20. yüzyıl Türk edebiyatında hikâye denince akla gelen ilk isimdir Ömer Seyfettin. Şairliği, dilciliği bir yana, 31 Mart Vakası’na müdahale eden Hareket Ordusu’nda bir asker; çağının sorunlarını gören, bu sorunların çözümüne kafa yoran bir fikir ve eylem adamıdır aynı zamanda. O halde niye birtakım ideolojilerin taassubuyla görmezden gelinir? Neden ısrarla çocuk edebiyatı yazarı olarak gösterilir?
*****
Süleyman KAYMAZ
Ömer Seyfettin, ölümünün üzerinden 102 yıl geçmesine rağmen eserleriyle de, fikirleriyle de hâlâ gündemde. Okur yetiştiren bir yazar olarak bir neslin kitapla, edebiyatla bağını güçlendirip, duygu ve fikir dünyasına mührünü vuran bir kalem. Ancak okul müfredatında yer olan unutulmaz hikâyeleri Kaşağı, Diyet, Falaka ve Pembe İncili Kaftan’dan ötürü genellikle çocuk edebiyatı yazarı olarak anılır. Bunda, İlköğretim Okullarında Okutulacak 100 Temel Eser arasında adının ve Yalnız Efe adlı eserinin geçmesinin de payı olsa gerek. Ancak bu etki, büyük bir edebiyatçı olan Ömer Seyfettin’e dair yanılgılardan sadece biri. Acaba onu eksik yahut yeterince tanımıyor olabilir miyiz?
Türk edebiyatında modern hikâyenin kurucusu ve Milli Edebiyat’ın en önemli savunucularından olan Ömer Seyfettin, Tanzimat’la birlikte başlayan dilde sadeleşme tartışmalarına yön veren, dil yazılarıyla bugünkü yalın Türkçenin mimarıdır.
Dil ve edebiyat hakkında kaleme aldığı makalelerle Yeni Lisan hareketinin esaslarını belirlerken, sade bir Türkçe ile yazdığı hikâyelerle de bu esaslara uygun örnekler vermiştir.
Düşüncelerinin temelinde millilik fikri vardır. Çökmekte olan Osmanlı Devleti’nin bir subayı olarak görev yaptığı Balkanlardaki karışıklıkların tesiriyle millet olmanın önemini kavramıştır. Ona göre millet olmanın yolu öncelikle milli bir dilden geçer. Bu dil de Türkçedir.
Nitekim, askerlik ve öğretmenlik de yapan Ömer Seyfettin, bu dilin imkânlarını kullanarak arkasında, şiir, hikâye ve nesirden oluşan dev bir külliyat bırakıp otuz altı yaşında hayata veda eder.
Doğduğum Yer, And ve Kaşağı
Ömer Seyfettin 11 Mart 1884’te Gönen’de doğar. Kafkas göçmenlerinden Ömer Şevki Bey ile İstanbullu bir ailenin kızı olan Fatma Hanım’ın oğludur. “Doğduğum Yer” adlı şiiri, “And”, “Kaşağı”, “İlk Namaz” adlı hikâyeleri Gönen’deki çocukluk anılarına dair tasvirler barındırır. Öğrenimine Gönen’de, mahalle mektebinde başlar.1 Babasının, Karadeniz kıyısında bulunan Ayancık’a tayiniyle 1891 yılında Gönen’den ayrılmak zorunda kalır.
Babasının tayinleri yüzünden öğrenimi aksamasın diye annesiyle birlikte İstanbul’a gönderilir. Aksaray’da Mekteb-i Osmanî’ye verilir. Yeni usulde öğretim yapılan bu okulda yabancı dil olarak Fransızca öğretilir.2 “Açık Hava Mektebi” adlı hikâyesinde bu okuldan izler vardır.
Bir yıl bu okulda okuduktan sonra (1893) Eyüp Sultan’daki Baytar Rüştiyesi’ne yerleştirilir. 1896 yılında Edirne Askerî İdadisi’ne geçer, burada edebiyata olan merakı iyice artar ve şiirle meşgul olur.
Ortaöğrenim döneminden sonra İstanbul’a dönerek Mekteb-i Harbiye-yi Şahane’ye katılır. Mekteb-i Harbiye’nin son sınıfındayken, 2 Ağustos 1903’te Makedonya’da başlayan çetecilik ve isyan hareketlerinden dolayı, bir an önce o bölgede görevlendirilmek üzere 22 Ağustos 1903’te sınıf-ı müsta’cele denen bir hakla okulundan imtihansız mezun olur.
Çekilen kurada piyade teğmeni rütbesiyle o sıralarda merkezi Selanik’te bulunan 3. Ordu’nun İzmir Redif Tümeni’ne, oradan da Kuşadası’ndaki Redif Taburu’na tayin edilir.3 Dört yıl Kuşadası ve Ayasluğ dolaylarında kalır. 1907’de, İzmir’de yabancıların denetiminde olan Jandarma Mektebi’ne öğretmen olarak tayin edilir. Burada tüm boş vaktini edebiyata ve Fransızca öğrenmeye ayırır.
Çete takibi, 31 Mart Vakası ve esaret
1909 başlarında İzmir günleri sona erer, üsteğmenliğe terfi ederek Selanik’te bulunan bir nizamiye taburunda görevlendirilir. İki yıl boyunca Balkan sınır boylarında çete takibiyle uğraşır. 17 Nisan 1909’da 31 Mart Vakası’nı bastırmak üzere İstanbul’a gelen Hareket Ordusu’nda yer alır.
1909’da Balkanlara dönüp, bir sınır köyü olan Yakorit’te sınır bölüğü komutanı olarak görev yapar.4 1911 Temmuz’unda askerlikten istifa ederek Selanik’e yerleşir ancak Eylül 1912’de Balkan Savaşı başlar. Üsteğmen rütbesiyle Garp Ordusu’nun 39. Alay 3. Tabur’una katılır. Ocak 1913’te Kanlıtepe’de Yunan ordusuna esir düşer. On ay süren esirlikten sonra Aralık 1913’te İstanbul’a döner. Şubat 1914’te askerlikten ayrılır.5
İstanbul Erkek Öğretmen Okulu ve Kabataş Lisesi’nde öğretmenlik yapar. 6 Mart 1920’de yaşamını yitirir.
Milli Edebiyat akımı
Tanzimat’la birlikte yükselmeye başlayan milliyetçilik, dil boyutunda da etkisini göstermiş, Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa ve Şemseddin Sami, dilde sadeleşme taraftarı olmuşlardır. Ahmet Mithat da eserlerinde olabildiğince sade bir dil kullanmaya gayret eder. Ancak 1896’da başlayan Servet-i Fünun hareketi ve bu hareketin sanat için sanat anlayışını sürdüren Fecr-i Ati topluluğu, sadeleşmekte olan dilin gittikçe ağdalı bir hale gelmesine neden olur.
Ömer Seyfettin, Ali Canip’e, Yakorit’ten yazdığı 28 Ocak 1911 tarihli mektubunda, edebiyat dilinin sadeleşmesi üzerine fikirlerini kısaca anlattıktan sonra, “Geliniz Canip Bey, edebiyatta, lisanda, bir ihtilal vücuda getirelim. Ah, büyük fikir, sây, sebat ister.” der.
11 Nisan 1911 tarihli Genç Kalemler dergisinde isimsiz olarak yayımlanan “Yeni Lisan” adlı makalesinde, mektubunda bahsettiği ihtilalin esaslarını belirler. Milli Edebiyat akımının başlangıcı sayılan bu makalede, dilde sadeleşme önünde engel olarak gördüğü Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati yazarlarını eleştirdikten sonra, “Görülüyor ki şimdiye kadar milli bir edebiyat vücuda getirmemişiz.” açıklamasında bulunur.
Milli bir edebiyat için Arapça, Farsça kurallara göre yapılmış tamlamaların ve yabancı çokluk biçimlerinin kullanılmaması, Arapça, Farsça eklerin dilden atılması gerektiğini söyler. Kullanılan edebi dilin halktan kopuk olduğunu çarpıcı örneklerle belirtir. Ona göre konuşma dili ile yazı dili arasındaki farklar kaldırılmalıdır. Genç Kalemler ve Türk Sözü dergilerinde dil üzerine yazdığı makalelerde kullandığı sert ve yer yer alaycı üslubuyla dikkat çeken görüşleri Türk edebiyatına yön verir.
Türk milliyetçiliği – İttihat ve Terakki
Siyasi ve fikri yazılarında İttihat ve Terakki fırkasının güttüğü politikaların izleri açıkça görülür. Yazılarının çıktığı bazı dergilerin bu fırka tarafından desteklendiği bilinmektedir.
Fakat onun siyasi yönü parti taraftarlığının çok ötesinde bir idealizm taşır. İttihat ve Terakki ile tek organik bağı Türk milliyetçiliği ülküsü ve bu ülkü doğrultusunda yürütülen fikir hareketleridir.
1914’te yayımlanan Milli Tecrübelerden Çıkarılmış Ameli Siyaset adlı kitabında, “…ikinci defa Türklüğü ve Türkleri, Türklerin vatanını ve istikbalini kurtaran İttihat Terakki Cemiyeti idi.” diyerek bu bağını açıkça dile getirir.
Ancak yeri geldiğinde eleştirmekten de geri durmaz. Nitekim “Türkçülük Meselesi ve İttihat ve Terakki’nin İflası” başlıklı yazısında, “İttihat ve Terakki’nin ruhu milliyetin, ama hangisi olursa olsun, umumiyetle milliyetin aleyhinde idi.” diyerek İttihat ve Terakki’nin bazı politikalarını yerer.6
Şair Ömer Seyfettin
Edebiyatın pek çok türünde kalem oynatan Ömer Seyfettin, edebiyat dünyasına şiirle girer.
Mekteb-i Harbiye’nin birinci sınıfındayken “Terane-i Giryan” adlı şiiri 20 Aralık 1900’de Mecmua-i Edebiye’nin dokuzuncu sayısında yayımlanır. Aşk teması ağır basan ilk dönem şiirlerinde Edebiyat-ı Cedide etkileri görülür. Ruşen Eşref’in hazırladığı Diyorlar ki adlı kitap için verdiği röportajda, Tevfik Fikret’ten çok etkilendiğini, Edirne Askeri İdadisi’nde öğrenci iken Rübab-ı Şikeste’yi elinden düşürmediğini söyler.
1911’de Genç Kalemler dergisinde yayımlanan “Yeni Lisan” yazısında, Fikret’i ve şiirini eleştirir. 1914’ten sonra ise daha çok hece ölçüsü ve mesnevi biçimini kullanır. Destanlar ve efsanelerden aldığı ilhamla toplumsal meselelere yönelen şiiri milli bilinç oluşturma gayesi taşır.
Hikâyeci Ömer Seyfettin
20. yüzyıl Türk edebiyatında hikâye denince akla gelen ilk isim Ömer Seyfettin’dir.
Dil yazılarında ortaya koyduğu fikirlerin tezahürleri olan küçük ve realist hikâyeleriyle Cumhuriyet devri hikâyeciliğinin kapılarını açar. Süslü laf kalabalığından uzak durur.
Genç Kalemler dergisinde yayımlanan “Yeni Lisan” yazısında, “Türkçe kaidelerle her terkip yapılabilir. Arabî ve Farisi kaidelerle niçin yapıyoruz? Bu bir ihtiyaç mıdır? Hayır, biz onları teyezzün için, süs için yapıyoruz. Şüphesiz süs için… İşte bundan vazgeçelim. Lafza tapmayalım. Eserlerimiz yaldızlı mukavvadan bir heykel olmasın, fikre, hisse ehemmiyet verelim. Yazılarımız sade, beyaz, muhteşem, kavi, ebediyete namzet, mermerden abideler olsun!” diyerek bu anlayışını dile getirir.
Hikâyelerinde devrinin sosyal meselelerini ele alır. Tarihten ve halk edebiyatından istifade eder. “Başını Vermeyen Şehit” bu türden bir hikâyedir. Balkan bozgunundan yola çıkarak yazdığı “Tuhaf Bir Zulüm”, “Beyaz Lale” gibi hikâyelerinin yanında milli bir bilinç uyandırmak maksadıyla kaleme aldığı “Forsa”, “Topuz” gibi eserler de dikkat çekicidir.
Keskin bir gözlem yeteneğine sahip olan Ömer Seyfettin, kıvrak bir üslup kullanarak küçük olayların içinden büyük mevzular çıkarır; ironi ve hicivle beslediği, ilginç diyaloglarla kurduğu hikâyelerini beklenmedik biçimde sona erdirerek okuru şaşırtır.
Mizah unsurları taşıyan bazı hikâyelerinde politik hicivler yapar. Efruz Bey, kimi eleştirmenler tarafından her ne kadar ‘roman’ olarak tanımlansa da, bu tür hikâyelerine örnek olarak gösterilebilir. Karikatürize ettiği kişileri komik bir duruma sokarak onların misyon edindiği fikirlerin zayıflıklarını ortaya çıkarır. Kendi çıkarları için toplumun menfaatlerini görmezden gelen aydın müsveddelerinin tipik davranışlarını gözler önüne serer. Onlarla alay eder.
Hakkındaki yanılgılardan bazıları
Ömer Seyfettin, çağının sorunlarını gören, bu sorunların çözümüne kafa yoran bir fikir ve eylem adamıdır.
Türk düşünce hayatına ve Türk edebiyatına kattığı yenilikler, birtakım ideolojilerin taassubuyla görmezden gelinmiş, fikirleri, zaman zaman ırkçılıkla suçlanacak kadar yanlış anlaşılmış yahut çarpıtılmıştır. Bu suçlamaları yapanlar muhakkak ki onun yaşadığı dönemin siyasal ve sosyal şartlarını göz ardı edenler arasından çıkmıştır.
Devletin gücünü kaybettiği, Balkan halklarının isyana kalktığı, siyasal kargaşanın hâkim olduğu bir dönemde kurtuluşu milli bilincin canlanmasında gören Ömer Seyfettin’i ırkçılıkla suçlamak, şüphesiz geçmişe bugünün şartlarıyla bakmak hastalığıyla ilintili olmalıdır. 1914’te yayımlanan Yarınki Turan Devleti adlı kitabındaki şu cümleler bu suçlamalara cevap mahiyetindedir:
“Bugün milletlerde ırk esası aramak, elkimya (eski kimya) ile meşgul olmak kadar gülünçtür. Millet: Bir lisan konuşan, bir din, bir terbiye, bir maarifle birbirine merbut insanların mecmuudur.”7
Ömer Seyfettin hakkındaki bir başka yanılgı da onun çocuk hikâyeleri yazarı olarak görülmesidir. Ömer Seyfettin hiçbir hikâyesini çocuk anlayışını gözeterek yazmamıştır. Sade bir dille kaleme aldığı hikâyeler, tavsiye kurullarınca çocuklara uygun görülerek okul müfredatlarına girmiş, bu hikâyelerin çocuklar üzerinde bıraktığı kötü tesirler yüzünden de Ömer Seyfettin sorumlu tutulmuştur.
Ömer Seyfettin, kısacık hayatına sığdırdığı eserleriyle bugünün edebiyatçılarına rehber niteliğindedir. Onun sanatı kültür hayatımızda büyük izler bırakmıştır.
Son sözü kendisine bırakalım:
“Bana gelince: Ortaya esaslı bir eser koymadan sanatkârlık hülyasına kapılmam bile! Edebiyatımızın şiarı: ‘Çok laf, az eser’dir. Ben şimdilik bu şiarı bozmaya çalışıyorum. Ağustos böceği gibi, öterek yan gelmekten ise, karınca gibi çalışmak daha iyi değil mi? Şimdiye kadar öttüğümüz elverdi; biraz da iş yapalım ki çorak edebiyatımız şenlensin, değil mi? Siz de bu fikirdesiniz sanıyorum.”8
Hatırasına saygıyla…
Dipnotlar
Tahir Alangu,, Ömer Seyfettin – Ülkücü Bir Yazarın Romanı, Şubat 2020, YKY, sayfa 36
Alangu, a.g.e. sayfa 43
Alangu, a.g.e. sayfa 77
Alangu, a.g.e. sayfa 104
N.H.Polat, Bütün Nesirleri, TDK, 2016, sayfa 24
Zaman, sayı 344, 23 Mart 1335/1914, sayfa 1
Polat, a.g.e. sayfa 428
Ünaydın, Diyorlar ki, Kanaat Matbaası, 1918, sayfa 244
————————————————-
Kaynak:
https://fikirturu.com/kultur-sanat/omer-seyfettin-otuz-alti-yillik-omre-bunca-sey-nasil-sigdi/