Metin SAVAŞ
Oryantalizm (şarkiyatçılık), malum olduğu üzere, Doğulu toplumları çeşitli yönlerden inceleyen bilim dalıdır. Bu kavramın TDK Türkçe Sözlük’teki karşılığı Doğu Bilimi şeklindedir. Pragmatist ve benmerkezci Batı aklının kurup geliştirdiği Oryantalizm, gerçekçi bir ifadeyle söylersek, masum bir bilim dalı değildir. Oryantalizm’in hedefi Doğulu toplumları çözümlemek ve çözmekten ibarettir. Çözmek fiilinin Türkçe Sözlük’teki anlamlarından biri şöyledir: “Bir problemde aranan sonucu, belli öğeler yardımıyla ortaya çıkarmak.” Matematik bilimi için verilmiş olan bu anlamı siyasi ve sosyolojik boyuta taşıdığımızda Oryantalizm’in Batılı olmayanları kendi çıkarları doğrultusunda kıskaca alması olarak yorumlayabiliriz. Nitekim Türkçe Sözlük’te “çözülme” sözcüğünün anlamlarından biri de şudur: “Kişilik veya karakter gibi bir bütünde birliğin bozulması durumu.”
Bir problemde aranan sonuç nedir? Oryantalizm açısından Doğu bir problemdir. Şark Meselesi söylemi zaten beyhude bir söylem değildir. Oryantalistler nasıl bir sonuç arıyorlar? Tabii ki Doğu’yu Batı karşısında bir tehdit ve Batı karşısında bir alternatif olmaktan çıkarmak hedefini güdüyorlar. Bunlar bilinen şeyler. Karakter gibi bir bütünde birliğin bozulması nedir? Elbette ki yıkımdır. Oryantalizm açısından ise Doğuluların hem insicamdan arındırılması hem de karaktersizleştirilerek mankurtlaştırılması demektir. Ahmet Mithat Efendi’nin Felâtun Bey ile Râkım Efendi karakterleri işte böyledirler. Bu iki kurmaca şahıs aslında Ahmet Mithat Efendi’nin iç çatışması veya kişilik bölünmesidir. Her ikisi de bütünlükten (insicamdan) yoksundur. Her ikisi de mensubu bulundukları topluma tatmin edici reçete sunamıyorlar. Felâtun Bey ile Râkım Efendi birer temsildir. Doğulu toplumların içerisine yuvarlandıkları çıkmazın temsilcileridirler. Şark Meselesi sadece Batılıların meselesi değildir. Doğuluların da meselesidir. Şark Meselesini reddettiğimiz için kendi lehimize çeviremedik diyebiliriz. Biz Türkler kendimizi Avrasyalı kabul etsek bile Batılılar nazarında Orta Asya’ya sürülmesi gereken barbarlarızdır. Gerçek şu ki Türkler filli olarak Sibirya’dan Avrupa’nın içlerine kadar uzanan geniş bir coğrafyanın kavmidir. Kendimizi salt Asyalı ya da salt Avrupalı addetmemiz yine kendi gerçekliğimizi görmezden gelmek olacaktır. Türkler insanlık âleminin en belirgin medeniyet taşıyıcı kavmidir; evrenselliğe en yakın toplum Türkler olması gerekirken kendimizi kısıtlamaktan vazgeçemiyoruz. Baş edemediğimiz sorunlar karşısında ise topu emperyalistlere atarak bütün suçu kestirmeden günah keçimize yüklemiş oluyoruz. Oryantalistler kötü amaçlıdır ama biz Türkler acaba mükemmel miyiz? Bu soruyu kendimize zaten sorup durmaktayız fakat iş sonuç alıcı eylemlere geçmeye gelince yan çizmekteyiz.
Halil İnalcık, Suat Sinanoğlu’nun görüşlerini özetlerken şöyle diyor: “Batılı olmayan dünyada, Doğu’da, ‘ideal değerlerini’ ortaya koyacak sistemli bir araştırma olmamıştır. Evvela, onun (Doğu’nun) özgür bir dünyası bulunmuyor. Batı-dışı toplumların tarihini, edebiyatını, sanatını, kuruluşlarını ve toplumsal yapısını kavrayan sistemli, özgür bir değerlendirme yoktur.”[1]
Doğulu toplumlar hakikaten yeterince özgür olamamaktadırlar. Yalnızca siyasi ve ekonomik bağlamda değil, zihin itibarıyla da yeterince hür değiliz. Her türlü dayatmalardan önce birey olarak kendimizi yine bizzat kendimiz kısıtlıyoruz. Eleştiriden ve özeleştiriden korktuğumuzu inkâr edemeyiz ve etmemeliyiz. Gerçeklerden kaçmak hüner değildir. Tekâmülün önündeki en büyük engel hürriyetin güdüklüğüdür. Dinî ve millî gurur nedeniyle Müslüman’ın Müslümanlığı, Türk’ün Türklüğü sorgulamaktan kaçınması kendi dinine ve kendi milliyetine güvenmediği anlamını taşıyabilir. Kendimize hem fert hem toplum olarak güvenebilmemiz için ‘ideal değerlerimizi’ keskin biçimde saptayıp kıskançlık derecesinde muhafaza etmemiz gerkiyor. Muhafazadan kasıt ise ideal değerlerimizi gündelik hayatımıza olduğu şekliyle değil, güncelleştirerek yansıtmamızdır. Türkçülük olsun diye kımız içmek bize hiçbir şey kazandırmaz. Batılı gibi hür, Batılı gibi akılcı olabilmek için viski içmek gerekmediği gibi.
Zygmunt Bauman “Özgürlük bir ilişkidir,” diyor ve devam ediyor: “Bir güç ilişkisidir. Ben, ancak ve sadece isteğim doğrultusunda hareket edebildiğim ve ulaşmak istediğim sonuçlara ulaşabildiğimde özgürüm. Ancak tabii benim hareketlerimden dolayı başka bazı insanların tercihleri kaçınılmaz olarak sınırlanacaktır ve bunlar istedikleri sonuçlara ulaşamayacaklardır.”[2] Ulaşmak istediğimiz sonuçlara ulaşabildiğimizde özgürleşmeyi Türklük açısından değerlendirdiğimizde karşımızı Kızılelma ülküsü çıkıyor. Ülkülerimize ulaşmanın yanı sıra, ülkülerimize ulaşma yolundaki çabalarımız da özgürlük demektir. Biz adam olmayız veya bize yedirmezler önyargısını takıntı edindiğimizde ise zaten kendimizi yine kendimiz atalete sürüklüyoruz demektir. Tabii ki yüksek ülkülerimizi hayalperestliğe kapadığımızda bu hayalcilik yüzünden ezilebiliriz. Akılcı yöntemlerle, gerekiyorsa uzun vadede kendi ülkülerimize ulaşma gayreti ise bizi ezilmekten alıkoyacaktır. Şüphesiz ki her idealimizi gerçekleştirmemiz mümkün olmayacaktır ama hiçbirini gerçekleştiremeyiz saplantısına da kapılmamalıyız. Benim hareketlerimden dolayı başka bazı insanların tercihleri kaçınılmaz olarak sınırlanacaktır ve bunlar istedikleri sonuçlara ulaşamayacaklardır tespiti bizim için özgürlüğün meşalesi gibidir. Oryantalizmin imkânlarıyla Batı’nın Batılı olmayanlara yönelik tahakkümüne set çekmenin meşalesidir bu. Ben (biz) bilimsel yöntemlerle gerekli hareketleri sergilediğimizde aynı bilimsel yöntemlerle harekete geçmiş olan Batı’yı sınırlamış olacağız. Buradaki sınırlama Batı’yı çökertmek, Batı’yı kesinkes alt etmek, emperyalist Batı’yı felce uğratmak hayalciliği değildir. Hasmımız olan Oryantalistleri mümkün mertebe engellemeyi kastediyoruz. Oryantalist çalışmaları imkânlar dâhilinde tökezletmenin yolu düşmanı aynı silahla vurmaktan geçmektedir. Safçasına insancıl yaklaşım sergileyip de Oryantalistleri düşman olarak görmemek gerektiği yargısına vardığımızda zaten gerçek-dışı bir tavır sergilemiş olacağız. Oryantalist çalışmalar açıktan açığa husumet yüklü çalışmalardır. Çünkü Batılı olmayan her toplum Batı indinde bir tehdittir. Şu hâlde yapmamız gereken şey de bellidir: Oryantalizm’in karşısına kendi sistematiğimizi koymak!
Bizler kendimizi Batılı görsek de görmesek de, Batılılar bizi kendilerinden kabul etmediklerine (ötekileştirdiklerine) göre Oryantalizm karşıtı bir bilim dalını tesis etmemiz kaçınılmaz görünmektedir. Fakat karşıt hamle tepkisine dayalı bu bilim dalı savunmacı bir anlayışa bürünürse arzu edilen neticeyi veremez. Oryantalizm’in karşıtı bu bilim dalı (tıpkı Oryantalizm gibi) bilimsellik maskesi takınarak saldırgan olmalıdır. Bilim, sanat, medya, propaganda, toplum mühendisliği ve istihbarat birlikte çalışmalıdır. Zihin kontrolü, algı oluşturma operasyonları ve benzeri unsurlar kullanılmalıdır. Malumdur ki Batı’nın medenî ve vahşî iki yüzü vardır. Türk medeniyetindeki bariz merhamet damarı gölgede bırakılmamak şartıyla Oryantalizm’in karşısına aynı silahı koymamız elzemdir. Savaş hiledir. Cumhuriyet’imizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk Nutuk’ta şöyle demektedir: “Efendiler, bilirsiniz ki, hayat demek, mücadele demektir. Hayatta muvaffakıyet, mutlaka mücadelede muvaffakıyetle mümkündür.” Türk kavmi sadece Batılı toplumlara kıyasla değil, Doğulu toplumlara kıyasla dahi çok daha merhamet yüklüdür. Tabii ki bu keyfiyet Türklerin kusursuz olduğuna yorulmamalıdır. Buradan şuraya gelmek istiyoruz: Batılı olmayan veya Batılı kabul edilmeyen toplumlar içerisinde Oryantalizm’in karşıtını oluşturma potansiyeline en fazla Türk toplumu sahiptir. Çin ve Japonya gibi Uzakdoğuluların karşıt hamleleri muhtemelen yalnızca Uzakdoğu’nun çıkarlarıyla mahdut kalacaktır. Türkiye’nin aklı ise merhamet damarının tesiriyle bütün insanlığın yararına bir karşıt hamle üretebilecektir. Çünkü hiçbir millet Avrasya coğrafyasına biz Türkler kadar aşina ve yaygın değildir. Uzakdoğu ile Ortadoğu’nun Batı karşısındaki farklı konumlarını idrak etmiş olan Hilmi Ziya Ülken Japonya’nın ilerleme yolunda Batı kültürü önünde daha radikal bir tavır takınabildiğini, ama bu tavrın Batı ve Uzakdoğu dünyaları arasında derin bir ideolojik gerginlik olmamasından dolayı kolayca sonuca ulaşabildiğini belirtiyor.[3]
Carl Gustav Jung bir makalesinde “Batının malum ikiyüzlülüğü” ifadesine yer veriyor. Bizler savunma psikolojisiyle malumu biteviye tekrarlayarak, çocuksu bir şekilde sürekli yakınarak kendimizi koruyamayız. Şu hâlde karşı hamle şarttır. Söz konusu karşı hamlenin kapsamında, yerine göre, merhametsizlik elbette bulunacaktır. Yaşamın acı gerçeklerine zırlayarak yanıt veremeyiz. Batılının ötekileştirdiği toplumlar çocuksudur, yeterince olgunlaşmış değildirler ve yetersizdirler. Böyle oldukları için Batı’nın Oryantalist aklı karşısında daima mağlûp düşmektedirler. Türklüğü kendi içimizde yüceltmemizin (kendi kendimize propaganda yapmamızın) motivasyon dışında pek bir faydası yoktur. Işık Doğu’dan yükselir avuntusu kendi kendimize gelin güvey olmakla sınırlıdır. Doğu’nun insanlık âlemine büyük katkılarının bilincinde olan (üstelik Doğululardan çok daha fazla şuurunda olan) Batı aklı “ötekileştirdiği bizleri” yüce kabul etmiyor. Elbette onların ön-kabulleri bizi bağlamaz; bağlamamalıdır da. Biz onları bağlayabiliyor muyuz? Gerçekler meydandadır. Oryantalist aklın karşısına Oryantalizm karşıtı bir aklı koymadığımız müddetçe şer güçlerden anlamsızca yakınmaya devam edeceğiz demektir. Masonik gizli teşkilatlara, Siyonizm’e, Evanjelizm’e, küresel entrikalara oturduğumuz yerden veryansın etmemizin radikal karşılığı bulunmamaktadır. Oryantalist çalışmalar sayesinde Batı’nın ötekisi olan bütün toplumların kültürel, genetik ve psikolojik kodları çözülmüştür. Zaaflarımız ve kudretlerimiz belirlenmiştir. Vaziyet böyle olunca da Batı aklı karşısındaki direncimiz kâh zayıflatılmış kâh etkisiz kılınmıştır. Sözün kısası, iletişimden toplum mühendisliğine, istihbarattan algı oluşturma operasyonlarına varıncaya dek her alanda savunmacı değil saldırgan bir tavır takınarak Oryantalizm’in karşıtı mahiyetindeki bilim dalını kurmamız bir zarurettir.
Şarkiyatçılığın karşıtı gibi görünen Oksidentalizm (Garbiyatçılık) kavram olarak mevcuttur fakat içeriği neredeyse boştur. Yaptırım gücü bulunmadığı için, karşı tarafa yönelik caydırıcılığı ciddi anlamda söz konusu bile olamadığı için boştur. Öylesine boştur ki bilgisayar yazılımları Oryantalizm ve Şarkiyatçılık kelimelerini doğru kabul ederken Oksidentalizm ile Garbiyatçılık sözcüklerini yanlış bularak altını kırmızıyla çizmektedir. Oksidentalizm bir bilim dalı hüviyetine erişebilmiş değildir. Batı aklına tepkiyle sınırlıdır. Garbiyatçılık neredeyse sadece söylemden ibaret bir yanılsamadır. Belki de Oksidentalizm’i Oryantalistler tasarlayıp Batılı olmayan zekâlara kurnazca servis etmişlerdir. Motivasyon ve avuntuya dayalıdır. Oryantalist akılla hesaplaşabilecek ve başa çıkabilecek donanıma sahip değildir. Bir bilim dalı olarak Oryantalizm’e ciddi anlamda karşılık verebilecek akademik çalışmaların bütününe Garbiyatçılık ismi uygun düşse de içerik itibarıyla bir tehdit unsuruna dönüşebilmesi için güçlü bir sistematiğe kavuşturulması gerekmektedir.
Garbiyatçılığın kısır, cılız, verimsiz bir tepki hareketi olmanın ötesine geçememesi gerçeğini kargo kültü mefhumundan yola çıkarak izah edebiliriz. Kargo kültü (cargo cult) yalın anlamıyla, sömürgeci ve işgalci Avrupa kökenlilerin günün birinde bertaraf edileceği ve Avrupalı efendilere ait zenginliklerin (kargoların) yerli halkların tasarrufuna geçeceği inancına dayanıyor. Ne var ki, bu külte göre, Batılı zorbalar kendiliklerinden çekip gitmeyecekler, Batılı olmayan mazlumların radikal direnişleriyle de mağlup düşmeyeceklerdir. Kargo kültleri esas itibarıyla bir kurtarıcının gelmesi beklentisine yaslanmaktadır. Kurtarıcı beklentisi her çağda ve her kültürde karşımıza çıkmakla birlikte Avrupalı sömürgecilerin İsevî itikatlarındaki Mesih inancı sömürülen yerli halklardaki beklenti mitlerini daha da pekiştirmiştir. Oksidentalizm’i olabildiğince kof bir harekete dönüştüren de işte bu kurtarıcı beklentisinin pasifize ediciliğidir. Batılılar handiyse şeytanî bir akılla ortalığı kasıp kavurarak malı götürürken Sömürgeci Avrupa kökenlilerin ötekileştirdiği yerli halklar miskincesine kurtarıcı beklentisiyle avunmaktan başka bir şey yapamaz duruma sürüklenmişlerdir. Yerli halklar, Batılıların beklenmedik bir anda kendi yurtlarına gelmelerinin (ve geleneksel yaşam tarzlarının ansızın bozulmasının) yarattığı travma nedeniyle geçmiş zamanları Altın Çağ gibi görmeye başlamışlardır. Altın Çağ yerliler indinde artık kutsal bir başlangıçtır. Kaybedilen hürriyete ve sömürgecilere kaptırılan dünya nimetlerine tekrar kavuşmanın yoluysa Altın Çağ olarak tahayyül edilen mükemmel başlangıca geri dönmektir. Ama bu başlangıcı geri getirebilecek kudret ise İlk Ata’yı temsil eden kurtarıcı kişidir. Mircea Eliade işbu psikolojiyi şöyle tanımlıyor: “Dünyanın yeniden yaratılış (mükemmel başlangıca dönüş) fikri, hareketin temel öğesini oluşturur. Peygamber ya da kültün kurucusu pek yakında gerçekleşecek olan kökene dönüşü, dolayısıyla da başlangıçtaki cennete özgü duruma yeniden kavuşulacağını ilan eder. Kuşkusuz, pek çok durumda ‘başlangıçtaki’ bu cennete özgü durum, Beyazların gelmesinden önceki kültür ve iktisat durumunun idealleştirilmiş bir imgesini temsil eder.”[4]
Açıkça görüldüğü üzere ‘kargo kültü’ Oryantalist zekânın ürettiği bir komplo olmasa bile, sömürgeciler karşısındaki mağdur halkların savunma mekanizmasının doğal ama sakat bir sonucu olsa dahi, Batılıların ekmeğine yağ sürmektedir. Beklenen kurtarıcının gelmesinin garantisi varmışçasına atalete meyletmek, Batı aklına tepki olarak her şeyi yalnızca ve yalnızca beklentiye bırakmak mevcut yıkımı meşrulaştırmaya sebebiyet vermektedir. Kurtarıcı gelene kadar acı kadere boyun eğmenin insan haysiyetiyle bağdaşıp bağdaşmadığını sorgulamak gerekiyor. Toplumbilimci Jack Goody, Charles Dickens’tan “Hayat düş kırıklığı yarattığında fantezi devreye girebilir.” alıntısını yaptıktan sonra şu izahta bulunuyor: “Kurgu, hayal gücü ile farklı bir çeşit gerçeklik sunmaya çalışıyor olsa da, en düz anlamıyla ele alındığında yalandan başka bir şey değildir. Gerçeğe ulaşmayı amaçlasa da başaracağı kesin değildir.”[5] Kargo kültleri mitik evrenin yansımalarıdır. Dünyaya ilişkindirler ama seküler olmaktan uzaktırlar. Mitik evrenin zamanı ile dünyevî zaman farklıdır. İçerisinde bulunduğumuz zaman içerisinde bulunduğumuz müddetçe gerçektir. Mitik zamana göreyse bir arazdır. Tasavvufî açıdan ise sanal zamandır. Muhayyeldir. Gerçekliği yoktur. Oysaki sömürgeci Batılılar kendi teolojik dogmaları uyarınca cennetten evvel dünyayı kendi ebedî yurtları olarak görmektedirler. Binyılcılık inancının ürünüdür bu saplantı. Batılıların ön-kabullerini oluşturan Hıristiyan teolojisi dünya hâkimiyetine yöneliktir. Hıristiyan olmayanlar ya ıslah edilmelidirler yahut da yok edilmelidirler. Hıristiyan olmayanlar birinci sınıf insan değildirler. Onlar hayvanlıkla insanlık arasındaki geçiş toplumudurlar. Islah edilseler bile gerçek anlamda medenileşmeleri mümkün görülmediği için yetkin-insan olamayacaklardır. Onların görevi itaat etmektir. Yahudilikte ise İsrail kavminden olmayan herkes ikinci sınıf insandır, köledir ve cariyedir. Hıristiyanlıktaki insan anlayışı daha genişken, Yahudilikteki insan algısı kavim asabiyetiyle sınırlıdır. İşte bütün bu sebeplerle Garbiyatçılığın çalışma sahaları antropolojiden teolojiye, gizemcilik kültlerinden sanata, iktisattan tasavvufa, mitolojiden siyaset bilimine dek disiplinler arası yöntemle geniş bir yelpazeye yayılmak mecburiyetindedir.
Carl Gustav Jung meşhur Ulysses romanını çözümlerken “hümanizmin ikiyüzlülüğü malumdur” dedikten sonra Nietzsche’nin “ahlakî köle ayaklanması” söylemini dile getirerek şöyle yazıyor: “Sistemin tutsağı olan kişiyi özgürleştirecek olan şey, kendi dünyasını, kendi doğasını nesnel olarak tanımasıdır.”[6] Oryantalist aklın karşıtı olarak ikame edilecek Garbiyatçı akıl, havanda su dövmek beyhudeliğinden arınmak istiyorsa, gerçeğe varmak amacıyla, kişisel görüşünden sıyrılma becerisiyle hüküm verebilmeli ve özeleştiriden ürkmeyerek kendi dünyasının müspet ve menfi yönlerini kavrayabilmelidir. Böylesi bir tavır, aynı zamanda, Oryantalist aklın “Batılı olmayanlara yönelik idrakine” sızmak demektir. Kendi düşünüşümüzle birlikte Batılının düşünüşünü yakalamak bir güçtür. Biz buna zihin ajanlığı da diyebiliriz. Malumdur ki Oryantalist kişi her halükârda kendi tarafına çalışan bir casustur. Kendi dünyasını çözmekten aciz bir Garbiyatçının karşıt tarafı çözmesi zaten beklenemez. Özeleştiriyi ihanet gibi gördüğümüzde örtük ama telâfisi zor ihanete zemin hazırlamış oluyoruz demektir. Jean Paul Sartre’ın eserlerini çözümleyen Iris Murdoch “karşılıklı anlaşabilme olmadığı zaman, öteki insan tehlikeli bir yaratık haline dönüşmektedir,”[7] saptamasında bulunuyor. Ötekiyle karşılıklı anlaşabilmenin yanı sıra, kendimizle kendimizin anlaşabilmesi de lüzumludur. Kendimizle anlaşamadığımızda, kendimizi tanımaktan kaçındığımızda farkında olmaksızın yine kendimizi tehlikeli bir mahlûka dönüştürme girdabına savrulma ihtimali doğacaktır. Kendimizi içten içe ötekileştirmek, Batı karşısında kendimizi hakir görmek, motivasyon eksikliği yüzünden bocalamak veya kendimize yabancılaşarak Oryantalist akla mağlûp düşmek.
Metin Savaş
[1] Halil İnalcık, Rönesans Avrupası – Türkiye’nin Batı Medeniyetiyle Özdeşleşme Süreci, sayfa 278, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2014
[2] Zygmunt Bauman, Postmodernizm ve Hoşnutsuzlukları, sayfa 44, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2013
[3] Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, sayfa 21, Ülken Yayınları, İstanbul 1999
[4] Mircea Eliade, Mitlerin Özellikleri, sayfa 101, Alfa Mitoloji, İstanbul 2016
[5] Jack Goody, Mit Ritüel ve Söz, sayfa 182, Küre Yayınları, İstanbul 2017
[6] Carl Gustav Jung, RUH (İnsan-Sanat-Edebiyat), sayfa 159, Pinhan Psikoloji Dizisi, İstanbul 2017
[7] Iris Murdoch, Sartre’ın Yazarlığı ve Felsefesi, sayfa 40, YAZKO, İstanbul 1981