Yahyâ Kemâl, Türk şiirinin en büyük zaferlerinden biri olan “Süleymâniye’de Bayram Sabâhı”nda, Türk milletini “ordu-millet” olarak anar ve şöyle der:
“Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı,
Adamış sevdiği Allâh’ına bir böyle yapı.”
Şâir’in burada “ordu-millet” dediği Türk milletidir, o milletin Allâh’ına adadığı yapı da “Süleymâniye Câmii”dir. Bu iki unsurdan biri insan, diğeri coğrafya, yâni, mekândır. İnsanına millet denmiş nesillerin oturduğu mekâna da vatan adı verilmektedir. Dolayısıyla, Yahyâ Kemâl’in ifâdesinde üç temel unsur ortaya çıkmaktadır: Millet, ordu ve vatan. Ordu-millet târifine giren başka bir millet olmadığını, bütün târîh otoriteleri bilmektedir. Bu yüzden, her milletin asker sayısı, silâh altındaki kişilerle hesaplanırken, Türk milletininki, millet mevcûdu kabûl edilmiştir. Osmanlı Devleti’nin kuruluş çağında, Ertuğrul Gâzî ve Osman Gâzî devirlerinde, düzenli bir ordumuz yoktu. Kayı Boyu oba ve çadırlarında yaşayan her Türk, hem gündelik işlerini görüyor, hem de çağrıldığı vakit askerlik vazîfesine koşuyordu. Sefer, akın başlayacağı zamân çalınan davul ve zurnayı duyan her eli silâh tutan Türk, yaptığı işi bırakıp sefere ve cenge katılıyordu. Askerî işler biter bitmez de, bıraktığı işin başına geçiyordu.
Osmanlı Türk Cihân Devleti’nin belinin büküldüğü, işlerin sarpa sardığı son devirlerde, yine bu ilk devirlere benzeyen ordu-millet manzaraları yaşanmıştır. Mûsâ Hulûsî Paşa’nın Silistre’de, Gâzî Osman Paşa’nın Plevne’de, Gâzî Ahmed Muhtar Paşa’nın Erzurum’da yazdıkları müdâfaa destânları, hep ordu-millet görünüşümüzün ifâdesi idiler. Bu görünüşün, yâni ordu-millet oluşumuzun başında da, sonunda da, “Gâzî” unvânını taşıyan kumandanların, başbûğların bulunuşu, aslâ tesâdüf değildir. Çünkü, Türk milleti, gâzî bir millettir.
Süleymâniye Câmii gibi bir Dünyâ şâheserinin, İstanbul’un ufkundaki o tepeye kondurulabilmesi için, bir ordu-millet gayretine ihtiyaç vardır. O fevkalâde ve hârikulâde câmii yaptıran Kaanûnî Sultan Süleyman Hân, kelimenin tam mânâsıyla askerdir. Onun askerliği, sıradan ve teşrîfat gereği bir askerlik değildir. Sık sık Türk ordusunun kışlalarına giden ve askeriyle uzun sohbetlere dalan Kaanûnî Sultan Süleyman, onlardan ayrılırken hep:
“Kızılelma’da buluşalım!”
derdi.
Süleymâniye Câmii’nin mîmârı Koca Sinan Usta da, su katılmamış bir askerdir. Yavuz Sultan Selîm Hân’ın kutlu saltanatında, Anadolu’da ve Türk âilelerinden devşirilen ilk gençlerden biri odur. Bu yektâ bilgi, bizzat Koca Mîmâr’ın kendi sözlerinden çıkmaktadır. O, hem karada, hem de denizde nice seferlere katılmış, zafer abonesi bir büyük asker iken Ser-Mîmârân-ı Hassâ olmuştur. Yahyâ Kemâl, Süleymâniye’nin fotoğraf karesinde ordu-millet hakîkati görmekte, ne kadar haklıdır. Bir başka millet, böyle bir câmii o müstesnâ yere konduramaz.
Yahyâ Kemâl, “Beyatlı” soyadını alırken, akıncı cedlerinin kumandanlarını düşünmüş ve “Şehsüvâr” sözünü Türkçeye bu hâliyle, yâni “Beyatlı” olarak çevirmiştir. Ondaki askerlik aşkı, vecdi ve arzûsu, nice güzel şiirine mısrâ’ mısrâ’ aksetmiştir. Bu akislerin en mânâlılarından biri, elbette “Süleymâniye’de Bayram Sabâhı”dır. Süleymâniye’yi yaptıran, yapan ve onun şiirini yazan bu üç büyük Türk’ün üçü de, Türk ordusundan rütbelidirler.
Şimdi, İstanbul’un kudsî tepesindeki Süleymâniye güzelliğine bakarak, Allâh Türk milletini ordusuz, Türk ordusunu da milletsiz bırakmasın, diye duâ ve niyâza yönelmez misiniz?