Ortadoğu’da dört asır boyunca “Osmanlı Barışı”nın (Pax Ottomana) yaşandığı, inkâr edilemez bir gerçektir. Bu bölgeyi sürekli patlamaya hazır bir barut fıçısı haline getiren süreç, Avrupa devletlerinin menfaatlerinin bu bölgede kesişmesi ve kritik bir madde olarak petrolün önem kazanmasıyla başladı. Üç büyük dinin de mukaddes saydığı Kudüs’ü bağrında taşıdığı için ayrı bir önem taşıyan Filistin ise sürekli misyonerlik faaliyetlerine sahne oluyordu. İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve Rusya, burada kiliseler, dinî okullar ve misyoner cemiyetleri kurmuşlardı. Filistin, İngiltere için aynı zamanda Hint ulaşım yollarında stratejik bir önem taşıdığı için vazgeçilmezdi.
*****
Beşir AYVAZOĞLU
Edward Said, Filistin Sorunu isimli kitabında, Osmanlı hâkimiyetinin Filistin’de ne verimi azalttığını, ne de bu ülkeyi daha az Arap yahut Müslüman yaptığını ifade ettikten sonra, bir İngiliz şairinin, George Sandys’in şiirini hatırlatır:
“Süt ve bal akan ülke; yaşamaya elverişli bir dünyanın ortasında ve ılıman bir iklimde, güzel dağlar ve zengin vadilerle süslenmiş, mükemmel sular fışkırtan kayalar; hiçbir bölgesi esenlik ve servetten yoksun değil!”
***
Osmanlı Devleti’nin uyguladığı “millet” sistemi, hâkimiyet tesis edilen topraklarda yaşayan halkların, dillerini konuşmada, inançlarını ve kültürlerini yaşamada serbest bırakılmalarını gerektiriyordu. Bu sistem, emperyalist Avrupa devletleri çomak sokuncaya kadar başarıyla uygulanmış, Ortadoğu ve Balkanlar, daha önce hiç yaşanmamış ve bir daha yaşanması mümkün olmayan bir huzur ve sükûnu tatmıştı.
Gerçek Arap birliğinin Osmanlı asırlarında gerçekleştiği rahatlıkla söylenebilir. Ortadoğu’nun dinî ve etnik bakımdan en karışık bölgelerinden biri olan Lübnan’da bile Osmanlı hâkimiyetinin güçlü olduğu dönemlerde sağlıklı bir iç barış kurulmuş, bu barış belli ölçüde Fransız manda rejiminin kurulduğu 1920 yılına kadar devam etmişti.
Osmanlı topraklarına ve bu topraklardaki zenginliklere göz diken emperyalizmin yaptığı ilk iş, asırlardır farklı ırk, din ve mezheplere mensup toplulukları bir arada tutan prensiplerin altını oymak, başka bir ifadeyle, ırk, din ve mezhep farklılıklarını düşmanlıklara dönüştürmekti. Bunun için, oryantalizm bir “keşif kolu” olarak kullanıldı. Napolyon, Mısır seferine çıkarken, yanına bir düzine oryantalist almıştı.
***
Balkanlar’da kavmiyetçiliği körükleyerek, Ortadoğu’da ise Arapları kışkırtarak Osmanlı Devleti’ni sarsmaya başlayan emperyalistler, bir yandan da Filistin’de bir Yahudi devleti kurmayı planlıyorlardı. Yahudilerin uzun tarihleri boyunca, en rahat ettikleri, bırakın soykırımı, düşmanlıkla bile karşılaşmadıkları ve sıkıştıklarında sığınabildikleri tek ülke, Osmanlı ülkesiydi. Avrupa, Yahudilerin Filistin’e göçünü teşvik ederek kendi hastalıklarından biri olan antisemitizmi İslâm dünyasına ihraç etmiştir.
Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması, Avrupa’da tırmanan antisemitizmin yarattığı problemler dolayısıyla, Almanya ve Çarlık Rusya’sı da dâhil olmak üzere, bütün Avrupa tarafından desteklenmişti. Açıkçası, Ortadoğu’da huzursuzluğun ve istikrarsızlığın temel sebeplerinden biri olan İsrail, antisemitizmin çocuğu olarak doğdu.
***
Ortadoğu’da dört asır boyunca “Osmanlı Barışı”nın (Pax Ottomana) yaşandığı, inkâr edilemez bir gerçektir. Bu bölgeyi sürekli patlamaya hazır bir barut fıçısı haline getiren süreç, Avrupa devletlerinin menfaatlerinin bu bölgede kesişmesi ve kritik bir madde olarak petrolün önem kazanmasıyla başladı. Üç büyük dinin de mukaddes saydığı Kudüs’ü bağrında taşıdığı için ayrı bir önem taşıyan Filistin ise sürekli misyonerlik faaliyetlerine sahne oluyordu. İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve Rusya, burada kiliseler, dinî okullar ve misyoner cemiyetleri kurmuşlardı. Filistin, İngiltere için aynı zamanda Hint ulaşım yollarında stratejik bir önem taşıdığı için vazgeçilmezdi.
Filistin’de Yahudiler tarafından bir devlet kurulmak istenmesi ve özellikle İngiltere’nin bu isteğe sempatiyle yaklaşması, Ortadoğu’daki hiç bitmeyecek bir problemin kaynağı olmuştur. Dünya Siyonist Teşkilâtı’nın kuruluşu, Filistin’in kaderini belirleyen bir gelişmedir. Bu teşkilatın ikinci kongresinde Filistin’de devlet kurma kararı çıkmış ve Yahudiler bütün güçleriyle meselenin üzerine gitmeye başlamışlardır. Theodor Herzl’in Osmanlı Devleti nezdindeki teşebbüsleri biliniyor.
Sultan II. Abdülhamid ve daha sonra İttihatçılar, Filistin’e Yahudi göçünün önüne geçmeye çalışmışlardır. Ne var ki Yahudilerin Filistin’de toprak satın almaları bütünüyle önlenebilmiş değildi. Filistin’e asıl büyük Yahudi göçü, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Osmanlı Devleti’nin yıkılması sayesinde gerçekleşmiş, böylece Araplar, Avrupa devletleri tarafından bir kere daha hayal kırıklığına uğratılmıştı.
***
Avrupa devletleri, özellikle İngiltere, Osmanlı’nın aşağı yukarı dört asır boyunca, kendine has metotlarla bir arada tuttuğu, peygamberin kavmi oldukları için “kavm-i necip” olarak kabul edip bağrına bastığı Arapları, kısa sürede bölmüş, çil çil altınlar döküp kabile asabiyesini tahrik ederek ayaklandırmışlardır.
Araplar, nasıl bir oyuna getirildiklerini, İngiltere, Fransa ve Çarlık Rusya’sı arasında 1916 yılında yapılan, Ortadoğu bölgesinin paylaşılmasına yönelik gizli anlaşma Bolşevikler tarafından açıklanınca anlamışlardı, ama iş işten geçtikten sonra… Osmanlı Barışı, Ortadoğu’da artık bir daha görülmesi mümkün olmayan güzel bir rüya idi. Ve Filistin’in -ah güzel Filistin- kaderinde artık hep acı vardı, kan vardı, barut kokusu vardı.
——————————————————
Kaynak:
http://www.karar.com/yazarlar/besir-ayvazoglu/osmanli-barisi-ve-filistin-5652#