Mehmet MAKSUDOĞLU
İngiltere’de, oryantalistler arasında bulunduğum yıllardan bâzı hatırladıklarını nakledeyim:
Faculty of Oriental Studies’deki Arapça öğretim elemanları, bana karşı, Arapçayla ilgimden dolayı, görünüşte iyi idiler ama, Arap ülkelerinden gelmiş olan doktora öğrencileriyle ahbaplığımdan dolayı, gerçek durum farklıydı.
O yıllarda, bilgisayar henüz büyük yer kaplıyordu. Fakültedeki Middle East Centre’da bilgisayar olduğu söyleniyordu, bir Arapçacı İngiliz de o işin başındaydı. Nezâket icâbı olarak bile, bana orasını göstermemişlerdi. Merkezin sekreterine ne yaptıklarını sordum, “Word frequency ölçüyoruz” demişti. Arap ülkelerinde çıkan gazetelerde, dergilerde kullanılan kelimeler hangi sıklıkla geçiyor, onu ölçüyorlardı! Hastanın nabzı ellerindeydi. Türkiye’den Cumhuriyet, Milliyet ve Yeni Gazete (adı galiba böyleydi, başlığı gri, gotik harfli idi) ye abone olmuşlardı, üç ayda bir, gazeteleri iki karton kapak arasına koyup üzerine tebeşirle tarih atarak saklarlardı.
Bir hafta sonu üniversite kitaplığına gittiğimde, o, bilgisayarla iş gören elemanla karşılaştık. “Bir cumartesi sabahı sizi buraya ne getirir?” dedi, oturduk konuşmağa başladık. Bir saat kadar konuştuk. Ne yaptığımı anlattım, Lisânu’l Arab adlı sözlüğün çok geniş olduğunu, araştırmacının çok zamanını aldığını söyledim. Bilgisayar yardımıyla bu sözlüğü, Hans Wehr’in Arapça-Almanca olarak hazırladığı, J. Milton’un İngilizceye aktardığı tertipte, çok hacim tutmayan, kullanışlı bir biçimde hazırlanmasının iyi olacağını, bu konudaki çalışmaya katılmaya hazır olduğumu belirttim. Önce, tasvip eder havada dinledi, hatta, “beş yüzer yıllık periyodlar hâlinde düzenlenebilir” dedi. Sonunda, “ilgilenmiyorum” dedi, kestirip attı. Anlaşılan, meğer, derdi, ne yaptığımı öğrenmekmiş. Fasîh Arapçanın, eninde sonunda İslâma hizmet edeceğini biliyordu tabiî.
Arap ve diğer milletlerden Müslüman öğrencilerle birlikteliğim bu kişiyi rahatsız ediyordu. Bir defasında, kendini tutamadı, “barbar Türkler” demekten kendini alamadı. Dedim ki : “Barbar olsaydık, 400 yıldan fazla kaldığımız Yugoslavya’da bir tek Sırp kalmazdı.” “Onlar dağlara kaçtı” dedi. “Hayır, Ay’a kaçmışlardı, Apollo ile geri geldiler” dedim. O sırada Yugoslavya dağılmamıştı ve Amerikalı’lar Ay’a Apollo adını verdikleri füzeyi göndermişlerdi.
Yine aynı kişi, bir ara, Türkiyeye gittiğimizde ‘uzak diyarlarda, görevde değiller’ havasında, ‘albayları filân orduevlerinde, şehirlerde görüyoruz’ demişti. Cevap olarak : ‘Eh, bizim sömürgelerimiz yok ki!’ dedim. İltifat ettiğimi zannederek güldü, yüzüme bakınca, gülmesi kesildi.
Sa‘îdullahadlı Pakistan’lı bir doktora öğrencisi vardı. Ciddî, çalışkan birisi idi. Nereden aklıma geldiyse –herhalde konusu târih olmalıydı-, E. Carr’ın What is History adlı, Penguin serisinden çıkmış olan, ince kitabını Sa‘îdullah’a okuması için verdim. Bir müddet geçti, kitab geri gelmedi. Gördüğümde sordum, Şarkıyat Fakültesi’nin zemin katında, pigeon hole denilen, açık posta kutuları vardı, posta kutuma koyduğunu söyledi. Tekrar baktım, olmadığını bildirdim. O mel‘ûnun kutusu, benimkinin altında idi, kendi postasına bakarken, benim kutumdaki kitabı görüp almış. Sa‘îdullah gidip ona sorunca kitabı vermiş, “Maksud sana mı vermişti?” diye sormuş! O kitabı okumuş olması, Sa‘îdullah’a çok pahalıya mâloldu, doktorada başarılı olamadan ülkesine döndü!O kişiye mel‘ûn denmez de ne denir? İngilizler centilmendir değil mi? Başkasının kutusundan kitabı al, sonra o kitabın kime verildiğini öğren, o kişinin artık istenildiği gibi ‘yetiştirilmesinin’ zor olduğunu gör, başarısız olması işini düzenle, o genç de ülkesine gidip söz sâhibi olamasın!
Buna benzer diğer bir olayı hatırlıyorum: Ezher mezunu Dr Ahmed Assâl, Arberry gibi, ünlü bir oryantalistin gözetiminde doktorasını hazırlamış olduğu halde, işsizdi, makbûl adam değildi. Adını vermeyeceğim, bilgili, doktorası olmayan, ama ‘o kafada’ bir Arabın (İngiliz bir bayanla evliydi) işi vardı, bizim bulunduğumuz fakültede değildi ama, işi vardı. (Yıllar sonra, M:Ü. İlâhiyat Fakültesinde İslâm Tarihi alanındaki bir öğretim elemanı, o zâtın kitabını {bâzıları tavsiye etmiş} çevirmeyi düşündüğünde, biraz konuştum, vazgeçti.)
Yine 30 yaşlarında Rıdvan adında bir Mısır’lı vardı, galiba İskenderiyedeki üniversitedendi ama, Kahirelilerin yaptığı gibi, cim harlerini g diye söylerdi.Doktorada başarılı olamamıştı, fakat ‘kafa’ uygun olduğu için ona iş bulmuşlardı, Mısır’a doktor olarak dönecekti! Benim onunla da aram iyi idi, University Centre’da satranç oynardık. O da bir ara (Mısır’daki okul kitaplarından öyle öğrendiği için) Osmanlı isti‘mârından (sömürgeciliğinden) söz etmişti. Oradaki Araplara hep söylediğim şeyi ona da söylemiştim : “İngilizler, Fransızlar, hâkim oldukları Arap ülkelerinde dillerini sizlere empoze ettiler (farazû aleykum lugatehum), biz isti‘mâr ettiysek (sömürgecilik yaptıysak) haydi Türkçe konuşalım!Sonra da şaka yollu eklerdim : “sömürgeciliğin etkilisi kültür sömürgeciliğidir; siz bizi yüzyıllarca sömürdünüz, isimlerimiz bile Arapça” der, “Merhaben bihâzal isti‘mâr” (Hoş gelmiş bu sömürü) diye bitirirdim.
Libya’lı, kalabalık bir Berberî kabilesine mensûb, Amr bin Halife en Nâmî, doktora öğrencisi idi. Hâricîlerin, Ehl-i Sünnete en yakın olan konu ibâzîlerden idi, düzgün Müslümandı, gidip haccederek kısa saçlarıyla gelmişti. Danışmanı (superviserı) İngilizden, “bu kâfir beni kavmiyetçi yapmağa çalışıyor” diye bahsederdi. Libya’ya döndükten sonra, Muammer Kaddafî, geniş bir kabîleden olduğu için, onda potansiyel tehlike görmüş olacak ki, şehîd edildiği haberini aldık. Allah rahmet eylesin. Güzel dîvânî yazı yazardı. Arapça Okuma Kitabımdaki, Bedir harbi ile ilgili dîvânî yazılı âyetler, rahmetlinin hâtırasıdır.
Arap öğrencilere, “Arap Edebiyâtının/şiirinin İran Edebiyatına Etkisi”, “Mahallî lehçeler” gibi konularda doktora tezi hazırlatırlardı.
Günümüzde, TV ekranlarında bâzı genç akademisyenlerin, oryantalistlerle ilgili ciddî ciddî fikirler(!) beyân edişlerine rastladığımda, gülemiyorum bile, başka kanala geçiyorum.
Cambridge’de, Petty Cury mevkiinde, Heffers Bookshop vardı, bu kitapçı dükkânının üst katında İslâmla, Arap dünyasıyla ilgili kitaplar satışta idi. Üst kata çıkılan merdivenin kenarında, “Seferberlik” dediğimiz Birinci Dünyâ Harbinde, Şerif Hüseyini Osmanlı’ya karşı ayaklandıran meşhur câsus Lawrence (Lowrens)’in büstü vardı. O, Oxford mezunu idi, ‘siz Cambridge’de okuyorsunuz ama, onun gibi olun!’ der gibi, ‘çocuktan al haberi dedirtircesine, bilim adına oynanmakta olan oyunu ifşâ edercesine, büstü oraya koymuştu dükkân sâhibi. Lowrens’in Seven Pillars of the Wisdom kitabına orada göz atmıştım. Hazırladığı İngiliz subaylarına, dîn konularına hiç girmemeleri talimatını veriyordu. Hicaz demiryolununun haritası da vardı, bu demiryolunun, dağılmakta olan devleti (o, tabiî, diğer ciddî ciddî soytarılık yapan soydaşları gibi, imparatorluk çirkef kelimesini kullanıyordu), bir arada tutmak işlevinden söz ediyordu.
Fakültede, Japonca öğretim üyesinin bir konferansını hatırlıyorum: Japonya’nın teknikte ilerlemiş, ekonomisinin iyi olmasına rağmen, ‘şöyle yaslanacağı bir kültürünü olmadığını’ anlatıyordu, kültürün ne kadar değerli, mühim bir unsur idiğini belirtiyordu.
Çin’den bahsediliyordu, başka bir eleman tarafından. Akşam üzerleri, radyodan, hep aynı veya benzer cümleler tekrarlanırmış, yorgun insanlara böyle işlenirmiş. Mao idâresi, “Avrupa’daki büyük müttefik Arnavutluk”tan ve Enver Hoca’dan sık sık söz edermiş.
1970 yılında, Sovyetlerin iç durumu, o Fakültede bir konferansta anlatıldı, Sovyetlerde çıkan Mîzân adlı bir periyodikten söz edildi.
Benden de konuşma istenildi. İsteyen, kardeşi de Türkçe ve Arapça öğrenmekte olan, zeki, cevval bir öğretim üyesi idi, çok geçmeden vefat etti. Beni ne de olsa tanıdığı için, Salome dansederken yüzünde peçeler varmış, onu söyleyip, hiç olmazsa bazı peçeleri çıkarıp konuşmamı istedi. Konuşmadım tabiî. Türkiye’de olup bitenleri, sâdece ilmî merakla takip etmiyorlardı ki! Bir de, kendilerine göre, ‘muhâfazakâr’, ‘aykırı’ bir değerlendirme dinlemek istemişlerdi.