Levent BAYRAKTAR[i]
İnsanoğlu bütün öteki canlılar gibi sınırlı ve sonlu bir hayata doğar fakat onlardan farklı olarak kendi varoluşunu gerçekleştirerek bu dünyadan ayrılır. Varoluşa sahip olmak insanı diğer canlılardan ayırır. Çünkü bilinç, hafıza ve şahsiyet varlığı olarak insan sadece kendi türünün bir ferdi olarak değil, inşa ettiği varoluşu bağlamında bir hayat yaşar. Varoluşu belirleyen hayat ve koşullar kadar ölüm ve ölüme yüklenen anlam da insanın dünya üzerindeki yerini tayin eder. Sınırlı ve sonlu bir varlık olduğunun idraki içinde insanın kendisini temellendirmek zorunda oluşu, onun en büyük öğreticisi olabilmektedir.
Bütün canlıları bekleyen son olarak betimlenen ölüm karşısında, etik bir tavır alışla varoluşsal bir dönüşüm ve farkındalık elde etmenin felsefi imkânları nelerdir? Bunun üzerinde durmaya çalışalım. Yani ölümden ne öğrenebiliriz ya da ölümden öğrenmek mümkün müdür?
Belki paradoksal bir ifade olacak ama ölüm de insan için bir bilgi ve öğrenme alanıdır. Ölüm fenomenini tıp, hayatî fonksiyonların yerine getirilememesi veya organ yetersizliği gibi cümlelerle tanımlayabilir. Fakat burada kastedilen bilgi, bu türden bir bilgi değildir. Ölümden öğrenebileceğimiz bilgi, fizyolojik veya bilimsel olmaktan çok, etik ve metafiziktir.
Ölümden kim ne öğrenecektir? Ölen insan mı geride kalanlar mı bu bilgiye ihtiyaç duyarlar? Aslında burada etik ve metafizik titreme ve farkındalık, yaşayanlar için elzemdir. Zira ölen için hayatta yaptıkları, kurduğu ilişkiler, eserleri, geride bıraktıkları, yadigâr kalmıştır. Onun geriye dönüp, yaptıklarını veya yapmadıklarını değiştirmesi olanağı kalmamıştır. Bu olanak, hayattakiler için mevcuttur. Öyleyse ölüm, ölen için değilse de hayattakiler için bir bilinç, imkân ve eylem sahası açmaktadır.
Bilebildiğimiz evrende, gerçek manasıyla, öğrenme eyleminin öznesi insandır. -Her ne kadar hayvan psikolojisi üzerine çalışanlar, hayvanların da sınırlı da olsa öğrenme süreçlerine katılabildiklerini ve mesafe alabildiklerini söyleseler de burada konumuz olan öğrenme sadece insana mahsus olan öğrenmedir.-
İnsanoğlu bilinçli bir varlık olarak, sürekli kendisini, toplumu ve diğer varlıkları tanımak ister. Deyim yerindeyse o, bilmeye ve öğrenmeye mahkûm bırakılmış bir varlıktır. Çünkü biyolojik tabiattaki diğer varlıklar gibi içgüdü bilgisiyle varlığını idame ettirememektedir. İnsanın bilmeye olan ihtiyacı, tahmin edilemeyecek kadar karmaşık ve çeşitlidir. İnsan, her durum ve koşul altında, merak duyan ve bilmeye yönelen bir varlıktır. Bu yüzden onun neleri bilgi konusu haline getirebileceğini ne tahmin edebilmek ne de bunların bir envanterini çıkartmak mümkündür.
İnsan, bilme kabiliyeti, ihtiyacı ve potansiyeli ile beraber dünyaya gelir. Konuşmaya başlamasıyla sürekli sorular sorar. Bu sorular; ne, nedir, nasıl, ve niçin gibi sorulardır. Abartmak pahasına diyebiliriz ki, bu sorular bir düşünür veya bilim adamı adayının ilk sorularıdır. Zamanla sorularına yeterli cevapları alamayanlar sıradanlaşmaya ve birbirlerine benzemeye başlarlar. İşte bu durum, sonun başlangıcıdır. Sormayan, sorgulamayan, verili olanla yetinen ve görünenin ardını merak etmeyen nesiller böyle ortaya çıkmaktadır. Oysa öğrenmek en temel insanî yön ve yetimizin harekete geçmesi ve oluşması sürecidir. Sadece öğrenebilen insan oluşabilir ve varoluşunu anlamlandırabilir. Öyleyse öğrenebilmek varolabilmek için ön şarttır. Öğrenebilmek hem mental-bilişsel hem de manevî ve duygusal bir süreçtir. Öğrenebilmek için yönelebilmek, onun için de, bir şevk ve istek duymak ve irade etmek gerekir. Öyleyse insanoğlunun kendisine veya kendisinin dışındaki varlığa yönelebilir olması yani bu özgürlüğünün ve motivasyonunun bihakkın mevcut olması gerekir. Çünkü ancak özgür olan bir insan, hakkıyla düşünebilir ve düşüncelerini, hayallerini, tasavvurlarını ve ideallerini hayata geçirebilir.
İnsanoğlu, tabiattaki diğer canlılardan özne ve şahsiyet olmak bakımlarından ayrılır. Özne olabilmek, özümüzü inşa edebilmekle alakalıdır. Hazır veya konfeksiyon bir şahsiyet mümkün değildir. Her insanın kendi özünü ve şahsiyetini kendisinin oluşturması gerekir. Bu durum büyük bir imtihan ve imkândır. İmtihandır çünkü sonunda özgürleşemeden varoluş imkânından kesilmek riski vardır. İmkândır çünkü kendi özümüzü özgürleştirme ve inşa etme seçeneğimiz, gücümüz ve irademiz vardır.
Bu noktada ölüm ne öğretir veya ölümden ne öğrenilebilir diye tekrar sormanın sırası gelmiştir. Her şeyden önce, ölüm; bilen, farkında olan ve reşit bir özne olmayı başarmış insan için öğreticidir. Hayatın hiç hesaplanmamış bir biçimde ve zamanda biteceği ve bütün imkânların tükenip, dünyadan elde edilenlerin yine dünyada kalacağı gerçeği bilgiye dönüştüğünde, bilgeliğe de kapı aralamaktadır. Çünkü insan, sonlu ve sınırlı bir varlıktır. Nerede ve nasıl biteceğini bilmediği bir hayat sürmektedir. Elinde kendi bedeni ve kendi seçimleri ile kurduğu hayatı bulunmaktadır. Bir başkası olmaya özenmek veya başka bedenlerin hayatlarını yaşamaya imrenmek yerine, sadece kendisi olmak gibi bir imkânı vardır. Bu imkân aslında kişiye tanınmış bir potansiyeldir. Ölüm, hiç olamayacağınız bir kişi veya şey olmaya çalışmak veya bu uğurda tükenmek yerine, kendiniz olmanız için bir öğretmendir. Dolayısıyla yine paradoksal gibi görünen bir hüküm vermek durumundayız: Ölüm; ölümden öğrenebilenlere bir varoluş imkânı açmaktadır. Ölümlü bir hayat, varoluşumuzu gerçekleştirmek için ikinci bir şansımızın olmadığını öğretir. Aynı zamanda etik ve metafizik bir inşa sürecini de ima ve ilham eder. Böylece kendini gerçekleştirme ihtiyacı ve yönelimi bir birlikte-varoluş ümidi ve imkânını da beraberinde getirir. Çünkü insanoğlu fani bir varlıktır. Fanilik bilinci, geride haksızlıklar ve alacaklılar bırakmamayı da gerektirir. Ayrıca dünyayı ve insanları sömürmemeyi ve istismar etmemeyi; nicelik ahlakı ile değil nitelik ahlakı ile eylemeyi getirir.
İnsanın ölümlülüğü, gelip geçici olması ve faniliğini idrak etmesi; kişisel sürekliliği ve şahsiyeti açısından da bir inşa edici değerdir. İnsanın eline verilen dünyevî ve gelip geçici iktidar, onu, haddini bilmemesi durumunda, bir kibir varlığına dönüştürür ve zalim kılar. Oysa fanilik bilinci, her şeyin bir emanet ve imtihan olduğunu kavrar. Bu bilinç, dünyayı ve çevreyi bir tahakküm alanı olarak değil, paylaşmak ve korumak zorunda olduğumuz insanî varoluş imkânımız olarak tasavvur eder.
Ölümle karşılaşan bilinç, sınırlı ve sonlu bir varlık olduğunu fark eder. Ölüm, bütün canlıları bekleyen mutlak sondur. Fakat insan bilinci, ölümü beklemek yerine, bedenli varoluşunu gerçekleştirmeyi seçer. Zira tabiatta boş ve anlamsız hiçbir varlık ve süreç yoktur. İnsan da ölümü beklemek için değil “varolmak için varlık” olduğunu idrak eder. Yani insan varolmak için varolmuş bir varlıktır. İnsan; hiç olmak için varolmayı kabul edemeyecek olan bir varlıktır. Nitekim insan, bilinen evrende, kendisine, kendisi için bir dünya inşa edebilen biricik varlıktır. Bu dünya, nesnel koşullarla çevrelenmiş ve nesne ilişkilerinden kurulmuş olmakla beraber, öznel ve içsel bir dünyadır. Diğer bir değişle insan, fizik ve fizyolojik şartlar ve determinasyonlar içerisinde kendisine, bunlara indirgenebilir olmayan, etik ve manevi bir dünya inşa eder. İşte bu insan, kendisini gerçekleştirmiş ve özne varlığa dönüşmüş bir şahsiyettir. Artık o, maddi, fizik ve fizyolojik olandan, etik ve metafizik olana doğru hamle yapmış, manevileşmiş ve özgürleşmiştir.
İnsanın zihinsel, duygusal ve manevî yetilerinin ve ihtiyaçlarının çokluğu onu farklı önceliklere sahip olmak ve tercihler yapmak zorunda bırakabilir. İşte büyük insanlık başarıları da bu tercihler ve derinleşmeler sayesinde açığa çıkar. Bu başarılar nesilden nesile aktarılarak, diğer bir deyişle öğrenilerek, adına kültür ve uygarlık dediğimiz ortak insanî başarılar alanı inşa olunur.
İnsanın ölümlü bir varlık olduğunu fark etmesi ile hayatın anlamı belirmeye başlar. Ancak sınırlı bir varlık olduğunu bilen insan, kendisini gerçekleştirebilir. Sınırlı ve sonlu olmak şuuru, insana haddini bildirir. Haddini bilmek, başkalarıyla, evrenle uyum içerisinde ve barışık bir varoluş gerçekleştirmek için elzemdir. Ölümlü bir varlık olma bilinci, insanı bir yol ayrımına getirir. Burada iki istikamet vardır; bir yanda insanın tanrı olma kompleksi öte yanda insan olarak kendisini bilmesi ve fark etmesi…
Tanrılık kompleksi kendinde sınırsız bir güç vehmetme ve kendini mutlak bir varlık yerine koyma hadsizliğidir. Bu, kibir ve kendini gerçekleştirememe yani büyüklük duygusu içerisinde bir zavallı olarak kalmakla neticelenir. Bunun tersi kutbunda insanın kul olarak, fani olarak varlığını idrak etmesi yani haddini bilmesi yer alır.
İnsana yakışan şey; tevazu sahibi olmaktır. Bu, mutlak varlık olmadığının, sonlu ve sınırlı olduğunun, insan olarak daima yanılabilir olduğunun bilincinde olmayı gerektirmektedir. Ayrıca tevazu, insanı dogmatizmden de alıkoyar. Çünkü dogmatizm bilinecek şeylerin bizim onları gördüğümüz yerde bildiğimiz hallerinden ibaret olduğunu söylemek ya da savunmak anlamına gelir. Oysa insanın kendisi de dâhil olmak üzere, herhangi bir şeyi, sonuna kadar kavramış olması mümkün değildir. Bunun bilinci beşerî sahada insanı dogmatizmden ziyade felsefi tutum takınmaya sürükler. Ölümün öğrettiği gibi felsefi tutum da tanrı olmadığımızı, eksik bir varlık olduğumuzu, yanılabilir olduğumuzu, bulmuş olmak kibrine düşmeden, aramakta olmanın azizliğini benimser. Böylece ölümden insanın öğrendiği en temel erdem ya da hakikat, insanın gücü yettiği oranda kibre kapılmadan hakikat yolcusu olmaktır. Bu yolculuk, insanın sınırlarını bilerek, fakat buradan ümitsizliğe ve karamsarlığa düşmeden, kendisinden aşkın olan varlığı ve nizamı kavrama gayreti ile şekillenir.
İnsana yakışan şey, varoluş endişesi ve gayreti içerisinde bulunmaktır. Bu da insanın sonlu, sınırlı ve ölümlü bir varlık olduğunun idrakine bağlıdır.
Biyolojik bir varlık olarak dünyaya gelen insan, edindiği dil kabiliyeti ile bir kültüre nüfuz eder. Hafıza sayesinde de, içinde bulunduğu âna mahkûm olmadan, dün ve bugün arasındaki irtibatı kurar. Geçmişimiz, hafızamız ve hatıralarımız, kim olduğumuz husussunda benliğimizin temelini oluşturur. Şuur ve irade ile ise insan, içinde bulunduğu şartları hem idrak eder hem de onlara göre davranır. Fakat insanoğlu sadece çevre ve şartlar dâhilinde bir varoluş gerçekleştirmez. Bazen çevreye ve şartlara rağmen de tavır alır ve onların ötesinde bir hayat tasavvur eder. Dolayısıyla insanın bu zaman algısı onu bütün öteki canlılardan ayırır ve müstesna bir konuma yerleştirir.
Bergsoncu hafıza ve benlik kuramına yaslanarak betimleyecek olursak, insan; sınırlı ve sonlu beden hayatı içerisinde hafıza, bilinç, irade ve muhayyile yetileri ile burada ve şimdi ile kayıtlı bir varoluşa mahkûm olmaktan çıkar. Bedenli varoluşumuz benliğin oluşumu için bir imkân sunar fakat benlik bedenle özdeş değildir ve bedenli varoluşumuz sonlansa da, pür tinsel olan benlik, kendi doğası içerisinde kendi kaderini yaşar.
Evrendeki biricik şuur ve şahsiyet varlığı olan insan, sadece içinde bulunduğu koşulları bilmekle yetinemez. O hem kendisini hem de dış nesnel gerçekliği bilmek ister. Fakat sadece bununla sınırlı bir varoluş da gerçekleştirmez. Onun merak ve tecessüsü doğumdan öncesi ve ölümden sonrasını da kapsar. Zira o canlılar arasında zamanı üç boyutlu olarak yaşayan ve idrak eden yegâne varlıktır. İnsanoğlunun varlıkla ilişkisi, burada ve şimdi bağlamında kuruluyor gibi görünse de durum bu kadar basit değildir. Zira o, burada ve şimdi giriştiği her tutum ve davranışta hafıza sayesinde bütün geçmişi ile bulunmakta ve eylemektedir. Ayrıca bu insan bir gelecek tasavvuruna sahip olduğu için, olduğu insan yanında olmak istediği insanı da bir proje olarak benliğinde taşımaktadır. Böylece insanoğlu her seçim ve eyleminde burada ve şimdi bağlamında eyliyormuş gibi görünse de aslında zamanı bir bütün ve oluş halinde tasavvur etmek durumundadır. Hatta bu tasavvur, metafizik bir hamle ile insanın doğumdan öncesi ve ölümünden sonrasını da hatırda tutmasını zorunlu kılmaktadır.
Aslında “ölümden ne korkarsın, korkma ebedî varsın” diyen Yunus’un sözü üzerine söyleyecek çok da sözümüz olmadığının bilinci içerisindeyiz.
—————————–
[i]Prof.Dr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğr. Üyesi