Ortak yaşama kültürü ve felsefesi[i]
Prof.Dr. Levent BAYRAKTAR[ii]
Ahlâk ve hukuk, insan-insan ilişkisinden doğar. Sağlıklı her ilişki biçimi bir değeri gerçekleştirmeye yöneliktir. İnsanın, bütün anlamlı eylemleri de değerlerden kaynaklanır.
Birlikte yaşamanın temelinde çoğulculuk yatar. Zira insani-kültürel alan değerlerin şekillendirdiği bir alandır. Burada tek tip bir insan ve toplum tasarımı birlikte yaşamanın önündeki en büyük engeldir. İnsanoğlu yaratılıştan bir imkânlar bütünü olarak var olagelmektedir. Her insanın kendisini gerçekleştirmek gibi bir ödevi ve sorumluluğu vardır. Ve her insan kendisi olabilmek için, özgür bir maddi-manevi çevreye ihtiyaç duyar.
Özgürlük, sadece bedenen yaşanabilecek bir değer değildir. İnsanın zihnen ve ruhen de özgür olması gerekir. Böylece özgürlük, insanoğlunun kendisini gerçekleştirebilmek için olmazsa olmaz bir değerdir. Fakat bunu bir değer olarak keşfetmek ve yaşamak bir bilinç düzeyi ile alakalıdır.
İnsan kendisini seçerken ötekini de seçer. Yani kendi başına bir varoluş anlamlı değildir. insan, öteki ile beraber varolmaya mahkûm bir varlıktır. Bu öteki ile birlikte varolma hem hukuken hem de ahlâken temellendirilmeye muhtaçtır.
Hukuk, insanlar arasında sağlıklı ilişkiler kurabilmek için haklar ve hürriyetlerin çerçevesini çizer. Haklar ve hürriyetlerin ihlal edilmesi bir yaptırımı gerektirir. Böylece hukuk objektif yaptırımlar yoluyla toplumsal hayatı düzenleme aracıdır. Fakat ahlâk bu düzenlemeyi dış bir yaptırımla değil, kişinin bir değer varlığı olarak kendisine kendisi için yakışanı seçmesi ve yaşaması esasına dayalı olarak yapar.
Böylece felsefe yoluyla birlikte yaşama kültüründen bahsedebilmek için, temeldeki etik öznenin, ahlâk kişisinin yetiştirilmesi gerekir.
Felsefece tanımlanan bir özne ve şahsiyet, demokratik toplum modelinin ihtiyaç duyduğu temel unsurdur. Felsefe, insanın reşit olmasının kendisine, toplumuna ve bütün bir insanlığa kazandırılmasının kısaca evrensel bir şahsiyete dönüşmesinin düşünsel temellerini atar. Ortak yaşama kültürü böylece felsefi tutum kazandırılmış bireyler ile kurulur ve yaşatılır.
Öyleyse insanoğlunun daha yakından tanınması ve bir değer varlığı olarak inşa edilmesi kaçınılmazdır. İnsanoğlu doğada tek başına varlığını sürdürebilecek bir varlık değildir. İlk bakışta büyük bir çaresizlik, zayıflık ve eksiklik gibi görünen bu durum, aslında insan için büyük bir şans ve imkândır. Zira insanoğlu birlikte varolmak ve değer üretmek gibi bir türsel yeti sayesinde hem tabiatta varlığını koruyup idame ettirmeyi hem de kültür ve medeniyeti yaratmayı başarmıştır. Fakat bu başarı da onu kırılgan bir zeminde yaşamaktan uzak tutamamıştır. Çünkü insanoğlunun kendi türüyle de birlikte yaşaması bazı ilkeler ve kurallar çerçevesinde mümkün olabilmiştir. Tabiatta, tabiat kanunları çerçevesinde bir süreklilik varken insan söz konusu olduğunda konu daha da karmaşıklaşmakta ve insan soyunun devamı sadece tabiat kanunları ile betimlenip tüketilmemektedir.
İnsanoğlu bir yanıyla tabiata ait olsa da diğer yanıyla adına kültür denilen ve insan eliyle tabiata eklenmiş olan ikinci bir dünyaya da aittir. Bu yüzden insanın mutlaka başarması gereken en önemli imtihanı; tabiatta varlığını sürdürmekten çok, insan toplumunda birlikte ve ortak bir hayatı idame ettirebilmesidir.
İnsanoğlunun ortak bir hayatı başarabilmesi değerler yoluyla mümkündür. İnsandan değerleri çıkarıldığında geriye tabiatın hem en acımasız hem de güçsüz varlığı kalacaktır. Değerlerden tecrit edilen/yalıtılan insan biyolojik bir organizmaya dönüşür. Tek gayesi hayatta kalmak ve gücü yettiği kadar hâkimiyet kurmak, tahakküm etmek olur. Bu hâkimiyet ve tahakküm de kendinden daha kuvvetli bir tehditle karşılaşana kadar devam edebilir. Mukadder son; sürekli daha kuvvetli ve acımasız olanın hayatta kaldığı bir yıkım ve yok oluş sürecidir.
İnsanoğlunun yeryüzündeki varoluş macerası/ mücadelesi güce ve hâkimiyete dayalı olarak kurgulandığı sürece hep yıkım ve hüsranla neticelenecektir. Şüphesiz çizdiğimiz bu manzara abartılı görünmekle beraber dünya tarihinin pek de yabancısı olduğu bir tablo değildir. Öyleyse insan varlığına bakış açımızı değiştirmek ve onu tabiatta türsel varlığını devam ettirmek için güç ve hâkimiyet mücadelesinin ötesinde bir varlık olarak düşünmek ve eğitmek gibi bir zorunluluk bulunmaktadır.
İnsanoğlu eğitilmeye mahkûm bir varlıktır. Eğitimin temeli de insanın ulvi bir varlık yani bir değer varlığı olduğunun bilincinin kazandırılmasıdır. Zira insan, beden varlığı olmak bakımından tabiattaki herhangi bir “tür”den ibarettir. Onu özel kılan husus; sahip olduğu üstün taraflarının bilincine vararak kültür ve uygarlığı yaratma becerisidir. Dolayısıyla insanoğlunun ortak bir yaşama formuna neredeyse mahkûm edilmiş olduğu rahatlıkla söylenebilir. İnsanoğlu, insanî bir varoluş formu geliştirmeden varlığını devam ettirememektedir. “İnsanî varoluş formu’ndan ne kast edilmektedir? Öncelikle insanın ayırt edici özelliği olarak onun dil ve düşünce sahibi olduğu söylenir. İnsan düşünen bir varlık olarak kendini tabiattan ve diğer varlıklardan ayırabilir. Bu aşama kendisini fark etmesi için kaçınılmazdır. Ardından kendini diğer insanlardan da ayırarak bir “ben bilinci”ne erişir. Fakat bu aşama bir son değil başlangıçtır. Bundan sonra karşısındaki diğer insanları tanımak ve iletişim kurmak yoluyla kendisi gibi “ben”ler olarak tasdik eder. İşte bu noktada adına ben-sen ilişkisi veya “ben ve öteki ben” ilişkisi denilebilecek etik ilişki formu oluşmaya başlar.
Ben-sen ilişkisi değerlerin fark edildiği ve yaşandığı en temel ilişki formudur. Toplumsal hayat, bu iki farklı ben’in bir arada yaşamayı başarmaları ile kurulabilecek bir hayattır. Zira “insanî varoluş formu”, ben’in diğer insanları da “diğer ben”ler olarak kavrayıp kabul etmesi ile kurulur ve yaşatılabilir.
Ben’in oluşumu aynı zamanda özne-varlı- ğın oluşumudur. Özne olmak, bir yanıyla “ben bilinci”ne dayanmakla beraber öte yandan “ben”le eşit ve hatta kutsal olarak diğer benleri de tasdik etmeyi gerektirir. Çünkü özne olmak, özneler arasında mümkündür. Bu yüzden insanoğlu kendisini seçip fark ederken, diğer benleri, diğer özneleri de seçmek durumundadır.
Böylece bir değer varlığı olarak inşa edilen özne-varlık; değerlerin yaşanması ve paylaşılması yoluyla bir ortak varoluş alanı inşa eder. İşte “insanî varoluş formu”nun temelinde, birbirini özne olarak tasdik eden özne-varlıkların oluşturdukları, insanî değerler kümesi bulunur.
————————————————-
[i] Bizim Külliye, 62. Sayı, 2014, Sf. 48-50
[ii] Yıldırım Beyazıt Üniversitesi ITBF Felsefe Bölümü