Turgut GÜLER
Osmanlı hükümdârları, Cuma selâmlığı, kılıç alayı gibi vesîlelerle halk içine çıktıklarında, “Yaşa! Vârol!”tarzında yükselen seslerin psikolojik tahrîbâtını önlemek maksadıyla, yanlarındamüsekkin tesiri yapmakla vazîfeli bir memûr taşırlardı. Bu memûrun işi, tezâhürat hurrâsı sırasında Pâdişâh’ın kulağına eğilerek:
“Mağrûr olma Hünkâr’ım, senden büyük Allah var!”
demekten ibâretti.
El’ân şâhid olduğumuz agrandisman çabuklukları ile bu ecdâd duruşunu nasıl bir araya koyabilirsiniz? Elhân-ı Şitâşâirinin,Milenyum yıllarında yaşamaması, aslâ bir nâkise değil. Onun gördüğü tesâdüfî büyük adamların torunları, dedelerini aratmıyor…
Cenâb Şehâbeddin’in not defterinden çıkan ve her biri ayrı düşünce iklîmine açılan inci dânesi sözlerden biri şöyle:
“Yaşamak, her sâniye biraz ölmektir.”
Ne hârikulâde bir ölüm târifi ve ne fevkalâde bir hayat reçetesi. Ömür ile ölümü aynı hizâda ve birbirinin tamamlayıcısı olarak görmek için bulunulacak noktayı, Yahyâ Kemâlmısrâlara şu hârika seslerle aktarmıştı:
“Bir merhaleden Güneş’le deryâ görünür,
Bir merhaleden her iki Dünyâ görünür,
Son merhale bir fasl-ı hazandır ki, sürer,
Geçmiş, gelecek cümlesi rûyâ görünür.”
Dünyâ hayâtının fâni, Âhiret hayâtının ebedî olduğuna inanıyorsak, burada kastedilen ölümün, eskilerin “Dehr”dedikleri Dünyâ’lı günlere vedâ edilen vakti işâret ettiği ortada.
Hâmid’in Makber Mukaddimesi’nde söylediği gibi, ölüm, “Bir hakîkat-i müdhîşe”dir ve ölüm karşısında hiçbir şey söyleyememek,şiirin kanat takıp uçanıdır.
Evet, ölüm bir hakîkattir. Ölüme giden yolda oyalanmanın adı da yaşamak. Dolayısıyla, yaşamaya çalışırken attığımız her adım, sarfettiğimiz her kelime, bizi ölüme biraz daha yaklaştırıyor. Cenâb Şehâbeddin:
“Yaşamak, her sâniye biraz ölmektir”
derken, hayâtın ölen sâniyeleri, ölünün dirilişine zemîn hazırlıyor, demek istiyor.
Yûnus Emre’nin, ölüm korkusu içinde kıvrananlara hitâben söylediği:
“Ölümden ne korkarsın?
Korkma! Ebedî varsın…”
formülü, ebedî hayâtın yeknesaklık olmadığını, ayrıca belirtiyordu:
“Her dem yeniden doğarız
Bizden kim usanası…”
Sâdece bizde değil, bütün Dünyâ edebiyâtında, ölüm hakîkati karşısında âciz kalan insanın, kendine moral verme ve acıyı hafifletme çabaları görülüyor. Bu uğurda sarfedilen gayret, bâzen o raddeye varıyor ki, ölüm, arzûlanan, bir ân önce kavuşulması gereken vuslat, buluşma noktası hâline dönüşüyor.
Şeb-i Arûsterminolojisi, bu sûretle ihdâs edilmiş. Ölünün – ayak dâhil – hiçbir uzvunu kullanamayacağı meydânda iken, Hakk’a yürümehaberleri, îmânın olgunluk âyârını ölçmeye çalışıyor.
Hayâtın, ölümü hazırlayan sâniyelerinde, âdemoğlu yine de boş durmamış, koskoca bir kütüphâne-i mevttesis etmiştir… Ne var ki, bu kütüphâneye okuyucu bulunamıyor. Tuna Nehri’nin akmam dediği 93 Harbi’nin şehîd ve gâzîleri, Balkan coğrafyasını baştanbaşa kanlarıyla sularken, o gâzîlerin, şehîdlerin bugünkü torunları kemik sızlatma rekorlarıkırıyor.