Osmanlı’nın Son Döneminde ve Cumhuriyetin Başlarında Fikir Akımları ve Ziya Gökalp (1876-1924) -Türkçülüğün Fikir Babası-

Prof.Dr. Ali Osman GÜNDOĞAN

Ziya Gökalp, çağdaş Türk düşünce ve siyasi hayatı açısından en önemli düşünürdür. Her şeyden önce Osmanlı’nın son döneminde Dârülfünun’da Sosyoloji kürsüsünü kurar ve ilk sosyoloji derslerini verir. Bu bakımdan o, ilk Türk sosyoloğudur. Sosyolog kimliğinden dolayı Türk toplumunun ve tarihinin Durkheim’in pozitivist sosyolojisine göre bir analizini yapmıştır. Bu analizi yapma gerekçesi ise Türkçülüğü ve Türk milliyetçiliğini bilimsel verilere ve sosyolojik analizlere dayandırma ihtiyacıdır. Türk toplumu ve tarihinin analizinden çıkardığı sonuçları sosyolojinin verileriyle açıklamak ve bu suretle de Türk toplumunun geleceğine yön vermek başlıca arzusudur. Dilde, fikirde, hukukta, ahlakta, siyasette, dinde, ekonomide vs. alanlarda Atatürk’ün önderliğinde yapılan bütün yenilik hareketlerinin kaynağında önemli ölçüde Ziya Gökalp’in düşüncelerini bulmak mümkündür.

Gökalp’ın yaşadığı dönem, sıkıntılı bir dönemdir. Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmaya yüz tuttuğu, Batı medeniyeti karşısında geri kalmışlığın kendisini her bakımdan hissettirdiği bu dönemde fikir hareketleri bakımından da tartışmalı bir ortam karşısında bulunuyoruz. Yusuf Akçura’nın üç tarz-ı siyaset olarak nitelendirdiği üç akım söz konusudur: Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük. Bu üç akımın yanında bir de Batıcılık söz konusu edilse de Batı’dan bilim ve tekniği alma bakımından her üç görüş de ortak düşünmekte, ancak Batıcılık, değişik görünümler altında temsil edilmeye çalışılmaktadır. Ancak hemen şunu ifade eldim ki, bu dönemde ortaya çıkan bütün akımlar İmparatorluğun içinde bulunduğu sosyal gerçekliğin sonucu, tamamen ihtiyaçtan dolayı ortaya çıkmış sosyal felsefe olarak da nitelendirilebilecek iyi niyetli çabalardır.

Üç tarzı siyaset, tam anlamıyla bir fikir hareketi olmadan önce birbirleri arasında karışık vaziyette bulunmuşlardır. Nitekim “İttihatçılar arasında İslamcılarla birlikte Avrupacılar ve Türkçüler de vardır… Hürriyet ve İtilaf Partisi içinde de İslamcılar ve Avrupacılar buluşmuşlardı”[1]. Zamanla bu fikir akımları gelişen olaylar ve dış etkiler sebebiyle birbirlerinden ayrılmaya başlamışlardır.

Osmanlı’nın son dönemlerinde ortaya çıkan siyasi, ekonomik ve askeri olumsuzluklar karşısında oluşan Osmanlıcılık, İmparatorluk içinde bulunan azınlıkların ayrılması için bir neden görmez ve sorunları çözmenin yolunu, ortak olan vatanda ittifak hâlinde meşru bir hükümeti kurmak olarak belirler. Bütün İmparatorlukta yapılacak genel bir ıslahat politikasına ihtiyaç olduğunu düşünürler. Önemli olan, tüm etnik gruplar üzerinde bir Osmanlılık duygusu oluşturmak ve Osmanlı milletini tesis etmektir. Osmanlı milleti oluşturma fikri II. Mahmut’a kadar geri götürülebilir. Nitekim II: Mahmut, “Ben tebaamın Müslüman olanını camide, Hristiyan olanını kilisede, Yahudi olanını havrada fark ederim. Aralarında başka bir fark yoktur. Cümlesi hakkında muhabbet ve adaletim kavidir.” diyordu. Ancak bu fikir asıl olarak Tanzimat (1839) ile tespit edilir ve Osmanlıcılık asıl bu tarihten sonra gelişir. Çünkü Tanzimat ile birlikte, bütün tebaanın hukuk önünde eşitliği ve eşit muamele göreceği belgelenir. Bundan dolayı Tanzimat, hukukiliğe bir geçiş olması bakımından önemlidir. Bu sebepledir ki, Osmanlı idarecileri “millî çapta idari, hukuksal ve iktisadi tedbirlerle Osmanlı İmparatorluğu’nda yüksek sayıda yer alan kültür birimlerini eritebileceklerini, bir ‘Osmanlılık’ şuuru yaratabileceklerini” düşünürler[2]. Osmanlıcılık, bütün Osmanlı tebaasını hukuken eşit görmek, onların hürriyetlerini teminat altına almak ve Osmanlı memleketlerinin ortak bir vatan olduğu hissini yaymak gibi hedefleri ortaya koyar. Bu hedef, Tanzimat Fermanı’nın da hedefidir. Çünkü Tanzimat, Osmanlı’nın esas teşkilatını, kamu hukukunu değiştirmeyi, ekonomik bazı yenilikleri getirmeyi kendisine amaç olarak belirlemiştir. Osmanlıcılığı hayata geçiren, 1876 Kanun-i Esasi’sidir. Ancak Abdülhamit’in İslamcı bir yöne kayması, Türklerin Osmanlıcılığa sıcak bakmamaları gibi nedenlerden dolayı bu fikir uzun soluklu olmamıştır. Ayrıca Osmanlıcılık, liberal ve kozmopolit bir ideolojiye sahiptir. Oysa milliyetçilik akımlarının hız kazandığı, Osmanlı tebaasında Türk olmayanlar arasında İmparatorluktan ayrılma arzularının yoğun yaşandığı bir dönemde böyle bir liberal ve kozmopolit oluşumun yaşaması elbette ki son derece güçtür. Nitekim bir Osmanlı milleti yaratma ve vatanı sadece Osmanlı toprağından ibaret görme anlayışı, özellikle 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra Rumeli’deki toprakların azalması, İmparatorluk içerisinde Arap ve Müslüman unsurun etkisinin ve yoğunluğunun artmasına neden oldu. Böyle bir durumda Osmanlı milleti anlayışına uygun bir dayanışmanın yerini Müslümanlığın alması daha uygun hâle geldi. Buna rağmen Osmanlılık bazı dergiler tarafından savulmuştur. Nitekim 1902’deŞurayı Ümmetdergisi yayımladığı bir programla Kanun-i Esasi’nin uygulanmasını ister.[3]

İslamcılık, bir düşünce akımı olarak ne zaman başladığını belirtmek güç olsa da, II. Abdülhamit döneminde hem İslamcılar hem de İslamcılığa karşı olanlar tarafından tartışmaya başlanan bir akım olarak görülmektedir. Gündelik olarak yaşanan bir din olan İslam ile bir ideoloji olarak ortaya çıkan İslamcılığı birbirinden ayırmak gerekir. Bir ideoloji olarak İslamcılık, Avrupa’dan gelen ideolojik düşünce yapıları ile İslami değerlerin karşılaşması sonucu ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu akımın güçlenmesinde, başlayan Batılılaşma hareketlerinin başarısızlıklarının etkili olduğunu söylemek mümkündür. Ayrıca Tanzimat ile birlikte “Millet-i Hâkime” fikrinin yani Müslümanların İmparatorluk içindeki hâkim millet olma fikrinin kaybolmaya başlaması, bazı “Batılı yazarların Osmanlı Devleti dolayısıyla İslamiyet aleyhindeki yazıları da” İslamcı olanlarda bir savunma şuuru yarattığı için bu akım daha belirgin hâle gelmiştir[4]. Batıcı olarak ortaya çıkanların yapmış oldukları Batı taklitçiliği de onları daha radikal hâle getirmiştir. Çünkü Batıcılık ve Tanzimat pek çoklarında gavurlaşma olarak anlaşılmıştır. Mademki Osmanlılar kültürel kimliklerini kaybetmeye başladılar, o hâlde yapılacak olan şey, “Tanzimat’ın gizli olarak inkâr ettiği ‘şeriatın değerleri’ni Osmanlı toplumuna getirmekti”[5]. Böylece İslamiyet, yeniliklere karşı bir muhalefet aracı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Onların fikirlerini şu şekilde sıralamak mümkündür: “İslam yalnızca bir inanç dini değil, aynı zamanda kanun dinidir. Bundan dolayı dünya hayatına düzen vermesi gerekir. İslami kaidelere uygun hareket edilmediği zaman, bunları din adına hakikate çağırmalıdır”[6]. İslamcılar, Osmanlı İmparatorluğu’nun geri kalmasını ve ortaya çıkan sorunların nedenleri konusunda Batıcılarla hiçbir biçimde uyuşamazlar. Çünkü Batıcılar, ortaya çıkan sorunların bir kısmınıİslamiyet’e bağlıyorlardı. Oysa İslamiyet bilim ve yeniliklere, teknolojiye açık bir dindi. Sait Halim Paşa, M. Şemsettin Günaltay ve Mehmet Akif Ersoy bu akımın önemli temsilcileriydiler.

İslamcılık, II. Abdülhamit döneminde güç kazanmış bir akım olarak görülebilir. Çünkü bu dönemde Padişah tarafından desteklenen ve siyasi anlamda kullanılan bir akımdır. Bu akımın başlangıcı, 1860-1870 yıllarında İstanbul’da bulunan Cemalettin Afgani’ye atfedilse de bu bir tarihsel hata olarak değerlendirilmektedir. Çünkü böyle bir değerlendirme yapanlara göre, Afgani’nin fikirleri daha derli toplu olarak kendisinden önce İstanbul’da Yeni Osmanlılar tarafından savunulmuştur.[7] II. Abdülhamit, kendinden önce (1876) başlayan İslamcılık hareketlerini iç ve dış politika açısından kullanmaya çalışmıştır. Çünkü Avrupa’da ortaya çıkan ve Osmanlı’yı da etkileyen pan-milliyetçi akımlara ve hareketlere karşı bir tepki ve silah olarak İslamcılığın desteklendiğini söylemek mümkündür.

Abdülhamit tarafından desteklenen İslamcılığın iki ekseni vardır: Osmanlı- Müslüman tebaasını İslam çatısı altında toplamak ve İmparatorluk dışındaki Müslümanların da Halifelik etrafında birleşmesini sağlamak.[8] Ne var ki bu silah, Müslüman olmayan tebaa tarafından da Abdülhamit’e karşı çevrilmeye müsaitti. Özellikle Balkanlarda, Müslüman olmayan Slavlarda milliyetçilik duygularının kuvvetlenmesine hizmet etti.

Başta kuralcı İslamcılar olmak üzere genelde bütün İslamcılar, teknik açıdan Batı’ya muhtaç olmamız dışında, başka hiçbir bakımdan Batı’ya karşı bir ihtiyacın olmadığı konusunda ısrarlıdırlar. Yenileşme hareketlerinin İslam birliğini bozacağı düşüncesiyle Türkçü-milliyetçi görüşlere de karşı çıkan İslamcılar, ümmetçi bir fikir içinde olduklarından Osmanlıcılık ile de uyuştukları söylenemez. Batılılaşmanın başlattığı pek çok yeniliğe; ekonomik, eğitim, güzel sanatlar alanlarındaki yeniliklere karşı çıkan İslamcılar, “İttihadı İslam” fikriyle siyasi bir hareket hâline de geldiler.[9] Ancak bir “İslam Birliği” fikri, Osmanlı’nın son dönemindeki İslam memleketlerinin durumu göz önüne alındığında oldukça hayal gibiydi. Zira İmparatorluk bünyesi içerisindeki Müslüman memleketlerdeki hareketler, böyle bir birliği imkânsız kılacak gibi görünüyordu. İslamcıların yazılarını yayımladıkları dergilerin başında Sebilürreşad, Sırat-el Müstakim gibi dergiler gelir.

Mümtaz’erTürköne, “Siyasi Bir İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu” adlı çalışmasında, İslamcılığı ortaya koyan Osmanlı aydınlarının savunmacı bir biçimde İslam’ın akla ve mantığa dayanan bir din olduğu, Orta Çağ’da kapatılmış olan içtihat kapısının tekrar açılması için yeni hükümler üretilmesi gerektiği düşüncesinde olduklarını belirtir. Bunların yanında onlar, İslam’a sonradan girmiş ve onu sınırlandıran hususlardan kurtarmak için asli kaynaklara geri dönme lüzumuna işaret ederler.[10]

İslamcılığın yanında Osmanlıcılık ve Türkçülük gibi akımları etkileyen Batıcılık, Osmanlı’da başlayıp Cumhuriyet Türkiye’sinde Avrupa’nın ulaştığı hedefi amaç edinen bir harekettir. II. Mahmut’un özellikle orduda başlattığı yenileşme hareketlerine kadar geri götürülebilecek Batılılaşma akımı, günümüzde de devam etmekte, ancak Osmanlı döneminde değişik biçimler altında karşımıza çıkmaktadır. Birincisi, “Osmanlı Birliği”ni korumak üzere Batılılaşma taraftarı olan Tanzimatçılardır ki, “Osmanlı-İslam geleneklerine sadık bir Batılılaşmayı” savundular[11]. Osmanlı-İslam geleneklerine bağlı olan Batılılaşmadan kasıt, Osmanlı’nın birliğini sürdürecek, İslami olan ile bağını devam ettirecek ama özellikle bilim ve teknik alanda Batı’dan istifade edecek bir durumdur. Tanzimat’ın ortaya çıkardığı böyle bir Batıcı hareket içinde, İslamcılar tarafından eleştirilse de “başında dil ve edebiyatta yenilikle başlayan bir fikir hareketi; başlangıçta müphem de olsa bir sisteme doğru gitmeye çalışan geniş bir maarif faaliyeti; ticari, sınaî, bazı teşebbüslerin bulunduğuna”[12] da inanmak gerekiyor. Özellikle eğitim alanında bu görüşü savunan Satı Bey ve Emrullah Efendi isimleri ön plana çıktı.

Bir diğer kısım Batıcılar, başta Prens Sabahattin olmak üzere Osmanlı İmparatorluğu’nu kurtarma noktasından hareket ederek Türkiye’deki sosyal kuruluş ve yapının eksikliğinden dolayı Batılılaşmaya uygun bir ortamın bulunmadığı, üretici bir girişimci sınıf olmadığı için Batılılaşmanın sonuçsuz kaldığı fikrini işlediler. Bundan dolayı öncelikle Batı’yı kuran ileri sosyal yapıya ulaştıracak bir eğitim sisteminin zorunlu olduğunu ifade etmeye çalıştılar. Bu fikir taraftarları siyasetin dışında kaldıkları için etkili olamadılar.[13]

Pozitivist-materyalist bir çizgide bulunan, Doğu’ya ait ne varsa hepsini silmek iddiasında bulunan ve özellikle İslamcıların tepkisini çeken bir Batıcı hareket de vardır ki, Abdullah Cevdet başta olmak üzere oldukça radikal bir çizgide bulundular. Bu türlü katı-dogmatik pozitivist ve materyalist görüşler karşısında ve onlarla fikir bazında mücadele etmek için daha ruhçu ve özellikle Bergson’dan beslenen görüşler de felsefi manada oldukça taraftar buldu.

Batıcılık içerisinde en etkili olan ve Cumhuriyet Türkiye’sinde de devam eden Türkçülük-Türk milliyetçiliğidir.

Türkçülük, bir fikir hareketi olarak Gökalp’ta en yüksek formuna ulaşmıştır. Ancak Gökalp’a gelinceye kadar bir gelişme evresi de olmuştur. “Turan” kelimesi ilk defa Macarlar arasında 1839’da Türk kavimlerine kök araştırma yolu olarak kullanılmıştır.[14] Tanzimat dönemi edebiyatçıları Ziya Paşa, Ahmet Vefik Paşa gibileri ilk Türkçülerdir. Burada Türkçe, Türkçülük hareketinde öne çıkan husus olmuştur. Özellikle Avrupa’da Türkoloji çalışmaları, bilhassa Rus kültürü ve romantizm etkisiyle Türkiye dışında uyanan Türkçülük hareketi Türkçülüğün gelişmesinde önemli katkılarda bulunmuştur. Mirza FethaliAhundzâde, Kırım’da Tercüman gazetesini çıkaran ve “Dilde, fikirde, işte birlik” sloganıyla, Türk birliği fikrini savunan Gaspıralı İsmail, Türk Yurdu dergisinde Yusuf Akçura önemli Türkçü yazarlar olarak öne çıkmış olan isimlerdir.

Başlarda Osmanlıcılık içinde bulunan ancak bilhassa Selânik’te Genç Kalemler’i kuran Ömer Seyfettin ve Ali Canip ile tanıştıktan sonra tamamen Türkçü bir çizgide yer alan Gökalp’ın üzerinde, Nâmık Kemal ve hocası Dr. Yorgi’nin büyük etkileri olmuştur. Vatan ve hürriyet aşkını N. Kemal’de bulan Gökalp’a babasının tavsiyesi de; “İşte, sen bu adamın arkasından gideceksin! Onun gibi vatansever, onun gibi hürriyetsever olacaksın!” şeklindedir.[15]Dr. Yorgi ise onun felsefe hocasıdır ve Türk ruhundan çıkması gereken bir Türk devrimi yapılması için Türk sosyal hayatının bir tahlilinin yapılması gerektiği fikrini telkin etmiştir.[16]

Gökalp, A. Fouillee’nin etkisiyle yazılar yazmış ve bir aralar G. Tarde etkisine girmiş olmasına rağmen, bilhassa 1915’ten itibaren onu Durkheimci bir sosyolog olarak görüyoruz. O, Türkçülük ve Türk milliyetçiliği fikrinin işlenebilmesi, İmparatorluğun sonunda ortaya çıkan millet gerçekliğinin anlaşılabilmesi için toplumun sosyolojik bir yöntemle tahlil edilmesi gerektiği fikrinden hareketle sosyolojiye kaymıştır. Özellikle o dönemde hâkim sosyolojik paradigmaDurkheim’in sosyolojizmidir. Pozitivist bir sosyoloji olan Durkheim sosyolojisi, sosyal olayları sosyal olaylarla açıklayan ve toplumun bireye önceliğini savunan bir anlayışa sahip olduğu için söz konusu dönem Türkiye’si için uygun bir tutum olarak kabul görmüştür. Çünkü sosyal dayanışmacı bir anlayışa, bu anlayışın sonucu olan bir toplumsal ahlaka duyulan ihtiyaca cevap verebilecek destek noktalarını sosyolojizmde bulmak, mümkündü. Durkheim’e yönelmekte, sosyolojinin bir bilim olduğu kanaatinin de etkili olduğu düşünülebilir. Ayrıca sosyolojiden; yeni oluşan toplumun yeni bir iktisadi, hukuki, ahlaki, siyasi vs. yapıya kavuşturulmak isteğinin bilimsel olarak desteklenmesi beklendiği için bu beklentinin de önemli ölçüde belirleyici olduğu söylenebilir.

Türkçülüğün ortaya çıkmasında, Osmanlı İmparatorluğu içerisinde bulunan diğer unsurların Batı’da gelişen milliyetçi akımların etkisiyle harekete geçmelerinin sonucunda Türk aydınlarında da millî bir refleksin uyanmasının etkili olduğunu söylemek gerekir. Milliyet idealinin önce Müslüman olmayanlarda, sonra Arnavut ve Araplarda, en sonra da Türklerde ortaya çıktığını tespit edebiliriz. Bu idealin Türklerde en son ortaya çıkmış olmasının nedenini de Osmanlı Devleti’nin Türkler tarafından kurulmuş olmasına, “Türklük yok, Osmanlılık var” biçimindeki bir anlayışın işlenmesine bağlayabiliriz. Oysa 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyıl başlarının milliyet çağı olmasını da göz önünde bulundurursak, diğer milliyetçilikler gibi Türk milliyetçiliği ve Türkçülük akımlarının da şartların zorlaması neticesinde sosyal bir ihtiyaçtan ve çağın gereği olarak doğduğunu söylemek herhâlde yanlış olmayacaktır. Çünkü İmparatorluğun son döneminde Osmanlı’yı oluşturan toplulukların sosyal ideallerinin değişmesi, zorunlu olarak sosyal yapıda da değişmelerin yaşanmasına neden olmuştur. Sosyal ideallerin ve sosyal yapının değişikliğe uğradığı bir zamanda Türk aydınlarının da kendi toplulukları için bir takım arayışlara girmelerini doğal karşılamak gerekir. Ayrıca Kafkaslarda ve Balkanlarda olup bitenler karşısında bir Türklük bilincinin doğması ve harekete geçmesi son derece beklenen bir durumdur. Gaspıralı İsmail Bey’in durumu, bunun en güzel örneğidir. Başlangıçta şiirler ile romantik biçimde başlayan bu arayışların başında da Gökalp gelir. Osmanlıcılık ile İslamcılığın bir hayal olduğu, Arap ve Arnavutların giriştikleri milliyetçi hareketlerle birlikte anlaşılınca, Türk aydınları arasında Türkçülük tek çıkar yol olarak kalmıştır.

Osmanlılık, millet adı olmayıp bir devlet adı olması, kozmopolit bir yapı ve ideale sahip olması nedeniyle çağın toplumsal gerçeğine uygun değil fikrinden hareket eden Ziya Gökalp, Türkçülüğün de millî kültürü arama ihtiyacından doğduğu düşüncesindedir.[17] Gökalp’ta Türkçülük, tamamen millet gerçeğine ve bu gerçeğin dayandığı kültürel zemini bulup ortaya çıkarmaya, kültürel anlamda Türk milletini yükseltmeye adanmıştır. Irk, kavim, coğrafya, ümmet ve bir devlete bağlı olma gibi hususlardan ayrı olarak sosyolojinin iddiasına göre millet; eğitimde, kültürde, duygularda bir ortaklık olarak anlaşılır ve “dilce, dince, ahlakça ve güzellik duygusu bakımından müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir topluluk” olarak tanımlanır.[18] Bu topluluğun, Türkçülük açısından kültür, din ve medeniyet en önemli sorunları olarak karşımıza çıkar. Çünkü Osmanlı içerisinde bulunan Türk toplumunun halk katında yaşattığı kültür ile devlet katında yaşatılan kültürün aynı olduğunu söylemek oldukça zordur. Bu durum eğitim, edebiyat, dil, estetik, dini yaşayış vs. bakımlardan da geçerli olduğu için her alanda bir ikiliğin yaşanmasına da neden olmuştur.

Osmanlı, bir İmparatorluk olduğu için, resmi olarak Türk kültürünü işlemiş değildir. Özellikle dil, edebiyat ve müzikte saray çevresinde oluşan tutum, Gökalp’a göre asıl Türk kültürünü temsil eden halktan uzaktır. Türk kültürünü aramanın yolu, kültürün temsil edildiği halka ve Türk tarihine başvurmaktır. Kültür, bir milletin sosyal hayatını oluşturan kurumların bütünü olarak düşünüldüğü için dil, din, aile, edebiyat, varlık karşısındaki tutum, heyecan vs. birliği olarak düşünülür. Kültür ile medeniyet arasındaki fark; kültürün/harsın millî, medeniyetin ise milletlerarası olmasıdır. Ancak, her ikisi de bütün sosyal hayatı içine alması bakımından pek çok açıdan da birleşirler. Kültür, bir millete has fertlerin sosyal hayatının bütünü iken; medeniyet, aynı medeniyet içinde bulunan milletlerin sosyal hayatlarının kesişim noktalarıdır. Medeniyet, belli bir metotla ve bireysel çabalarla meydana gelen sosyal olayların bütünüdür. Bundan dolayı yapaydır. Yapay olan medeniyet, teknik ve bilgi bakımından belirlenirken; kültür, duygular tarafından belirlenir.

Osmanlı İmparatorluğunun son döneminde Türkçü olan ve İslam’a mensup bulunan bir insan, medeniyet konusunda nasıl davranmalıdır? Osmanlı İmparatorluğu’nun çökme nedenlerinin başında, Batı medeniyetinin Doğu medeniyeti karşısında üstünlük kurması gelir. Gökalp’a göre Doğu medeniyeti, bir İslam medeniyeti olmadığı gibi Batı medeniyeti de bir Hristiyan medeniyeti değildir. Öyleyse medeniyet, bir din meselesi olarak anlaşılmamalıdır. Çünkü Osmanlı’nın içinde bulunduğu Doğu medeniyeti Bizans’a, bugünkü Batı medeniyeti de Roma’ya dayanır. Aslında bu noktada Gökalp, Yunan Felsefesi, Orta Çağ İslam bilim ve felsefesinin Batı’ya olan etkisiyle birlikte Rönesans, Aydınlanma gibi bilim-felsefe-sanat bakımından bir tarihsel incelemeye girişmiş olsaydı medeniyet meselesini daha doğru anlamış olurdu. Böylece medeniyeti Doğu-Batı biçiminde değil, bütün bir insanlığın birikimli bir bileşkesi olarak anlamış olsaydı, din ile medeniyet arasında doğrudan bir ilişkinin olmadığını daha kolay görme imkânı olurdu. Gerçi Gökalp biraz zorlayarak da olsa medeniyeti, “kültürleri ve dinleri ayrı olan çeşitli cemiyetler arasındaki müşterek müesseselerin tamamı” diye tanımlar.[19] Çağdaşlaşmayı da “çağdaş olan medeniyet topluluğunun gittikçe gelişen bilim ve teknik düzeyinde, hiçbir milletten geri kalmayacak biçimde üstün bir yer elde etmek”[20] olarak anladığı için çağdaş olan Batı medeniyetinde yer almak gerektiğini düşünür. Bunun içindir ki, Türkçülüğün görevini Türk kültürünü bulmak ve Batı medeniyetini millî kültüre aşılamak olarak belirler. Bir Türkçü; milletini, ümmetini ve medeniyetini tanımak suretiyle hem sosyal bir değişim hem de siyasi bir değişimin öncüsü olmak zorundadır. Böyle bir öncü, Türk ve Müslüman kalarak Batı medeniyetine girmek için millî kültürü alacakları halka ve yine medeniyeti götürmek için tekrar halka gitmek zorundadır. Türkçülük bilimsel, felsefi ve estetik bir okul olarak kültürel bir çalışma ve yenileşme yolu diye anlaşıldığı için Batılı bir devlet modeline giden kapıyı da açmak zorundadır. Ayrıca, sosyal gerçeklik olan milletin devleti de bu gerçekliğe uygun olan millî devlet olmalıdır. Millî devlet, Batı’dan siyasi kurumları, bilim ve tekniği almak, ama kültürel olarak millî kalmak zorundadır. Belki de hedef; “Çağdaş bir İslamTürklüğü”dür.[21] Bunun içindir ki Gökalp’in parolası “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Batı medeniyetindenim” biçiminde özetlenmiştir. Bu ifade pek çok bakımdan eleştirilebilir. Çünkü bir medeniyet çevresi içine girmek, o medeniyeti oluşturan bütün kuramlardan etkilenmeyi; teknolojiyi almak, teknolojinin kendisine göre ürettiği bir kültürü almayı da beraberinde getirir.

Gökalp, savunduğu Türkçülük hakkında bir program yapar. En son eseri olan “Türkçülüğün Esasları” ile “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” adlı eserlerinde Türkçülük programını işler. Gökalp önce dil sorunu üzerinde yoğunlaşır. Dil konusunda, yaşayan Türkçeyi, özellikle İstanbul hanımlarının konuştuğu Türkçeyi önerir. Halk arasında yaşayan Türkçe kelimeleri bulup çıkarmak, Arapça ve Farsça terkiplerden meydana gelmiş olan Osmanlıcayı kozmopolit bir dil olduğu için terk etmek gerekir, diye düşünür. Halka ve Batı’ya doğru gitmek suretiyle edebiyat ve musiki meselesinde kültür ve medeniyet tanımlarına uygun bir yol takip eder. Bu, estetik ve ahlaki Türkçülüktür. Ona göre pek çok millet Batı medeniyetine girmek için mazisinden kurtulmak zorunda olduğu hâlde, Türkler tarihlerine baktıklarında ahlakça pek çok şeyin girmek istedikleri medeniyette de mevcut olduğunu göreceklerdir. Hatta Türklerin görevi, tarihlerinde yaşadıkları ve yaşattıkları ahlakı yaşatmak olmalıdır. Çağdaş bir devlet meydana getirmek hukuki Türkçülüğün, ibadetin Türkçe olmasını savunmak, dini Türkçülüğün hedefidir. İktisadi Türkçülük konusunda geliştirmiş olduğu fikirler, Cumhuriyet döneminde uygulanan karma ekonominin temelini oluşturmuştur. Bilimsel, felsefi ve estetik bir okul[22] olarak gördüğü siyasi Türkçülükten anladığı tam anlamıyla halkçılıktır. Bundan dolayıdır ki aydın, halka doğru yönelmekle halktaki millî felsefeyi bulup ortaya çıkarmak suretiyle felsefi Türkçülüğü gerçekleştirecektir. Osmanlı İmparatorluğu her alanda bir ikilik yarattığı için; halk edebiyatı-aruz vezni, Türk müziği-Osmanlı müziği, halk edebiyatı-Osmanlı (divan) edebiyatı, biçimindeki ikilikler, millet hâline gelmiş olan Türk toplumunu bu türlü ikiliklerden kurtarmak ve bu topluma bir şahsiyet kazandırmak maksadıyla bütün Türkleri dilde, edebiyatta, kültürde birleştirmek ihtiyacını duyar. Bunun adı Turan’dır.

“Vatan ne Türkiye’dir Türk için ne Türkistan;
Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir; Turan!…”

Gökalp’ta Turan’a giden yol, küçükten büyüğe doğrudur. Onun ilk hedefi Türkiye’deki Türklerde millî bilinci oluşturmak, sonra Oğuz boyu birliğine yönelmek ve en sonunda da Turan idealini gerçekleştirmek. Türkçülüğü bir kültür milliyetçiliği olarak anlayan Gökalp, kültürün zaman içerisinde oluştuğu tarihe başvuruyu esas kabul eder ve bu nedenle de Orta Asya’dan başlayan Türk tarihini, bu tarih içerisinde gerçekleşmiş olan her türlü kurumun analizini yapar.

Gökalp’ın fikirlerinin gerçekleşebilmesi, ancak köklü bir eğitim reformuyla mümkündür. Eğitim sorunu, aynı zamanda bir medeniyet sorunudur. Batı medeniyetine ait eğitim kurumları ile birlikte düşünülmedikçe Batı medeniyetine girme çabalarının sonuçsuz kalması kaçınılmazdır. Terbiyenin Sosyokültürel Temelleri adlı eserinde üzerinde durduğu sorun, işte bu sorundur. Tıpkı Durkheim’de olduğu gibi sosyal tasavvurları sosyal ülküler olarak gören Gökalp, ülküleri gerçekleştirme yolunun eğitimden geçtiğini düşünür. Ayrıca medeniyet, eğitim yoluyla kazanılan bir sosyal durum olduğu için, oluşturulacak olan eğitimin Batı medeniyetine ait bilgilerin kazandırılmasına hizmet etmesi gerekir. Gökalp şöyle der:

“Medeniyet meselesinin halli, başka bir yönden de acil bir mahiyet almıştır. Öteden beri memleketimizde bir maarif meselesi, bir terbiye meselesivar. Bu mesele birçok gayret ve çalışmalara rağmen, bir türlü halledilemiyor. Bu meselenin mahiyeti derinleştirilirse görülür ki, terbiye meselesi de medeniyet meselesinin bir parçasıdır. Esas mesele halledilince, maarif meselesi de kendiliğinden halledilmiş olacaktır.

Gerçekten, memleketimizde, gerek medeniyet, gerek terbiye bakımından birbirine benzemeyen üç tabaka var: Halk, medreseliler, mektepliler. Bu üç sınıftan birincisi hâlâ Uzak-Doğu Medeniyetinden tamamıyla ayrılmamış olduğu gibi, İkincisi de henüz Doğu Medeniyetinde yaşıyor. Yalnız üçüncü sınıftır ki, Batı Medeniyetinden bazı feyizlere erişebilmiştir. Demek ki, milletimizin bir kısmı ilkçağlarda, bir kısmı Ortaçağda, bir kısmı son çağlarda yaşamaktadır. Bir milletin böyle üç yüzlü bir hayat yaşaması normal olabilir mi?”[23]

Üç ayrı medeniyet içinde bulunan bu tabakaların üç ayrı pedagojileri vardır. Yapılması gereken, bu üç terbiye usulünü birleştirmektir. Hakiki millet olmanın yolu da buradan geçer.

Bu yazı sayın Prof.Dr. Ali Osman Gündoğan’ın Türk Yurdu Dergisi’nde yayınlanan http://turkyurdu.com.tr/413/osmanli-nin-son-doneminde-ve-cumhuriyetin-baslarinda-fikir-akimlari-ve-ziya-gokalp-1876-1924-turkculugun-fikir-babasi.html adresli yazından alınmıştır. Kaynak gösterilecekse bu adrese atıf yapılması rica olunur.

Kaynaklar

[1]H. Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul: Ülken Yayınları, 1992, s.201.
[2]Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İstanbul: İletişim Yayınları, 1992, s. 12-13.
3 Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri, İstanbul: İletişim Yayınları, 1992, s. 251.
[4]Ülken, a.g.e., s. 201.
[5]Mardin, Türk Modernleşmesi, s. 91-92.
[6]Ülken, a.g.e., s. 202.
[7]Mümtaz’erTürköne, Siyasi Bir İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu, İstanbul: İletişim Yayınları, 1991, s. 33-34.
[8]Mardin, a.g.e., s. 93.
[9]Ülken, a.g.e., s. 204.
[10]Türköne, a.g.e., s. 271-276.
11A.g.e., s. 205.
[12]Mümtaz Turhan, Garplılaşmanın Neresindeyiz?s. 175.
[13]Ülken, a.g.e., s. 206.
[14]A.g.e., s. 208.
[15]Ziya Gökalp, Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri I, İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1992, s. 8.
[16]A.g.e., s.16.
[17]A.g.e., s. 31.
[18]Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1990, s.22.
[19]A.g.e., s.53.
[20]Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslam, Muasırlaşmak, İstanbul: Kamer Yayınları, 1999, s.42.
[21]A.g.e., s.20.
[22]Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 183.
[23]Gökalp, Terbiyenin Sosyo-Kültürel Temelleri, s. 250-251.

  

Yazar
Ali Osman GÜNDOĞAN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen