Yeni çıkan bir kitaptı okuduğum. “Türkiye Edebiyat Cemiyeti” yayınları arasında çıkmıştı.(1971) O kitabı çıkar çıkmaz alıp okuduğumda bu bölüm dikkatimi pek çekmemişti. Hatta Genç Ülkücüler Teşkilatının kapanma durumuna karşı Yozgat’a taşınması sebebiyle Yozgat’a gelip bizim evde kalan yönetim kurulu üyesi Lütfi Öztürk’le de bu kitap hakkında konuşmuştuk, kitabın çok önemli olduğunu çok güzel olduğunu söylemişti. Ben de o kitabı çıkar çıkmaz aldığımı okuduğumu, sanki bir “teşkilat” kitabı gibi gördüğümü söylemiştim. Kitabı daha sonra da zaman zaman karıştırdığımda, sonradan görecektim ki kitapta bir bölüm vardı ve bu bölüm bana sürekli birilerini hatırlatıyordu. Sonradan ileri zamanlarda ben Onları tanıdıkça aslında bu kitapta onlardan bahsedildiğini sanmıştım. Fakat sanki Onları anlatıyordu. Onlardan bahsediyordu, ortak özellikler vardı. Bu durum düşündükçe beni çok etkilemişti.
Birilerini anlatıyordu evet, Alparslan’ın hocası “Sarı Hoca” bir çocuğu anlatıyordu. Fakat aslında kitabın yazarı Mustafa Necati Sepetçioğlu; “Sarı Hocanın” ağzından bir milletin tarihinin özetini veriyordu.
Bahsettiğim kitap Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun “Kilit” isimli romanıydı. Romanın 10-11. Sayfasında Sarı Hoca’nın Alparslan’la konuşmaları arasında: “Alpaslan’ın gözleri bir garip yanıyordu. Devler vardı; rüzgârlar, ağaçlar, dağlar vardı. Uzunlamasına ırmaklar, enliliğine göller, genişliğine ovalar vardı. Bu gözler çocuk değildi; bu bakış çocuk olamazdı; bu titremeyen kirpikler arasında, doğan bir günün bulutlarından sessiz sıyrılışı, gökyüzünden yeryüzüne dökülüşü vardı” şeklinde anlatıyor, çocuğun şahsında milletin geleceği konusunda ipuçları veriyordu.
Allah Allah, tıpkı Onları tarif ediyordu. Bu konu da nerden takılmıştı kafama, hep benzetirdim, birilerine benzetirdim. “Onları” Sepetçioğlu’nun kitabındaki birileri gibi görürdüm. Sonunda “Onları” tanıdıkça çalışmalarını, fedakârlıklarını, vefakârlıklarını, dürüstlüklerini, mertliklerini, dostluklarını, arkadaşlıklarını, davalarına olan inançlarını gördükçe parçaları birleştirmiştim. “Onlar” da Sepetçioğlu’nun kitabındaki birine benziyorlardı.
Kahramandılar, savaşçıydılar, tarihin tozlu sayfalarından çıkıp gelmiş, üzerlerindeki tozları silkelemeye vakit bulamamışlardı sanki. Asya’dan geldikleri, ana yurttan kopup geldikleri yüzlerine bakıldığında hemen anlaşılırdı. Çıkık elmacık kemikleri, hafif esmerlikleri ile hepsi bir Asya “Türk”ü idi. Asya’dan ana yurttan sanki Hoca Ahmet Yesevi’nin muştusuyla Anadolu yaylalarına gelmişler “Dağlar ovalar” geçmiş “Bozok Yaylasına” otağ kurmuşlardı. Ne o “darlık” mı vardı? “kıtlık” mı vardı? Yoksa “obayı yağı mı basmıştı?” Evet, bir şeyler vardı ve bir şeyler iyi gitmiyordu. Olsun’du Onların üzeri tozlu olsundu, görev vardı iş ikbal başkalarının, görev onlarındı ama üst başları da tozlu kalsındı, onların kalbleri temizdi, onlar büyük savaşlardan çıkmış kahramanları andırıyorlardı. Onlar büyük davaların adamlarıydı. Delikanlıydılar, merttiler, dürüsttüler, faziletliydiler, ahlaklıydılar. Sevgiliydiler, saygılıydılar, hürmetkârdılar, cefakârdılar, çalışkandılar, vefakârdılar, onlar da kendileri için hiçbir şey istemezlerdi.
Gerçi ne Kürşad ile ne kabına sığmayan Celalettin Harzemşah’la tarihte çağdaş değillerdi ama bu çağda yaşıyor gibiydiler. Yarış halindeydiler. Fedakârlıkta, çalışmakta, dürüstlükte, alçakgönüllülükte, görev şuurunda, vefada yarış halindeydiler.
İnandıkları davalarının yerine göre hamallığını da yapmışlardı fakat bir gün bile neden “biz hamal mıyız?” dememişleri, demezlerdi. Faziletliydiler, diğerkâmdılar, riya nedir bilmezlerdi, çalışıyor gibi yapıp çalışmazlık etmezlerdi. İş/görev olduğunda sıvışıp gitmezlerdi. “Onlar” inanırlardı, görevin vazifenin büyüğü küçüğü olmaz bilirlerdi. Ahmet İşbilir ağabeyin başkanlığı sırasında derneğimize gelir elde etmek için hep birlikte tuğla ocağında sırtımızda tuğla taşımıştık. Onlar hiç yüzlerini buruşturmamışlar, diğer bazılarının yaptığı gibi ben işi organize ederken yanıma gelip “şunu şöyle yapın, bunu böyle yapın” diyerek sağa sola akıl vermemişlerdi, önce kendileri işe koyulmuşlar herkese örnek olmuşlardı.
“Onlar” evet “Onlar” Ocağımızın-derneğimizin bel kemiğiydiler, onca insan arasından sıyrılıp çıkmışlardı. “Onlar” konuşmazlardı yaparlardı. Tek dertleri vardı o da “dava”larıydı. İnandıkları davaları için yapamayacakları hiçbir şey yoktu. Biz onlarla en yeni elbiselerimizle dağlara taşlara çok yazı yazmış, yeni elbiselerimiz hep yağlı boya kireç olmuştu. (Nasıl olur bir türlü anlamazdık, ne zaman yeni bir elbise giysek o akşam mutlaka duvarlara, dağlara, taşlara yazı yazma işi çıkardı) Her dağda, kayada, her köşe başında duvarlarda onlarla benim fırçamızın izleri vardı. Biz onlarla ona buna emir vermezdik, önce emri kendimize verir fırçayı bir elimize boyayı diğer elimize alır koyulurduk yollara. Yazı yazacağımız yer uzaktaysa “ağabey”lerden araba bulmaya çalışır görevi bihakkın yerine getirirdik. Milletvekili adayımız Fuat Eyüboğlu’nun ve Adnan Serbes’in Murat-124 arabalarını ve bazen de Ruhi Bacanlı ağabeyin arabasını almıştık.
Evet, “Onlar” derneğin, hareketin, davanın en önde bulunan bir gurup arkadaştan her birisiydi. “Onlara” sırtınızı dönebilirdiniz, “Onlara” güvenebilirdiniz. “Onlara” her şeyinizi emanet edebilirdiniz. Evet, her şeyinizi. “Onlar”, “Toros” dağları gibiydiler.
“Onların” birinci işi ocak ve davasıydı. Her şeyden taviz verirler fakat asla davalarından taviz vermezlerdi. Biz “Onlarla” çok iyi anlaşırdık. “Onlar” diğer arkadaşlardan, tevazuu ile bilgileri, kültürü ve davasına olan tam inancı ile sivrilmişlerdi. Hareketin en önündeydiler, toparlardılar, bütünleştirirdiler, sohbet ederlerdi, sokağa çıkar dergi satarlardı, seminer verirlerdi, “Ülkücülük” anlatırlardı. “Ocak”ta bulunan çok genç arkadaşlardan bir grup oluşturmuştuk. Onların eğitimi ile ilgilenir onlarla sohbet ederlerdi, onlara davasını ve inceliklerini, teşkilatı, lideri, “ülkücülüğü” anlatırlardı.
“Onlar” hareketi sırtlayan kişilerdi. “Onlar” Alp’ti, Eren’di, Alperen’di. “Onlar” sadece davasının adamlarıydı.
Şimdi biraz anlaşıldı mı acaba? “Onları”, “Sarı Hoca”nın ders verdiği çocuğa benzetiyor olmam. Şimdi ders verecek “Sarı Hoca” belki yoktu ama “Onlar” vardı. “Onlar”, sanki “Sarı Hoca” varmış gibi vardılar. “Onlar” da, “Sarı Hoca”nın dergâhından geçmiş yol, usul, kural, kaide, sıra, sevgi, saygı, yiğitlik, mertlik, dürüstlük almış gelmişlerdi. Sanki “Onların” arkasında “Sarı Hoca” hala vardı ve hepimize ışık olurdu.
“Onlar” 24 oğuz boyundan, “Kürşad’ın, Sultan Alparslan”ın soyundan geliyordu, “Oğuz” boyundan geliyor olmanın asaleti vardı üzerinde. “Avşar”lar gibi inatçıydılar, “Avşar” boyundan mıydılar ne? İnatçıydılar, davalarını ve inandığı değerleri savunmada çok inatçıydılar. Her şeyi verir ama davalarından asla taviz vermezlerdi. “Onlar” adeta davası için yaşarlardı. “Onların” koşturmadığı iş, koşturmadığı görev, koşturmadığı toplantı, koşturmadığı miting, koşturmadığı köy, kasaba, ilçe yoktu. “Onlar”, diğer arkadaşları ile birlikte her yerdeydiler. Her görev onlarındı, hareketi birlikte temsil ediyorlardı. Hareketin en önündeydiler. Çook kuru ekmek, peynir ekmek, yavan ekmek yemiştik. Çook simitle, parmak çörekle, sıcak somunla karnımızı doyurmuştuk.
Sanki 24 Oğuz boyu “Onlar” la dirilmiş “Onlar” la harekete katılmıştı ve bu “Oğuz-Avşar” yiğitleri en öndeydiler. Tuğları onlar taşıyordu. Sancaklar açılmış, kösler ve davullar vurulmuş, tuğlar kalkmıştı bir kere, “Onların” elinde kalkmıştı, ete kemiğe bürünmüş canlanmış 1970’ler Türkiye’sine gelmişti. Dedik ya “Obayı yağı mı basmıştı” ne? İş başa düşmüştü, Ülküdaşları kan dökerken, can verirken kara toprağın bağrına düşerken, biz daha terlememiştik bile, çalışmalı çok çalışmalıydık. Nitekim öyle oldu. Çok çalıştık. Yapılamayan işler yaptık, Yozgat ilinin, Türkiye için neredeyse “Milliyetçi Hareketin Kâbe’ si” olmasını sağlamıştık. Bu çalışmalarda zerre kadar katkı sağlamışsak onun huzuru içindeydik.
Onlar “Alp”ti, “Eren”di, “Arslan” dı demiştim. Dışarıdan bakanlar belki görmeyebilirler ama içerden bakanlar görür ve bilirlerdi ki Onlar gerçekten “Kürşad’dı, Alparslan, Fatih” di. Dernek nedir, teşkilat nedir, dava nedir, ideal nedir pek bilmeyenler onları göremez ve anlayamazdı. Onlar övünmez, her işte kendini göstermeye çalışanlar gibi davranmazlardı. Kürşad gibi, Alparslan gibiydi, “Onlar” Sarı Hocadan ders almıştı. Sarı Hocadan sanki uzun yıllar ders görmüştü. Asya’da, Horasan’da “can ocağında” pişmiş, yunmuş, yıkanmış, arınmış, atlanmış, pusatlanmış ve Anadolu’ya “Bozok Yaylası”na gelmişlerdi. Cenk vardı Anadolu’da, obayı yağı basmıştı, bu yağı başka yağıydı, bu yağı karşıdan dışarıdan gelmiyordu, bu yağı içerden çıkıyordu. İçimizden çaşıtlar bulmuş bizi içerden çökertmeye çalışıyordu. Onlarla mücadele etmek gerekiyordu. “Onlar” bu mücadelede en öndeydi, Deneğin-Ocağın yükünü neredeyse tek başlarına omuzlar, çevredekilere aldırmazlardı. Neden bazıları seyrediyor, biz yük taşıyoruz demezlerdi. Dedim ya koşturmadıkları iş, üstesinden gelemedikleri bir konu yoktu.
“Onlar” Öğretmen olup köylere tayin edildiklerinde, neden bu köy, neden şu köy dememiş göreve koşmuşlar, Vatanın her yeri birdir diyerek kendilerini bekleyen memleket çocuklarına hizmet götürmüş. Köylüyle hemhal olmuş çok sevilmişlerdi.
Şimdi anlaşıldı mı “Onların” kim olduğu. Evet; “Onlar”, “kahramandı”.