Osman Yüksel Serdengeçti Dündar Taşer’i Anlatıyor

Odgurmuş: Bu yazımızda Osman Yüksel Serdengeçti ile büyük dava adamı Dündar Taşer’in ölümü üzerine “Hayali” bir söyleşi yapacağız.

Dündar Taşer Milliyetçi Hareketin fikir dünyasında çok önemli bir fikir adamıydı. Onu tanıyan, onu okuyanlar onun tiryakisi olurlardı. O konuşmalarında ve yazılarında dinleyeni, okuyanı çepeçevre sarar ve kuşatırdı. Artık onu takıp etmekten asla vazgeçmezdiniz. Akıcı bir dil, kısa cümleler ve kıvrak bir zekâ. İşte Dündar Taşer’in özeti bu idi.

Efendim Dündar Taşer’in vefatını siz Antalya’da iken gençlerden duymuştunuz. Bu konuda bilgi verebilir misiniz?

Serdengeçti: “Bazı işlerim için Antalya’da bulunuyordum. Gençlerden bir gurup “Sizlere ömür, Dündar Ağabey’i kaybettik” dediler.

“Ne? Kim?!.. Ne zaman?! Diyebilmişim. İlave ettiler.

“Şimdi radyo söyledi.” Gençler bana bakıyordu, ben onlara. Hepimizin nutku tutulmuştu.

Dündar Ağabey, Dündar Bey, Taşer, Komutan, Binbaşım… Gençler arasında bu isimlerle anılırdı. Bu kadar isimle anılan, bu kadar özel, güzel vasıfları olan bir adam. Nasıl ölürdü? Karaciğerinden rahatsızdı. “Acaba” diyordum, ondan mı öldü? Bir gün kendisine takılmıştım:

“Zaten sizin ciğeriniz beş para etmez” diye… Gülüşmüştük. Vay Dündar vay… Öldü ha… Ne diri, ne canlı, ne hoşsohbet adamdı Dündar Taşer…

Odgurmuş: Dündar Taşer’in şahsiyeti konusunda bilgi verebilir misiniz? Nasıl bir insandı? Onun için “sanki tarih sayfalarından çıkıp gelmiş” derlerdi.

Serdengeçti: Dündar Taşer, isim yapmış birçok milliyetçi gibi, öteden deri bilinen milliyetçilerden “Haa… Şu malum adamlardan değildi. O bir tabiat abidesi gibi birdenbire ortaya çıkmış, değerini herkese kabul ettirmişti. Bu hadise ne idi? Bu hadise “Milli Birlik Hareketi” idi. 27 Mayıs 1960 fırtınası birtakım sel artığı gereksiz adamlarla birlikte böyle cevherler de getirmişti.

Dündar’la çok sonraları tanıştık. Taşer’i kafama ilk sokan Hüseyin oldu. “Çok zeki bir adam” diyordu. “Askere benzemez” diyordu. Hadiseler bizi buluşturdu. Sonra da birleştirdi.

Evvela şunu arz edeyim ki Dündar beylik adamlardan değildi. Ne beydi ne de beylikti. Hakkında yazılanları okudum da bana biraz askerlik künyesi gibi beylik geldi. Şüphesiz güzel samimi yazılardı. Hepsi de Dündar’a layık yazılardı. Amma ne bileyim, nasıl söyleyeyim. Bu yazılar beylik, hazır elbiseler gibiydi. “Cesurdu, kahramandı, vefakârdı. Büyük milliyetçi, büyük fikir adamıydı, malum şeyler. Bunlar kabir taşlarına yazılan “Hüvelbaki” gibi sözler. Gene hiç şüphesiz Dündar bu vasıflardan ayrı değildi, amma o daha başka şeydi.

Odgurmuş: Anladığım kadarıyla çok zeki bir insan ve çok bilgili. Hakkında söylenenleri tamamını fazlası ile hak eden bir insan. Daha çok ne anlatır ne konuşurdu?

Serdengeçti: Güzel olan her şey güzeldir, amma zekâ… Zeki insanda güzelliğin de ötesinde bir şey var. Dündar kelimenin tam manasıyla zeki adamdı. Konuşmaya başladığı zaman tadına doyulmazdı. Her şeyi açardı seçerdi. Konuşurken kendinden geçerdi. Domur domur terlerdi de mübarek. Sanki bu zekânın terlemesiydi. Herkes gibi konuşmazdı. Kimsenin görmediği, bilmediği şeyleri bulur çıkarırdı. Yahut hepimizin bildiğimiz, üzerinde katı hüküm verdiğimiz nesneleri, fikirleri, kanaatleri yeniden öyle alışı, anlayışı ve anlatışı vardı ki, tutulur kalırdınız.

Bir gün bana “Yahu kumandan” dedi; (Ben ona kumandan dediğim için o da bana kumandan derdi)

“Emaneti-i mukaddese var ya, Yavuz’un Mısır’dan alıp getirdiği mukaddes emanetler… Peygamberimizin hırkası, kılıcı vs. işte o eşyalar İstanbul’da, Hırkai Şerif camiinde muhafaza ediliyor. Yavuz Sultan Selim bu mukaddes eşyaları İstanbul’a getirdiği andan itibaren Hırka-i Şerifte, mukaddes emanetlerin huzurunda devamlı Kur’an okunmuş. Bir dakika dahi ara vermeden 1515’ten 1919’a kadar. Tam dört yüz küsür sene. Allah Allah… Bu ne Hürmet, bu ne gayret… Bu ne saffet, işte Türk bu.”

Odgurmuş: Tek kelime ile müthiş bir tesbit ve müthiş bir teşhis. Tüm konuşmaları böyle miydi? Sürekli tarihe gider gelir miydi? Demek ki tarih şuuru çok yüksekti. Ama bildiğim kadarıyla tarihçi de değildi.

Serdengeçti: Dündar tarihe böyle nirengi noktaları bulur, bu noktalardan bakardı. Mukaddes emanetlerden, Kur’an ayetlerinden kıt’alara, asırlara, nesillere böyle bir noktadan bakardı. O ne bir tarihçi ne de bir edebiyatçı idi. Fakat kendisinde öylesine köklü, renkli, orijinal bir tarih şuuru vardı ki, nerden bulurdu, nasıl bulurdu, şaşar kalırdık.

Edebiyatçı da değildi. Fakat edebi zevki vardı. Baklava yapmasını bilmezdi amma tadından anlardı. Divan edebiyatını anlatırken, bu edebiyattan parçalar okurken adeta divane olurdu.

Asrımızın büyük zekâlarından biri olan ve hemen Allah’tan Peygamber’den Abdülhakim Efendi’den başka kimseyi beğenmeyen Necip Fazıl; “Hayret, askerden böyle bir adam çıksın” demişti. Esasen Dündar’da askeri hal asgari idi. Sohbet adamıydı, dost adamdı. Her yerde herkes tarafından istenen adamdı.

Odgurmuş: Efendim bir de İstanbul “Marmara Kıraathanesi” konusu var. Her İstanbul’a gittiğinde mutlaka uğradığı bu kıraathane hakkında neler söylersiniz?

Serdengeçti: İstanbul’da Marmara vatandaşları (Marmara kahvesine devam edenler) “Dündar Bey ne zaman gelecek? Dündar ağabey ne zaman gelecek?” diye sorar beklerdi. Gelince başta Ziya Nur ve Şoför Kâmil olmak üzere herkesin gözü gönlü açılırdı. Şoför Kamil’in arabası artık emre hazırdı. Ziya bey Marmara Kahvesi’nin vefalı müdavimlerinden kültürlü bir arkadaş. Öyle herkesle fazla konuşmaz. Müstehzi bir tip. Dündar gelince günü doğardı Ziya’nın. Dündar’la bir köşeye çekilirler, konuşurlar, konuşurlardı. Millet bu iki dostun etrafını sarar, onların konuşmalarından bir şeyler anlamaya bir şeyler dinlemeye çalışırlardı. Fakat ne mümkün. Bu iki adam bu kadar kalabalık içinde halvet olurlardı. Dinleyiciler onların sadece ağızlarının açılıp kapandığını görürdü. Sessiz film gibi… Dündar’ın bu hali de vardı. Bir kafadarını buldu mu dünyayı gözü görmezdi. O umumi adamdan çok hususi adamdı. Bu bakımdan da şu “Halk adamı”, “Halk çocuğu” gibi herkesin sevdiği benimsediği tabirleri sevmezdi. “Hele, derdi, şu halk çocuğu tabirini hiç sevmiyorum.” Ben “Sokak çocuğu gibi bir şey mi geliyor aklına” deyivermiştim. “Hay ceddine rahmet kumandan, tam öyle” demişti.

Odgurmuş: Anladığımız kadarıyla Taşer sizi de çok sever ve sizinle iyi anlaşırdı. Biliyoruz ki sizin bir mizahi yönünüz vardı. O da mizahtan anlardı. Belki de Taşer sizin bu yönünüzden dolayı da sizi severdi.

Serdengeçti: Zannedersem beni espri ve mizah adamı olarak sevmiş tanımıştı. Radyo konuşmalarımda İsmet Paşa için: “Paşam, bir zamanlar senin emrin olmadan Yenişehir’deki akasya ağaçları bile çiçek açmazdı. O zaman her şey senin emrinde elinde iken toprak kanununu niye çıkarmadın ha. Sandalyeden düşünce ayağın toprağa değince mi toprak aklına geliyor? Sen milleti, sen köylüyü toprağa kavuşturursun ama ne zaman, nerede? Mezarlıkta mezarlıkta” demiştim. Bir de “Seçim sandığından ümidini kesen İnönü elini cephane sandığına attı. Gençliği kışkırttı. Şimdi de petrolden bahsediyor. Çünkü petrol çabuk ateş alır. İnönü ateşle oynamasını sever. İktidar kandilinin gazı bitince petrol kanunu ha…” gibi laflar etmiştim de rahmetli “Bu seçimin en güzel konuşması… İnönü’ye verilecek en güzel cevap bu” demişti.

Sonra da Türk mizahı üzerinde durmuştuk. Neler biliyordu, neler söylüyordu. Bir gün Öz Türkçe pardon uydurma Türkçe ile yaşamlı maşamlı bir şiir yazmış, bana okumuştu. Hayatımda bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum. Aynen kopya etmiştim.

Odgurmuş: Öyle anlaşılıyor ki Dündar Taşer çok farklı bir insan. Haliyle de olay ve durumlara çok farklı açılardan bakıyor ve ona göre yorumlar getiriyordu.

Serdengeçti: Dündar Taşer gerçek bir milliyetçi idi. Esasen milliyetçilikte toplumculuk da var. Millet bir toplumdur. Türk milletini iyi anlamıştı. İyi anladığı için onun meselelerini iyi tahlil ederdi. Herkesin 2×2=4 gibi bildiği şeyleri yeniden ele alır, tarihi mantıki ölçülere vurarak tahliller yapar, sağlam neticelere varırdı.

Zamana ve mekâna hatta imkâna karşı koyan adamdı. Şu herkesin ağzından düşürmediği “Reformlar” şu “ilkeler” şu “Ekonomik nedenler, sorunlar.” Dündar’ın zekâsı önünde tuzla buz olurdu. Millet nasıl aldatılıyordu? Memlekette ne kadar tembel, işlemez kafa vardı. Şu “Ord. Prof.” lardan çoğu bir “Puf” tan ibaretti. “Halep orda ise arşın burada” idi. Akıl var, mantık var, ölçü var” diyordu. Heyhat memleketi akıl, ölçü, mantık idare etmiyordu. Bir curcunadır gidiyordu.

Odgurmuş: Bilindiği gibi; Dündar Taşer bir askerdi. Fakat anlatımlarınıza bakarak onun askerden çok askerlikten sıyrılmış bir mütefekkir gibi olduğunu gözlemliyoruz. O Asker miydi? Sivil miydi?

Serdengeçti: Dündar bir hayli “Sivilize” olmasına rağmen ne de olsa askerdi. Var’la yok, Ölümle kalım arasında konuşurdu. Konuşmaları namluda bekleyen kurşun gibiydi. Bu kurşunun fazla beklemeye de tahammülü yoktu.

Kendisi anlatıyor: Bir gün yaman bir komünistle münakaşa ediyorlarmış. Komünist ikide bir “Tarihin değişmez kaderi” deyip duruyormuş. “Sosyal determinizm-Marks, Tarihi maddecilik vs.”  Buna karşı Dündar da vatanı kastederek; “Bu da coğrafyanın değişmez kaderi” demiş. Bravo kumandan dedim. Vatanımızın sıra sıra dağlarını ona gösteriverseydin. Bu dağlar çökmez, değişmez, aşılmaz. Komünist bu dağları aşamadı… Değil mi kumandan?

Gözlerinin içi gülerek:

“Aşamadı, aşamaz. Aştırır mıyız vatanımızı dağlarımızı” demişti.

“Sahi mi? Toroslar kadar yüksek miyim?”

Bunları konuşan Güneyli iki Türk insanı idi.

Odgurmuş: Sanırım onu anlatmak için kelimeler biraz kifayetsiz kalıyor. Taşer sanki tarihten çıkıp gelmiş bir Alp gibiydi.

Biraz da onun karakterinden, yapısından ve yazı hayatından bahsedebilir miyiz?

Serdengeçti: Dündar sevimli bir adamdı da. O Güney insanlarının sıcaklığı vardı her halinde. Hafif tertip Antep’lilik, Türkmenlik gurur ve şuuru da vardı. Türklerin Anadolu’ya yerleşmesini, yaşayışlarını, maceralarını çok iyi biliyordu. Destanlarını, koşmalarını, varsağılarını zevkle okurdu. Amma bencileyin her şeyin bir püf noktasını bulur, alaya alırdı. Bazan kendisi de kendi istihzasından kurtulamazdı.

Yazı hayatına gelince… Dündar’ın yazı hayatı yenidir. O çoktan beri aranan, bir türlü bulunamayan, fakat bir gün bir yerden fışkırıveren petrol gibiydi. Öyle çıkmıştı ortaya… Siyasi içtimai bir deprem 27 Mayıs da ortaya Dündar’ı da çıkarmıştı. Dündar düşünen, okuyan, güzel konuşan adamdı. Bir gün ona “Yazı yazsana” dedim.

“Nasıl yazarım alışkın değilim…”

“Yazmaz gibi yaz. Konuşur gibi… İşte böyle… Kısa-canlı… Nefes alır verir gibi… Sıcak… Kısa ve Askerce… Emriyevmi gibi” dedim. Ve ilave ettim:

“Türkçenin kuvvetli olduğu kadar zaafı da var ”Rek”, “Rak”, “İle”, “Dir”, “Dır”. Mümkün mertebe bunlardan kaçınacaksın. Hele uzun cümle. Türk’ün uzun beklemeye tahammülü yok. Kısa, kat’i… Canlı, sivri… Buluşlar olacak… Geveleme yok…”

“Çok güzel, bir deniyeyim.” dedi. Denedi, yazdı, az zamanda kuvvetli bir yazar oldu. Fakat alnının yazısı da yazıldı. Kısa zamanda yazıldı… Kader…

Bir gün “Gazete çıkaramadık, olmadı, olmuyor” diye dertlenip duruyorduk. Dündar sesini yükselterek:

“Hiç merak etmeyin, demişti, az bir zaman sonra bütün gazetelerin başmakalelerini telefonla ben yazdıracağım. Ayrı bir gazeteye lüzum yok…”

Gençler ne kadar ümitlenmiş, sevinmişlerdi. Ben içimden “Dündar kendi kendini de, bizi de matrağa almaya başladı demiştim.

Dündar’ın Milad-ı İsa’sı (Yine de) 27 Mayıs idi. Sonra Milli Birlikçileri teker teker ele aldı. Karakterlerini çizdi. Hepsini bir ipliğe dizdi, şuraya astı. Ne güzel ne yaman buluşlar. Ne güzel karikatürize ediyordu onları.

İşte Taşer bu anlattıklarımın içindedir. Amma neresindedir? Hangi tarafı ağır basar, bilinmez. Tıpkı yemeğin içindeki lezzet gibi… (Yemeği gösterebilirsiniz de lezzet denilen şeyi asla) Dündar çok tatlı lezzetli adamdı. Anlatılamaz. Yaşanır… Dinlenir… Konuşulur… Öyle bir lezzet verirdi ki insana doyamazdınız da…

Odgurmuş: Kader onu aramızdan erken aldı. O rabbine kavuştu, bizler onsuz sanki yetim kaldık. Bir ekmek kamyonu geri manevra yaparken ona çarptı ve onu bizden ayırdı.

Serdengeçti: (Eğer tesadüfse) Ne aksi tesadüf… Ne berbat kaza… Adamakıllı trafik kazası bile değil. Şaka gibi. Zannedersiniz ki rahmetli bu oyunu kendi hazırladı. Bana hiç ölmemiş gibi geliyor. Gülen gözleriyle gözlerimin içine bakıyor.

“Nerden kumandan” diye soruyorum.

O:

“Şuradan geliyordum. Bir ekmekçi arabası geri geri geliyordu. Biz de gericiyiz ya, arabanın gerisinde idim. Bana çarptı araba… Hayır, ben ona çarptım. İşte böyle…”

“Demek ekmeğe hürmetinden ekmek arabasının gerisindeydin ha?…”

“Evet… Sen bilmez misin, “Ekmeğe ikram ediniz, hürmet ediniz diye bir Hadis-i Şerif var.”

“Var…”

Bu şakaların, bu zavallı ekmek arabasının ardında bir ölüm olacağını nereden bilelim. Büyük bir ölüm hem de Dündar Taşer’in ölümü… Bir ışığın sönüşü, bir dağın yerinden oynayışı, bir fırtınanın dinişi gibi bir ölüm.

Bizim kumandanımız, sevgili arkadaşımız, ağabeyimiz, binbaşımız Dündar Taşer…

Bağrımıza taş basıp susuyoruz. Huzurunda hörmetle eğiliyoruz.

Cenab-ı Hak sana gani gani rahmet eylesin.

**

Kaynak:

Kenan EROĞLU, DOĞUŞ Aylık Fikir ve Sanat Dergisi, Osman Yüksel yazısı, Sayı: Aralık-Ocak-Şubat 1984, sayfa: 9-10-11

Yazar
Kenan EROĞLU

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen