaşmıştır. Sonra doğu’ya yaptığı seferinde üstüne güneş’ten başka bir şey doğmayan kavimle karşılaşmıştır. Zülkarneyn kıssasının tasavvufî yorumunda görüldüğü gibi batı seferi Güneş’in balçıkta yani bedenî yapıyı oluşturan unsurlarda yok olmasını göstermektedir. İnsanın kendine nisbet ettiği vasıfların “Fenafillah”a kavuşmasıdır. Doğu seferi ise Güneş’in batmadığı bir yerde ruhun olgunlaşmasını temsil etmektedir. Bu safha Zülkarneyn’in “Bekabillah” menziline ulaştığını gösterir. Oğuz Kağan’ın zevceleri olacak ağaç içinde gördüğü kızdan olan “Gök, Deniz ve Dağ” isimli oğullarını sola/batıya (insanın bedenî yapısını oluşturan 4 unsur yani anâsır-ı erbaa), Işıktan gelen kızdan “Gün/Güneş, Ay ve Yıldız” isimli oğullarını ise sağa/doğuya oturtmuştur. Destan’da Oğuz Kağan’ın sola oturan oğulları üç ok, sağa oturanlar ise bir yay bulmuşlardır. Ayrıca sola oturanlar, sağa tabi kılınmışlar, böylece bedenî nitelikler ruhun hâkimiyetine teslim edilmişlerdir. Zülkarneyn kıssasında batı yolculuğu tevhîd-i ef’âl, tevhîd-i sıfât, tevhîd-i zât, doğu yolculuğu Cem, Hz. Cem, Cem’ü’l-cem’i temsil etmektedir. “Karn”ın boynuz anlamı ile yay ve kavs’a hatta öküz/Oğuz ismine çağrışımı da söz konusudur. İki devir, asır anlamları ise ismi daha da zenginleştirmektedir. Oğuz Kağan Fenâ kavsi’ni (sol/batı Üç Oklar); Beka Kavsi’ne (sağ/doğu Bozoklar-yay) tabii kılarak “birliği (Tevhid)” tahakkuk ettirmektedir. Doğu’nun yay bulması ve iki kavs’in tamamlanması ile “kâbe kavseyn”e(iki yay yakınlığı) ulaşıldığını da göstermektedir. Zülkarneyn’in salih bir kul olarak Ye’cûc ve Me’cûc’e (sosyal hercümerc ve/veya ferdî vehim ve hayallere) sed çekmesi; O’nun Hakk’a olan kulluk görevlerini zahir ve batında tamamladığını göstermektedir. Oğuz Kağan da oğullarının üç ok ve yayı bulmasından sonra “Ey oğullarım, ben çok aştım; çok vuruşmalar gördüm; çok kargı ve çok ok attım; atla çok yürüdüm; düşmanları ağlattım; dostlarımı güldürdüm. Ben Gök Tanrıya (borcumu) ödedim. Şimdi yurdumu size veriyorum dedi…..” sözleri ile destanın bitmesi Zülkarneyn kıssası açısından daha da anlamlı olmaktadır. Mücadele edilecek Yecüc Mecüc[114]’e karşı kıssada demir getirilip ve bakır eritip seddi inşa ettiği görülmektedir. TürklerdeOğuz Kağan Destanı’nın sonunda vurgu yapılan kargı demirden, ok ise bakırdan yapılmaktadır[115]. Hem salih kul Zülkarneyn hem de Oğuz Kağan benzer sembollerle (demir/bakır) görevlerini tamamlamaktadır.Kıssa’ya bu açılardan bakmadan bazı müfessirlerin Zülkarneyn’e Koreş; Türklerin atalarına da “Ye’cûc-Me’cûc”[116] yakıştırmaları asla kabul edilemez. Bu, asırlar boyu İslâm’a hizmet etmiş, hâlâ da etmekte olan Türk milletinin evlatlarını gelecekte de bir Zerdüşt mitolojisine veya İsrailiyat’a mahkum etmek demektir. Geçmişten günümüze çeşitli sebeplerden dolayı Türk milletine düşmanlığı olanlar, Türklere Ye’cûc-Me’cûc, Zülkarneyn’e de İskender veya Koreş demektedirler. İşin ilginç ve dikkat çekici yönü ise, Türk asıllı ilim adamı ve araştırmacılarının da bu yorumlara iştirak etmeleridir. Oysa Oğuz Kağan Destanı, Zülkarneyn kıssasının hem zahirî hem de batinî yorumuna en uygun niteliklere sahiptir. Bu hususu göz önünde bulundurarak değerlendirmeye tabi tutmamız ve doğruyu kamuoyuna sunmamız, ecdadımıza haksızlık yapılmasına mani olacaktır. Geçmişte Hanif dinine mensup olan Türkler, Hz. Peygamber’in kâinatı şereflendirmesiyle İslam’la müşerref olmuş kutlu bir millettir. Yüce Yaratan Rûm suresi, 30. ayetteşöyle de buyurmaktadır: “Resûlüm! Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.”
KAYNAKLAR
Ahmet Şekercioğlu, Klasik ve Çağdaş Kur’ân Yorumlarında Zülkarneyn Kıssası’nın Tahlili, Yüksek lisans tezi, İstanbul Üniversitesi, İstanbul, 2013.
Ali Rıza Özdemir (ED), Çağdaş Bilimler Işığında Oğuz Kağan Destanı, Kripto, Ankara, 2014.
Fatma Köksal Albayrak, Kur’an’ın Işığında Zülkarneyn Kıssası, Doktora tezi, Marmara Üniversitesi, İstanbul, 2012.
İsmâil Hâmi Danişmed, Türk Irkı Niçin Müslüman Oldu, Millî Ülkü Yayınevi, Konya, 1978.
İsmâil Hâmi Danişmed, Türklük Meseleleri, Doğu Kütüphanesi, İstanbul, 2006.
İsmail Yakıt, Kur’an’ı Anlamak, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2003, s. 215.
Kemaleddin Abdürrezzak Kaşaniyyü’s-Semerkandî, Te’vîlât-ı Kâşâniyye, c. 2, Tercüme: Arabacı İsmail Ankaravî veledi manevisi Ali Rıza Doksanyedi, yayına hazırlayan: M. Vehbi Güloğlu, Kadıoğlu Matbaası, Ankara, 1987.
Mustafa Öztürk, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 44. c., Ankara, 2013.
Necati Gültepe, Oğuzname, Resse Yayınları, İstanbul, 2013.
Necmettin Şahinler, Balığın Karanlığı ve Güneşi Doğurmak, İnsan Yay., İstanbul, 2012.
Süleyman Sertkaya, Konulu Tefsir Metodu Işığında Kehf Sûresinin Tahlili, Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi, İstanbul, 2009.
Bang, G. R. Rahmeti, Oğuz Kağan Destanı, MEB Yayınları, İstanbul, 1970
DİPNOTLAR
[1]TURAN İlim Fikir ve medeniyet dergisi, sayı: 25. yıl 2015., s.113-148.
[2]Ahmet Şekercioğlu, Klasik ve Çağdaş Kur’ân Yorumlarında Zülkarneyn Kıssası’nın Tahlili, Yüksek lisans tezi, İstanbul Üniversitesi, İstanbul, 2013, s. 164.
[3]Ahmet Şekercioğlu, a.g.t., s. 165.Âzâd, Mevlânâ Ebu’l-Kelâm,”Şahsıyyetu Zi’l-Karneyn el-Mezkûr fi’l-Kur’ân”, Sekâfetu’l-:Hind, Yeni Delhi, 1950. c.1/sayı1, s.50-73; c.1/sayı2, s.58-86;c.1/sayı3, s.10-40.
[4]Ahmet Şekercioğlu, a.g.t., s. 165.
[5]Ahmet Şekercioğlu, a.g.t., s. 165-166.
[6]Türklerin Ataları olan kavimler (açıklama: Hilmi Özden, Ahmet Kartal)
[7]Ahmet Şekercioğlu, a.g.t., s. 166.
[8]Ahmet Şekercioğlu, a.g.t., s. 166.
[9]Ahmet Şekercioğlu, a.g.t., s. 173.
[10]Ahmet Şekercioğlu, a.g.t., s. 103.
[11]Ahmet Şekercioğlu, a.g.t., s. 170.
[12]Fatma Köksal Albayrak, Kur’an’ın Işığında Zülkarneyn Kıssası, Doktora tezi, Marmara Üniversitesi, İstanbul, 2012.
[13]Fatma Köksal Albayrak, a.g.t., s.192.
[14]Fatma Köksal Albayrak, a.g.t., s. 192-93.
[15]Süleyman Sertkaya, Konulu Tefsir Metodu Işığında Kehf Sûresinin Tahlili, Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi, İstanbul, 2009.
[16]Süleyman Sertkaya, a.g.t., s. 163.
[17]Süleyman Sertkaya, a.g.t., s. 164-65.
[18]Mustafa Öztürk, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. 44, Ankara, 2013., s. 566.
[19]Mustafa Öztürk, a.g.m., s.566.
[20]Mustafa Öztürk, a.g.m., s.566-67.
[21]Mustafa Öztürk, a.g.m., s. 567.
[22]İsmail Yakıt, Kur’an’ı Anlamak, Ötüken Yay., İstanbul, 2003, s. 215.
[23]İsmail Yakıt, a.g.e., s. 215-16.
[24]W. Bang, G. R. Rahmeti, Oğuz Kağan Destanı, MEB Yay., İstanbul, 1970.
[25]Ali Rıza Özdemir (ED), Çağdaş Bilimler Işığında Oğuz Kağan Destanı, Kripto, Ankara, 2014, s. 110.
[26]Zeki Velidi Togan, Oğuz Destanı, (Reşideddin Oğuznamesi tercüme ve Tahlili), Enderun Kitapevi, İstanbul, 1982.
[27]Ali Rıza Özdemir, a.g.e. s. 110.
[28]Ali Rıza Özdemir, a.g.e. s. 111.
[29]W. Bang, G. R. Rahmeti, a.g.e., s. 5-6.
[30]W. Bang, G. R. Rahmeti, a.g.e., s. 6.
[31]W. Bang, G. R. Rahmeti, a.g.e., s. 7.
[32]W. Bang, G. R. Rahmeti, a.g.e., s. 8.
[33]W. Bang, G. R. Rahmeti, a.g.e., s. 9.
[34]W. Bang, G. R. Rahmeti, a.g.e., s. 10.
[35]W. Bang, G. R. Rahmeti, a.g.e., s. 10-11.
[36]W. Bang, G. R. Rahmeti, a.g.e., s. 12.
[37]W. Bang, G. R. Rahmeti, a.g.e., s. 13-14.
[38]W. Bang, G. R. Rahmeti, a.g.e., s. 14.
[39]Necati Gültepe, Oğuzname, Resse Yayınları, İstanbul, 2013, s. 211.
[40]Necati Gültepe, a.g.e., s. 212.
[41]Necati Gültepe, a.g.e., s. 213-14.
[42]Necati Gültepe, a.g.e., s. 214.
[43]İsmâil Hâmi Danişmed, Türklük Meseleleri, Doğu Kütüphanesi, İstanbul, 2006, s. 134.
[44]İsmâil Hâmi Danişmed, a.g.e., s. 135.
[45]İsmâil Hâmi Danişmed, a.g.e., s. 135.
[46]İsmâil Hâmi Danişmed, a.g.e., s. 136.
[47]İsmâil Hâmi Danişmed, a.g.e., s. 136-37.
[48]İsmâil Hâmi Danişmed, Türk Irkı Niçin Müslüman Oldu, Millî Ülkü Yayınevi, Konya, 1978, s. 177-78.
[49]İsmâil Hâmi Danişmed, a.g.e., s. 175-76.
[50]İsmâil Hâmi Danişmed, a.g.e., (1978) s. 176.
[51]İsmâil Hâmi Danişmed, a.g.e., (1978) s. 176-77.
[52]İsmâil Hâmi Danişmed, a.g.e., (1978) s. 177-78.
[53]Kazan Türklerinden büyük din alimi
[54]İsmâil Hâmi Danişmed, a. g. e., (1978) s. 178.
[55]Kemaleddin Abdürrezzak Kaşaniyyü’s-Semerkandî, Te’vîlât-ı Kâşâniyye, c. 2, Tercüme: Arabacı İsmail Ankaravî veledi manevisi Ali Rıza Doksanyedi, yayına hazırlayan: M. Vehbi Güloğlu, Kadıoğlu Matbaası, Ankara, 1987.
[56]Kemaleddin Abdürrezzak Kaşaniyyü’s-Semerkandî, a.g.e., s.242-43.
[57]Kemaleddin Abdürrezzak Kaşaniyyü’s-Semerkandî, a.g.e., s. 243.
[58]Kemaleddin Abdürrezzak Kaşaniyyü’s-Semerkandî, a.g.e., s.244-45.
[59]Kemaleddin Abdürrezzak Kaşaniyyü’s Semerkandî, a.g.e., s.245.
[60]Kemaleddin Abdürrezzak Kaşaniyyü’s-Semerkandî, a.g.e., s.246.
[61]Necmettin Şahinler, Balığın Karanlığı ve Güneşi Doğurmak, İnsan Yay., İstanbul, 2012.
[62]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 53.
[63]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 54.
[64]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 54-55.
[65]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 55.
[66]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 57.
[67]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 57-58.
[68]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 58.
[69]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 58.
[70]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 59-60.
[71]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 60.
[72]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 61.
[73]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 61.
[74]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 63., Ahmet Yüksel Özemre, Toma’ya Göre İncil, Hz. İsa’nın 114 Hadisi, İyiadamYayıncılık, İstanbul 2002, s. 91.
[75]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 63.
[76]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 64.
[77]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 64.
[78]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 65.
[79]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 66.
[80]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 66.
[81]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 67-68.
[82]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 68.
[83]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 69.
[84]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 70.
[85]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 71.
[86]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 73.
[87]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 74.
[88]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 77-78.
[89]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 78.
[90]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 78-79.
[91]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 79.
[92]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 82.
[93]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 82.
[94]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 83.
[95]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 83-84.
[96]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 84.
[97]Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 86.
[98]Ali Rıza Özdemir, a. g.e., s.111.
[99]Ali Rıza Özdemir, a. g.e., s.111-12.
[100]Ali Rıza Özdemir, a.g.e., s. 113.
[101]Ali Rıza Özdemir, a.g.e., s. 114.
[102]Ali Rıza Özdemir, a.g.e., s. 115.
[103]Ali Rıza Özdemir, a.g.e., s. 116.
[104]Ali Rıza Özdemir, a. g.e., s.117.
[105]Fuzuli Bayat, Oğuz Destan Dünyası, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 2006, s. 232.
[106]Fuzuli Bayat, a.g.e., s. 232.
[107]Fuzuli Bayat, a.g.e., s. 233. Chavannes E, “Voyages de Sou Yun Dans l’Udyana et de Gandahara, BEFEO, T. -3, Hanoi, 1903: 27-28
[108]Salorlar Oğuzların Üçok boy birliğine dâhildiler ve Oğuz ilinin sol kanadını oluştururlardı.
[109]Fuzuli Bayat, a. g. e., s. 233., Bobir Z M, Bobirname, Toşkent, 1960.
[110]Fuzuli Bayat, a. g. e., s. 233., Gökyay O Ş, Dedem Korkutun Kitabı, İstanbul, 1973.
[111]Fuzuli Bayat, a. g. e., s. 233.
[112]Fuzuli Bayat, a. g. e., s. 238.
[113]Geniş Bilgi için Bakınız: Hikmet Tanyu, Türklerde Tek Tanrı İnancı, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1986., Sait Başer, Gök Tanrı’nın Sıfatlarına Esma-ül Hüsna açısından Bakış, Seyran yayınları, İstanbul, 1991.
[114]Sosyal hercümerc veya ferdî vehim ve hayaller
[115]Ali Rıza Özdemir, a. g. e., s.120.
[116]Yecüc ve Mecüc kavim ismi olmadığı halde
*Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Doktora Öğrencisi
** Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretim Üyesi (Prof. Dr.)