Osmanlı Müziği Türk Müziğidir!

Fatma Adile BAŞER 

Bir uç beyliği olarak tarih sahnesine çıkan Osmanlılar’ın ilk kurulduğu yer Bizans hududunda ve diğer komşu beylikleri ile çevrili idi. Uç veya ucat olarak adlandırılan Batı Anadolu bölgesinde kurulmuş beylikler öncelikle serhadde (sınır) olmaları dolayısıyla çoğunlukla müttefikan hareket etmekteydiler.

Esasen Moğol karşısında Selçuklu idaresinin zaafa uğraması, uzun zamandır devletle uçlar arasındaki ayrılığı derinleştirmiş, Moğollar’ın nüfuzlarını hissettiremedikleri bu bölgeler gitgide bağımsız hale gelmişlerdi.

Oldukça uzun süren bir barış çağı boyunca hudut savaşçıları belli bölgelere yerleşmişler ve nüfus bakımından çoğalmışlardı. Ayrıca Moğollar’ın baskısı sonucu Orta ve Doğu Anadolu’daki yaylaklarını kaybetmeleri yüzünden Batı Anadolu’ya yönelen ve Kuzey Batı Anadolu sahillerinden Akdeniz sahillerine kadar uzanan dikey çizgideki dağlık sahada kesif bir şekilde yoğunlaşmış Türkmen toplulukları, askerî kuvvetler ve maiyyetleriyle birlikte buraya sığınan Selçuklu devletinin önemli şahsiyetleriyle birleşiyorlardı. Böylece sınır boyları idareye ehliyetli ve siyasî şahsiyet sahibi unsurları da kazanmış bulunuyordu.

Alışık oldukları hayattan ayrılmış farklı boy unsurlarının birleşmesiyle meydana gelerek gittikçe çoğalan bu kitleler arasında uç gazileri, diğerleri adına karar verecek en önemli unsur durumundaydılar.

Diğer taraftan Horasan ve Türkistan’dan kaçan şeyhler ve dervişler Moğollar’a karşı dayanışmada ön safta bulunuyorlardı. Doğal olarak Moğol kontrolü altındaki şehirlerde iyi karşılanmadılar, ancak uçlarda büyük ilgi gördüler.

Kısa bir zamanda din gayretini bu kesif ve heyecanlı kitlelerin içine soktular. Sınırda gaziler arasında bu dinî heyecan kâfirlere karşı savaşmak için Alplik değerlerinden gelen bir “and” şeklini aldı. İşte bu şartlar altında fethedilen yerlerde oluşturulan devletlere “Beylik” denilmiş, liderleri olan gaziler birer hanedan kurucusu sayılmışlardır.

Bu tarzdaki beyliklerin en karakteristik olanları Aydın, Karasi, Menteşe, Saruhan, Germiyan, Çoban (Çandar) ve Osman oğullarıdır. I. Haçlı seferinden kalma Ermeni Kilikya Krallığı sınırında bulunan Karamanoğulları ile Kırım’a ve Trabzon Rumları’na karşı cüretkâr akınlar yapan Gazi Çelebi’nin Çobanoğulları Beyliği de aynı karakterde olanlar arasında zikredilir.

Bu beyliklerden bazıları hiç alışık olmadıkları denizciliği başarıyla öğrenerek bu yolda faaliyetlerini sürdürme, daha kuzeydekiler kâh Bizans’la mücadele, kâh onunla müttefik olarak iç savaşlara katılıp siyasî oluşumlarını güçlendirme yolunu seçmişlerdir. Diğer taraftan Selçuklu payitahtı Konya’yı ele geçirip kendi merkezleri haline getiren Karamanlılar’ın diğer beylikler üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışmaları, Selçuklular’ın varisi olma iddialarından kaynaklanıyordu. Tarihçiler kendi devri için beylikler arasında onunla rekabet edebilecek sadece Kütahya merkezli Germiyanoğulları ile Kastamonu-Sinop havalisindeki güçlü Candar-oğulları’nı(Çobanoğulları) göstermektedirler.

Yönlerini denize çevirmiş bulunan Karasi, Aydın, Saruhan ve Menteşe beylikleri üzerinde Germiyanoğulları etkili olurken, Candaroğulları’nın da Osmanlı ve Orta Karadeniz beylikleri üzerinde nüfuz gösterdiği tespit edilmektedir. 1300 lü yıllardaki beylikler dünyasında, Anadolu’nun önemli bir kısmının İlhanlı valilerinin tasarrufu altında bulunduğunu da unutmamak gerekir. Ancak çeşitli sebeplerle 1320 lerden itibaren İlhanlı nüfuzunun sarsılmasıyla batıdaki diğer beyliklerle birlikte Osmanlı Beyliği’nin de yükselişi söz konusu olmuştur.

Anadolu beylikleri içinde en küçük beyliklerden biri olduğu halde, kısa zamanda büyük bir devlet haline dönüşen Oğuz’un Kayı boyundan Osmanoğulları’nın başarısı dikkat çekicidir. İlk merkezleri olan Söğüt bölgesinden başlayarak, hangi dinamiklerle bu devleti büyütüp yükseltme iradesi kullanabildikleri, nasıl olup da büyük bir tarih ve medeniyet yaratabildikleri sorusu, öteden beri bilim adamlarının ilgisini çekmektedir.

Yapılan araştırmalar, Osmanlı Beyliği’nin kurulduğu coğrafya ve onun sosyal şartlarının, Türkmen boy geleneklerinin, uzun zamandır yerleşik hayat yaşayan ve yeni yerleşim alanlarına ihtiyaç duyan kesimlerin, Bizans sınırında bulunmanın yarattığı gerilim ve tesirin yanında, manevî alt yapıyı, Töre’den kaynaklan kadîm hikmet anlayışı ve ananevî yönelişlerle birlikte yeniden yorumlayan büyük mutasavvıfların derin etkileriyle gerçekleştiğini ortaya koymaktadır.

Söz konusu bütün bu şartlar “Osmanlılaşma” denilen sürecin tabii başlangıcı olarak kabul görmektedir.

Esasen beylikler, siyasî açıdan farklı özellikler göstermemekte, aynı inanış ve Töre değerlerinin hâkim olduğu bir yapı sergilemekteydiler. Bu bakımdan Karasi Beyliği ile başlatılan karşılıklı ilk bütünleşme hamlesi, bünyeyi büyütüp besleyen, sonraki birleşmelerin mahiyetlerini de belirleyen bir örf oluşturması cihetiyle önemli bir örnektir.

*

Nitekim Osmanoğulları, Anadolu birliği hedefiyle diğer beylikleri kendi siyâsî iradelerine katarken buradaki mevcut sanat ve kültür birikimlerini de kendi merkezlerine yönlendirdiler. Osmanlı Müzik Okulu’nun doğuşu ve şekillenişi, söz konusu beylik merkezlerinden yetişen müzik nazariyatçıları ve müzisyenleri eliyle olmuştur.

Anadolu’nun önemli nazariyatçılarından Ahmedoğlu Şükrullah (-1470) Sivas Divriği’den yetişmiş, Salur Boyu Toganoğulları’ndandır. Fatih’in bilim ve sanat halkasına katılmıştır. Ladikli Mehmet Çelebi (-1482) gerek Fethiyye gerek Zeynü’l-elhân adlı eserini II.Bayezid’e Amasya’da iken sunmuştur. Bereket’in yazarı Aydınlı Usta Şems (-1494) önemli Türk müzisyenleridirler. Aydınlı Usta Şems’in çağdaşı Mevlanâ Şems ve Kastamonulu Mevlanâ Şavur’dan başka Kastamonulu Mevlanâ Siyah, Mehmed Düyek, Çulha İlyas, Mardinli Hüseyin, Hacı Halilzâde, Öksüz Ali ve daha niceleri gibi Anadolu’dan yetişmiş besteciler tespit edilebilmektedir. II. Bayezid’in oğlu Şehzâde Ahmed’in döneminde Amasya sarayında bulunan belli başlı müzisyenlerin adları: Kopuzcu Usta Şâhin, Hânende Şeyh Çoban, Udî Nasuh ve Ahmed, Çengî Behram olarak sıralanmaktadır. Sivas ve Malatya’da uzun süre kadılık yapan Kudbuddin Şirâzî (1236-1311) Durretü’t-tâc adını verdiği ansiklopedik eserinde müziğe de yer vermişti. Kendisinin Çobanoğulları Beyi Yavlak Arslan için de bazı eserler yazdığı bilinmektedir. Beylikler döneminde oluşturulan Türkçe kütüphaneler, ısmarlanan eserler, tercüme edilenler vb. henüz müzik açısından değerlendirilmiş değildir.

*

Müzik nazariyatının en temel eseri olan ve bir Azeri Türkü Urmiyeli Safiyuddin tarafından Arapça yazılmış bulunan Kitâbü’l-Edvâr’ını (Devirler Kitabı) Sivaslı Ahmedoğlu Şükrullah’ın (-1470) Türkçe’ye çevirmesi Anadolu’daki müzik nazariyatı çalışmalarını ve bu sahadaki dikkati göstermesi bakımından önemlidir.

Nitekim15. ve 16. yüzyıllara ait müzik literatürü bunu açıkça gösteriyor. Müzik teorisine ait eserler, Şükrullah’tan itibaren artık Türkçe olarak kaleme alınmaktadır.

Bu tarihten itibaren, anlatım dili bakımından, zamanla seslere ve aralıklara dair şematik ifadeler, yerini makam anlatımlarına bırakmış görünmektedir. Bu anlatımlar büyük ölçüde devrin makbul tuttuğu ve daha çok Anadolu sathında ortaya çıkan yeni makam kullanımları hakkında olması da dikkat çekicidir.

Bu noktada müzik kaynaklarımızın makam usul ve çalgı bilgisi açısından, klasik veya halk müziği bağlamında bir ayrışma içinde bulunmadığının altını çizmek isteriz. Yani bu yazma müzik eserleri, günümüz yaklaşımıyla söylersek, sadece Türk klâsik müziğinin değil, Türk halk müziğinin de kaynaklarıdırlar. Nitekim saz takımlarında kopuzcu ile udînin bir arada zikredilmesi, tarihçilerimiz bakımından sıradan bir bilgi durumundadır. Kaldı ki günümüze yakın uygulamalar da bunu pek çok bakımdan doğrulamaktadır. Hemen kolay bir örnek olması bakımından; Çankırı Yârân Sohbetleri’nde bağlamanın bir türü olan on iki telli ile udun bir arada kullanılması üstelik tesadüfen değil, özel olarak bir mevsim için Yârân tarafından tutulmuş profesyonel icracılar tarafından kullanılması manidardır.

Anadolu’da olgunlaşan müzik birikiminin Horasan’dan sonra yeni bir okulla modelleşmesinin ancak 16. yüzyıl başlarında mümkün olabildiğini söyleyebiliriz. Bu bakımdan Anadolu birliğinin büyük ölçüde sağlandığı Fâtih ve II. Bayezid devirleri, müzik teorisi ve icrâ açısından “hazırlık dönemi” olarak değerlendirilebilir.

Bu dönemde Osmanlı artık büyük bir devletti. Mirasçısı olduğu kültür birikimini yeniden gözden geçirmeye ve yorumlamaya hem ihtiyaç duyuyor hem de buna fırsat bulabiliyordu. Türkçe müzik eserlerinin yine bu dönemde önemli bir yekûn oluşturduğunu yeniden hatırlatalım.

Bugün bâzı “kendine güven sorunu” yaşayan çevrelerin, Osmanlı mûsikîsini Türk saymama eğilimleri karşısında bu bilgileri kamuoyunun takdirlerine arz edelim istedik. II. Bâyezid’den sonra bir yabancılaşma ve Türk müziğinin karakter değiştirme olayı bulunduğuna dair hiçbir haber yoktur! Belki “yabancılaşma” veya Türklüğe aykırı bir müzik arıyorsak, bunu Mızıka-yı Hümayun sonrasında arayalım.
Yazar
Fatma Adile BAŞER

Fatma Adile BAŞER 1965’de İstanbul’da doğdu. Orta öğrenimini Mimar Sinan Üniversitesi Sahne Sanatları Bölümü’nde tamamladı. İstanbul Teknik Ünivesitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarı (TMDK)Temel Bilimler Bölümü�... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen