Osmanlı sultanları, kuruluş yıllarından itibâren âlimleri, şâirleri, mutasavvıfları korumayı, desteklemeyi, onlara meclislerinde yer vermeyi kendilerine şiâr edinmişler, sultanların halefleri bu geleneği seleflerinden âdetâ tevârüs etmişlerdir. Devlet işlerinde istişareye, devlet adamlarının fikirlerini müracaat etmeye dikkat eden Osmanlı sultanlarının bu mevzuya dair hassasiyetini tarihlerden okuyabiliriz. Bu istişare geleneğinin Ertuğrul Gazi’den başladığını söylemek herhalde mübalağa olmaz.
Kaynakların ifade ettiğine göre Osman Gazi bu hususa oldukça dikkate eden bir beydi. Âşıkpaşazâde’den nakledeceğimiz şu hadise de bunu gösterir. Osman Bey Karacahisar’ı fethetmiştir. Fetih sonrası buradaki işleri yakınındaki devlet adamlarıyla istişare etmektedir. Bu esnada Germiyan ilinden biri gelir. “Bu pazarın vergisini bana satın” der. Halk da “Osman Han’a git” diye cevap verir. O adam bu söz üzerine Osman Gazi’ye gelir. Aynı sözleri ona da söyler. Osman Gazi “Vergi nedir?” diye karşılık verir. Adam da “Pazara ne gelse ben ondan para alırım” diye cevap verir. Osman Gazi “Senin bu pazara gelenlerden alacağın mı var ki para istersin” diye sorar. Adam da “Han’ım, bu töredir. Bütün memleketlerde vardır ki padişah olanlar alır” der. Bu muhaverinin devamında Osman Gazi öfkelenir ve adama “Bir kişinin kazandığı başkasının olur mu? Kendi malı olur. Ben onun malına ne koydum ki bana akça ver diyeyim? Bire kişi! Var git! Artık bana bu sözü söyleme ki sana ziyanım dokunur” diye çıkışır. Sonraları etrafındaki devlet adamları Osman Gazi’ye durumu anlatırlar. O da cüz’î bir vergi konulmasına razı olur.[1]
Âlimleri ve ârifleri koruyan, onlara hakikaten değer veren birçok Osmanlı pâdişahı ilmî sohbetler düzenlemeyi ihmal etmemiştir. Esasen onların pek çoğunun en fazla zevk aldığı ve hoşlandığı şey bu ilmî sohbet ve toplantılar olmuştur. Meselâ Yıldırım Beyazıd âlim ve şâirlerle sohbet etmeyi seven padişahlardan birisidir. Hatta meşhur şâir Ahmedî’nin onun musahiplerinden olduğu söylenir. Yıldırım Beyazıd’ın oğlu Emir Süleyman da âlimlerle sohbete düşkün bir şehzadeydi.[2]
Sohbet meclislerinden hoşlanan padişahlardan biri de Sultan Murad’dır. “Sultan Murad (Fatih’in babası), haftada iki gün âlim ve şâirleri divânında toplayup ilmî mübâheseler iderek, ‘Ehl-i kemâlün cevheri ancak i‘tibâr ile parlayup açılır’ derdi.”[3]Kaynaklarda “nefis sohbetleri”yle[4] zikredilen padişah, Germiyanlı Şeyhî’ye oldukça itibar eder ve onu veziri yapmak istermiş. Padişahın etrafında bulunan devlet adamları ve şairler onun Nizâmî’nin hamsesini Türkçeye çevirmek sûretiyle bu mükâfatı elde etmesi hususunda sultanı ikna etmişlerdir. Böylece edebiyatımız Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrîn mesnevisi kazanmıştır.[5]
Kendisi de şiir yazan padişah, özellikle meclisinde bulunan şair ve ilim adamlarına tercüme ettirdiği eserler yoluyla Türk kültürü ve edebiyatına büyük hizmetlerde bulunmuştur. Latîfî’ye göre, Osmanlı sultanları içinde ilk defa şiir söyleyen odur. Şiir, onun saltanatı zamanında oldukça sevilmiş ve gelişme imkânı bulmuştur. Haftada iki gün şairleri ve âlimleri meclisinde toplayan Sultan Murad, kabiliyetli gördüğü kimseleri hemen himâye eder ve onların itibar görmesini sağlardı.[6]
Sultan Murad’ın Hacı Bayram ile yaptığı sohbetler hem kendisi hem de devleti için mühim birer fırsat olmuştu. Daha kuruluş yıllarından itibaren dervişlere, mutasavvıflara hürmet etmeyi kendine şiar edinen padişahlar kendi devirlerinde yaşayan Hak erlerine yardımda bulunmuşlardır. Sultan II. Murad devri mutasavvıflarından Hacı Bayram Veli, sultanın daveti üzerine Edirne’ye gitmiş, onunla görüşmüş ve birlikte sohbet etmişlerdir. Bu sohbetler esnasında Hacı Bayram’ın mânevi olgunluğu, sultanın dikkatini çekmiş ve padişah onun saygısını kazanmaya çalışmıştır.[7]
Sultan Murad, Hacı Bayram Veli hazretlerinin mânevî büyüklüğünü anlayınca bir sohbet esnasında ondan İstanbul’un fethinin kendisine müyesser olup olmayacağını sorar. Hacı Bayram’ın cevabını ve bu hadiseyi Risâle-i Beşir’de geçen şu satırlardan okuyalım:
“… Esnâ-ı sohbetde, Aziz’den (yani Hacı Bayram’dan) İstanbul fethine himmet taleb buyurduklarında, Şeyh, sohbeti başka mevkie sarf buyurup, güyâ padişahın kelâmını fehmedemediler sûretini tuttuklarında, padişahın tekrar ibrâm buyurduklarında, âhir nâçâr kalub Şehzâde Sultan II. Mehmed henüz taze idiler. Padişah yanlarında cülûs buyurmuşlar idi. Hazret-i Aziz keşf-i râz buyurub ‘padişahım, İstanbul sizlerin vaktinde, bizim duamız ile husûl-pezîr olmayub, işbu şehzâde-i cihân-bahtın vakit ve zamanında, şu kösenin duâsıyla feth olub ve bunların yüzünden husûl-pezîr olur’ buyurdular. Köseden muradları Akşemseddin Hazretleri ol vakitde yanlarında olup ve şeyhin karşısında ayak üzerinde dururlar idi.”[8]
Osmanlı tarihlerinde, Sultan İkinci Murad’ın âlimlere değer verdiği ve onları himâye ettiği hususunda birçok anekdot ve bilgi kayıtlıdır. Sultan onlarla sohbet eder ve çeşitli mevzuları müzakere ederdi. Taşköprülüzâde bununla ilgili şöyle bir anekdot nakleder: Sultan Murad, bir gün Edirne’ye gidiyordu. Yol üzerinde Molla Seyyid Ahmed b. El-Kırımî adında Kırımlı bir âlimle karşılaştı. Sultan Murad ona Kırım’ın durumu sormakla birlikte şunları söyledi: “Kırım’da altı yüz müftü ve üç yüz müellif bulunduğunu duyardık. İlim ve asayişi tam, büyük bir medeniyet merkezi olduğunu işitirdik.” Molla şöyle cevap verdi: “Bendeniz o devirlerin sonlarına yetiştim.” Sultan Murad sordu: “Kırım’ın çökme sebebi nedir?”. Molla Kırımî şöyle cevap verdi: “Âlimleri aşağılayan bir vezir göreve geldi. Onun eziyetinden bıkan âlimler beldeyi terk ettiler. Hâlbuki âlimler bir şehrin kalbi gibidirler. Kalpte bir hastalık olunca vücudun diğer organlarını etkilemesi kaçınılmazdır.” Bu cevaptan sonra Sultan Murad emrindekilerden birine “Bana Mahmut’u çağırın” dedi. Padişah, veziri Mahmut Paşa’yı kastediyordu. Mahmut Paşa gelince padişah Molla Kırımî’den dinlediklerini anlattı ve şöyle söyledi: “Bundan anlaşılan odur ki bir memleketin çöküşü vezirler yüzünden olmaktadır.” Mahmut Paşa da şöyle dedi: “Hayır efendimiz, esas sebep sultandır.” Sultan Murad sordu: “Niçin?” Mahmut Paşa da şöyle cevap verdi: “O vezire görev vermesi yüzünden.” Bunun üzerine Sultan Murad “Doğru söyledin” dedi.[9]
Sultan II. Murad’ın oğlu Fatih Sultan Mehmet devri, sanatkârlar bakımından bir altın çağ idi. Kaynaklar onun hakkında “Saltanat dönemi, bilgin ve fakihler devri, hünerliler ve fasihler çağıydı”[10] ve “Bilhassa âlimlere son derece hürmet eder, huzuruna girdiklerinde ayağa kalkarak karşılar, yakınlıklarından, sohbetlerinden hoşlanırdı”[11] demektedir. Fatih’in “İstanbul’da, hizmetinde daimi 185 şairi bulunurdu. 30 şair, şair ulufesi alırdı.”[12] Meşhur şair Ahmed Paşa, Fâtih’in hem veziri hem de sohbetlerinde yanından ayırmadığı musâhibi idi. Yine Hâmidî-ı Isfahânî Fâtih’in musâhipleri arasında yer alıyordu. Fakat padişahın huzurunda yaptığı bir gaf yüzünden Bursa’ya sürülmüştü.[13]
Memleketin dâhilinde veya hâricinde yaşayan hüner ehli kimseleri İstanbul’a davet eden Fatih, şehri âlim ve sanatkârlar bakımından zamanın yegânesi kılmak için azmetmiş gibiydi. Daha şehzadeliğinden itibaren âlimlerin, mutasavvıfların sohbetleriyle yetişen padişah bu himâyeyi, sadece Müslüman âlim ve sanatkârlara değil, yabancılara da göstermişti. Haluk İpekten’in söylediğine göre;
“Trabzon’un fethinden sonra, İmparator David’in baş-mabeyncisi olan büyük filozof Georgias Amirutzes’i İstanbul’a getirtip musahibi yapmıştır. Fatih, kendisine büyük değer verir, meclislerine kabul eder, onunla felsefi münakaşalar yapardı.”[14]
Yine Latîfî’nin ifadelerine göre onun devrinde yaşayan hüner sahipleri, başka hiçbir padişahın devrinde olmamıştır.[15] Sehî Bey de tezkiresinde “Onun şairler zümresine ettiği itibar ve verdiği şöhreti hiçbir padişah vermemiştir. Onun devrinden toplanan şâirler başka hiçbir pâdişah zamanında bir araya gelmemiştir. Onların her birine ulu dirlikler verir, her an huzuruna getirir ve karşılıklı şiir söyletirdi”[16] demektedir.
Sultan İkinci Mehmed, sohbet meclislerinde âlim ve sanatkârlarla konuşmayı, onların kendi huzurunda ilmî bir konuda tartışmalarını çok seviyordu. Şairler ve âlimler arasında onun meclisinde külfetsiz bir biçimde bulunanlar hatta padişahla lâtife edenler bile vardı. Bu durum padişahın hüner sahiplerine gösterdiği engin hoşgörünün bir delili sayılsa yeridir.
Fatih’in kendi huzurunda Hocazade Muslihiddin Mustafa ile Molla Mehmet Zeyrek arasında tevhit konusunda yaptırdığı ilmî münazaralardan biri tam altı gün sürmüştü. Bu da padişahın böylesi meselelerin konuşulmasından ne kadar hoşlandığını göstermektedir.[17]
Tezkirelerin haber verdiğine göre Fâtih’in sohbet meclislerinde rahat hareketleriyle bilinenlerden birisi Molla Lütfî, diğeri de Melihî’dir. İkisi de Tokatlıdır. Molla Lütfî, Melihî ve Fâtih arasında geçen lâtifeler tezkirelerde zikredilir. Biz bunların içinden bir vakâyı örnek olması bakımından buraya kaydediyoruz:
“Kendisi Merhum Sultan Mehmed Gazi’nin musahibi idi. Son derece ayyaş ve ileri derecede rind olduğundan dolayı padişah hizmetinden uzak ve saadet eşiklerinden ayrı düşüp felaketle ölüp gitti. Rivayet ederler ki Merhum Sultan Mehmed’in Melihî’ye çok iltifatı varmış. Onunla baş başa konuşmaktan hoşlanırmış. Fakat Melihî bir an ayık bulunmazmış. En sonunda bir gün padişah, kendisine incinmiş ve şarap içmesini yasaklayarak adamlarına “Sarhoş bulursanız bana getirin” diye ısmarlamış. Birgün sarhoş bulmuşlar ve o halde padişahın huzuruna götürmüşler. Padişah “Niçin içtin?” diye sormuş. Melihî de “içmedim” diye cevap vermiş. “Sen adamakıllı sarhoşsun, niçin yemin ediyorsun” diye sorulunca, “dünyanın sığınağı olan Padişahın korkusundan şarabı şırınga ettirdim” diye cevap vermiş. Sultan Mehmed de bu söz üzerine günahını bağışlamış, fakat artık yanına getirtmemiş.”[18]
Fatih’in ilim meclislerine diğer Müslüman bilginlerden de katılanlar olurdu. Onun saltanatının ilk yıllarında bir Arap bilgin, Edirne’de bulunuyordu. O bir gün, Fatih’in huzurunda düzenlenen bir ilim meclisinde, muarızlarını susturmuş ve onları sorduğu sorulara cevap veremez bir hale getirmiştir. Kendi ülkesindeki ilim adamlarının böyle âcizlik içinde kalması Fatih’i son derece müteessir etmiştir. Hatta “bu adamla boy ölçüşecek kimse yok mu?” diye ferman çıkarmıştır. En sonunda vezirlerden biri, Sivrihisar’da Nasreddin Hoca torunlarından Hızır Bey adında birinden söz eder. Fatih hemen Hızır Bey’e haber yollar.
Hızır Bey geldiğinde ilim meclisi yeniden oluşturulmuş ve Arap bilgin, karşısında bulduğu bu genç âlimi yeneceğinden emin bir şekilde onun karşısına geçmiştir. Padişahın da hazır bulunduğu mecliste ilk olarak Arap bilgin sorularını sorar. Önündeki kâğıtlara gerekli notlarını alan Hızır Bey, muhatabının sorularına rahatlıkla cevap verir. Arap bilgin, vaziyet karşısında hem şaşırmış hem de tedirgin olmuştur.
Nihayet soru sorma faslı Hızır Bey’e geçer. Arap Bilgin soruların pek çoğuna cevap veremez ve mahcup olur. İzin isteyerek meclisi terk eder. Sonra da Edirne’den ayrılır. Fatih sonuçtan o kadar memnundur ki sevincinden sırtındaki kürkü çıkarıp Hızır Bey’e giydirir. Ardından Hızır Bey’i Bursa’daki Sultaniye Medresesi müderrisliğine tayin eder. İlim adamlarının kıymetini takdir etmede gerçekten emsalsiz bir padişah olan II. Mehmed, Hızır Bey’in bu genç yaşta elde ettiği ilmî derecesini unutmayacak ve İstanbul’u alıp orayı bir gül bahçesi yaptıktan sonra, onu şehrin ilk belediye başkanı yani kadısı olarak tayin edecektir.[19]
Osmanlı sultanları içinde Beyazıd-ı Velî diye şöhret bulan, Sultan II. Bayezıd da âlimleri ve şairleri koruyan bir padişahtır. Sancakbeyliği yaptığı Amasya, onun zamanında birçok sanat dalında ve özellikle şiirde oldukça ilerlemiştir. Onun sanata ve sanatkâra gösterdiği ilgi, padişah olduktan sonra da devam etmiş ve sultan himâye ettiği şairler yoluyla devrin edebiyatına çok değerli katkılarda bulunmuştur.
Sultanın huzurunda cereyan eden ilim meclisleri bazen çeşitli eserlerin kaleme alınmasını sağlıyordu. Meselâ Molla Lütfî’nin “Es-Seb’u’ş-Şidâd” isimli eseri Sultan Beyazıd’ın huzurunda, dönemin ilim adamları arasında Seyyid Şerif’in Matâliu’l-envar Şerhi hakkında yapılan bir sohbet sonucunda yazılmıştır.[20]
Sultan Beyazıd devrin önemli şair ve devlet adamlarından olan Zâtî, Mesihî, Makalî ve Tâcîzâde Cafer Çelebi gibi münevverleri de sohbetlerinde bulundurmuştur.[21] Sultan Bayezıd Molla Muarrifzâde için “Eğer onunla sohbetim olmasaydı akidem düzelmezdi”[22] demiştir ki, bu da padişahın üzerinde sohbetlerin tesirini göstermektedir.
Osmanlı hânedânı şâir ve bilginleri korumaya her zaman dikkat etmiş; asırların seyri içinde nisbeten şifâhî olarak ve sohbet yoluyla ilerleyen Türk edebiyatına çok mühim katkılarda bulunmuşlardır. Sadece pâdişahlar değil, şehzâdeler de bu gruba dâhil edilmelidir. Meselâ Cem Sultan kaynakların “Cem Şairleri” diye andığı bazı şairleri bir araya getirmiş, vali olarak bulunduğu şehirlerde hüner sahiplerini koruyup gözlemiş ve kurduğu şair meclisleriyle Anadolu’da şiir ve ilim merkezleri denilebilecek yerlerin tesisine hizmet etmiştir. Sehî Bey’in dediğine göre Cem Sultan “şâirlere fazla rağbet ederdi. Bu gruptan yanında çok kimse bulunurdu. Her birini haddinden fazla gözetir, şefkat ve merhamet gösterirdi.”[23]
Kaynaklarda Cem Sa’dîsi, Haydar Çelebi, Kandî, Şâhidî ve Türâbî gibi isimlerle anılan şairler onun etrafında halkalanan kişiler arasında zikredilmektedir. Bunların içinde Sa’dî gibi Cem Sultan uğrunda hayatını feda eden, Haydar Çelebi gibi gurbette ona yoldaş olup şehzadenin vefatından sonra ölüm haberini ve eşyalarını İstanbul’a getirenler dahi vardır.[24]
Yavuz Sultan Selim de, ceddleri gibi âlimlere ve şâirlere hürmet eder, onları koruyup gözetirdi. Daha şehzadeliği sırasında Halîmî Çelebi gibi çok sevip saydığı, sohbetinde bulundurmaktan haz aldığı şairler ve ilim adamları vardı. Çıktığı seferlerde, çeşitli memleketlerde rastladığı ilim adamlarıyla sohbet etmiş, elden geldiği kadar onların gönlünü hoş tutmaya çalışmıştır. Çaldıran zaferinden sonra Tebriz ele geçirilince buradaki birçok âlimi ve şairi İstanbul’a göndermiştir. Padişah, aynı şeyi Mısır’ın fethinden sonra da yapmıştır. Kahire’deki pekçok ilim, sanat ve zanaat erbâbını gemilerle imparatorluğun merkezine göndermiş, böylece devletin her cihetten güçlü olmasını temin edecek çok mühim adımlar atmıştır. O, Celâl-zâde Mustafa Çelebi’nin Selimnâmesinde belirttiğine göre şöyle bir şahsiyete sâhiptir:
Ehâliye ri’âyetler iderdi
E’âlîye himâyetler iderdi
Irak idi kemâli olmıyanlar
Karîb olmışdı mâlı olmıyanlar
Hüner ehline eylerdi nazarlar
Kemîne bendesiydi tâc-verler[25]
Âşık Çelebi’ye göre şiir, Yavuz Sultan Selim devrinde bir tabaka daha terakki etti. Çünkü padişah irfan ehli biriydi ve zariflerin koruyucusuydu. Zamanının önde gelen kişilerine kâbiliyetleri ölçüsünde lütufta bulunurdu.[26]
Yavuz, kaynaklarda savaşlarıyla olduğu kadar ilim ve edebiyat meclisleriyle de anılır. Bunlardan bir tanesi şöyledir: Yavuz’un vezirlerinden Zeynel Paşa, devrinde Farsça bilgisinin derinliğiyle şöhret bulmuştu. Zeynelî mahlasıyla şiirler yazan Paşa, kendisine sunulan şiirlerde muhakkak bir hata bulur ve bunu hiç çekinmeden söylerdi. Paşa’nın bu huyunu bilen ve her şiire müdâhele etmesinden rahatsız olan Yavuz Sultan Selim, bir gün ona “Senin mahlasın Dahlî olsun” diye takılmıştı.[27]
Yavuz Sultan Selim devrinin gözde âlimlerinden olan Kemâl Paşazâde, padişahın seferde bile yanından ayırmadığı ve sohbetlerinden istifade ettiği bir âlimdi. Meselâ Kemal Paşazâde 1516’dan 1519’a kadar süren seferinde Yavuz’un yanında bulunmuş ve padişah ona çeşitli görevler vermiştir.[28]
Kanûnî devri devletin sadece askerî alanda değil, ilim ve sanat sahalarında da zirveyi yakaladığı bir zaman dilimi olmuştur. Onun zamanında edebiyat, ilim, mimarî, denizcilik gibi sahalarda elde edilen yükseliş göz kamaştırıcıdır. İmparatorluğun iki yanında süren mücadelelerin genelde lehimize sonuçlanması, Osmanlı devlet teşkilâtındaki âhengin aksamadan devam etmesi, diğer memleketlerdeki sanat ve zanaat erbabının Osmanlı ülkesine bilhassa İstanbul’a gösterdiği teveccüh Devlet-i Âliye’yi tam bir kültür ve medeniyet merkezi haline getirmiş bulunuyordu. Bununla ilgili Âmil Çelebioğlu da şunları söylüyor:
“Devrinin birer ilim, kültür, san’at ve edebiyat müesseseleri olan medreselerin, tekkelerin yanında Padişahın, şehzadelerin, vezirlerin ve diğer muhtelif devlet adamlarının, ilim ve şiir erbabının meclisleri, bu çevrelerde ilmin ve san’atın itibar bulması, himaye edilmesi, maddî, manevî ihsanlarda bulunulması, saray ve konakların da âdetâ bir ilim ve edebiyat merkezleri olarak kültürün, san’at ve ilim zevkinin yerleşmesinde, yaygınlaşmasında, câzib bir hâle gelmesinde büyük bir rolü olduğu gibi her hâlde fütuhatlar, devrin şartları ve çeşitli imkânları neticesinde maddî zenginlik, siyasî ve askeri güçle paralel olarak kültür, dil ve edebiyat zenginliği de bu dönemde en yüksek noktasına erişmiştir.”[29]
Onun zamanında özellikle İran’dan gelen sanatçılara itibar ediliyor ve bu kimseler şiir ve ilim meclislerinde büyük kabul görüyordu. Bunlardan biri de Hz. İsa’nın bütün peygamberlerden hattâ Peygamber efendimizden bile üstün olduğunu iddia eden Molla Kabız isimli biriydi. Molla Kabız’ın bu iddialarına uzun bir zaman kimse ses çıkarmadı. Lâkin halkın şikâyetleri sonucu Molla, Divân’a çağrıldı. Kazaskerler, Molla’nın iddialarına doğru dürüst bir karşılık veremediler ve onun idamına hükmettiler. Bunun üzerine Sadrazam, kazaskerleri azarladı ve toplanmış bulunan divan, katil kararına dair âlimlerden ikna edici bir karşılık gelmediği için onların verdiği hikmü kabul etmedi. Böylece Molla serbest kaldı. Kanûnî bu durumu işitince Sadrazam’dan sordu: “Bir sapık divanımıza gelir, hezeyana cüret eder ve suçlu bulunmayıp çıkar gider. Buna sebep nedir?”. Sadrazam da şöyle der: “Ne yapalım? Kazaskerlerimiz şer’î meseleleri bilmiyorlar ki adı geçen şahsı suçlu bulup alaşağı etsinler!”
Kanûnî bunun üzerine şeriate vukufun kazaskerlere has bir mesele olamadığını söyler, Molla’yı yeniden divana çağırarak İbni Kemâl ve Kadı Sa’deddin Çelebi’nin divanda hazır olmasını ister. Ertesi gün Molla gelir. Kanûnî münakaşayı kafes arkasından izlemektedir. Molla’yı gâyet sâkin bir şekilde dinleyen İbni Kemal, İslâmî esaslara dayanarak Molla’nın iddialarını delillerle çürütür. Artık söyleyecek bir şey bulamayan Molla susar. İbni Kemal de, meseleyi İstanbul kadısına devreder. Kadı, Molla’ya hatadan dönüp tövbe etmesini ve böylece serbest bırakılacağını söyler. Molla inadında ısrar edince katline fetva çıkar.[30]
Kanûnî Sultan Süleyman devri, şairlerin kendilerine bir hâmî bulması bakımından fırsat ve imkânların gayet yerinde olduğu bir zamandır. Padişahın dâmâdı Makbul İbrahim Paşa’nın ve Defterdar İskender Çelebi’nin yetişmelerinde büyük yardımları olduğu bu şairler, devrin sohbet meclislerin âdetâ vazgeçilmeziydi. Meşhur Hayâlî Bey de, önce İskender Çelebi tarafından keşfedilmiş, ardından İbrahim Paşa’nın tavassutuyla padişahın sohbetine ermiş ve onun sevdiği şairlerden olmayı başarmıştır. Devrinde Deli Birâder diye şöhret bulan Gazalî de İskender Çelebi’nin himâye ettiği şairlerin başında geliyordu. Hoşsohbet biri olduğundan vezirlerin ve diğer devlet adamlarının meclislerinde kendine rahatça yer bulan Deli Birâder, kendisini sevmeyenler ve istemeyenler yüzünden İstanbul’daki evini barkını sattıktan sonra taşındığı Mekke’de devrin Arap büyüklerine ziyafet verdiği bir esnada fenalaşarak ölmüştür.[31]
Padişahın, sadrazamın ve defterdârın himâye ettiği, lütuf ve ihsâna gark ettiği Hayâlî Bey, bu yönüyle diğer şairlerin kıskançlığını kendi üzerine çekiyordu. Hatta Zâtî ve Taşlıcalı Yahya Bey gibi şairler bile ona hasım kesilmişti. Çünkü Hayâlî Bey, zamanının pekçoğunu sadrazam ve padişah meclislerinde çeşitli iltifatlara ve hediyelere nâil olarak geçirmişti. [32] Bu yüzden Taşlıcalı Yahya padişaha suduğu bir kadisesinde,
Bana olaydı Hayâlî’ye olan rağbetler
Hak bilür sihr-i helâl eyler idim şi’r-i teri
diyerek sitemini dile getirmiştir. Devrin diğer şairleri arasında bulunan Rahmî, Edâyî ve Fevrî de Kânûnî’nin sohbet meclislerinde bulunmuş isimlerdendir.
Devrin ve Türk Edebiyatının en mühim şairleri arasında olan Bâkî bu devirde, hem edebiyatın hem de pâyitahtın vazgeçilmezi olarak müstesna bir yere sahipti. Klasik şiirin 16. Yüzyıldaki zirvesi sayılan Bâkî, Kânûnî tarafından himâye edilmiş ve onun musâhibi olmuştur. O, Kânûnî’nin vefatından sonra eski günlerini aratacak bazı zorluklarla karşılaşmış olsa bile şiir kâbiliyeti sayesinde sonraki padişahların da iltifatına erişmeyi başarabilmiştir.
Kânûnî devrinde himâye edilen kimseler sadece Bâkî ve Hayâlî değildir. Ebussud Efendi, İbni Kemâl, Seydi Ali Reis, Celâlzâde Mustafa Çelebi, Taşlıcalı Yahyâ Bey gibi âlim ve şâirler de padişahın iltifatına ve ihsânına mazhar olan kimseler arasında sayılabilir. Kendisi de Muhibbî mahlasıyla şiirler yazan Kânûnî devrinde birçok büyük sîmâ yetişmiş ve edebiyat, ilim, mimârî ve diğer klâsik sanatlarda devletin hiçbir devrinde olmadığı kadar gelişme kaydedilmiştir.[33]
Osmanlı devlet geleneğinde en fazla dikkat çeken husus liyakat ve hoşgörüdür. Asırlarca, cihâna adaletle hükmetmiş, ilimde ve sanatta mümtaz şahsiyetler yetiştirmiş, medeniyetimize uzun devirler boyunca yaşayacak sayısız eserler emanet etmiş Osmanlı Devleti’nin kurmayı başardığı bu sağlam dengenin tesisinde bu iki unsur çok önemli bir yere sahiptir. Himâye edilen, caizeler ve hediyelerle taltif edilen hüner ehli insanlar Osmanlı payitahtının dünyanın en rağbet edilen yeri olması hususunda en başta gelen âmillerden olmuşlardır. Sâmiha Ayverdi’den nakledeceğimiz şu satırlar bu durumu gayet veciz ve isabetli hükümlerle dile getirmektedir:
“Kütlelerin merkez yerine geçip oturmuş büyük Türk serdar ve hükümdarlarının dayandıkları mesnedi araştıracak olursak, gözümüze çarpacak gerçek, siyâsî ve idârî hayatlarına ışık tutan ve destek olan bir münevverler, âlimler, şâirler ve hakîmler sınıfının da aynı devlet çarkının dönmesine vâsıtalı vâsıtasız yardım etmiş olmaları keyfiyetidir. Çok defâ da bu zümrenin içinde sultanın has meclisinde bulunan mürebbi-hocalar vardı ki, bunlar iç bünyelerinde mevcud olan mânevî nizâm ve üslûbu hükümdârın rûhî ve zihnî hayâtına naklederek, bağlı oldukları prensipleri serdengeçti bir pervâsızlık ve medenî bir cesâretle müdâfaa ve temsîl ederlerdi.”[34]
Osmanlı sultanları sadece ilim meclislerinde değil, savaş meydanlarında da müşavereye, askerin ve devlet adamlarının fikrine müracaat hususunda dikkat ederlerdi. Târihî kaynaklar ve bazı edebî eserler böylesi müşaverelerin örnekleriyle doludur. Meselâ Ömer Seyfettin’in “Kızıl Elma Neresi?” hikâyesi padişahın huzurunda cereyan eden konuşmalarla örülmüştür. Peçevî Tarihi’nde Mohaç Meydan Savaşı öncesinde tecrübeli bir asker olan Âdil Tuca isimli bir yiğide Hüsrev Bey’in, “Sâdetlü padişah müşavere emretti” demesiyle onun “dövüşmekten özge müşavere var mıdır?” dediği anlatılır.[35] Aslında bu durum ordu-millet şuurunda müşaverenin neye tekâbül ettiğini göstermektedir.
Osmanlı padişahlarından,
“Sohbet-i yâre talebkâr olan dildür bu
Dâimâ vâkıf-ı esrâr olan dildür bu”[36]
diyen Sultan Üçüncü Mustafa’nın da ilmî sohbetlere ve özellikle huzur sohbetleri adı altında düzenlenen sorulu cevaplı münazaralara çok düşkün olduğu söylenir. Hatta padişahların huzurunda cereyan eden “bu münazaraları Sultan Üçüncü Mustafa esaslandırmış, onun zamanında bir müderris ile beş muhatap bulunması usul kabul edilmiş idi, sonraları bu sayılar artırılmıştır.”[37]
Huzur dersleri genelde Ramazan ayında yapılırdı. Bu toplantılar, daha sonraları gelenek hâline gelmiş ve uzun bir zaman boyunca devam etmiştir. Huzur derslerinde “Her meclisde ulemâdan bir ve müderrislerden yedişer, sekizer dinleyici bulunup, bir müderris tarafından birkaç âyeti kerime okunur ve mânası anlatılır bunlarla dinleyiciler arasında sualli cevaplı bir münazara olurdu. Sonunda da bu mesele bir neticeye bağlanınca, padişah tarafından hepsine ihsanlarda bulunulurdu.”[38]
Sultan Dördüncü Murad da şâirlerle ve ilim adamlarıyla sohbetten son derece hoşlanan bir pâdişâh idi. Padişahın; tarihçiler ve tezkire yazarları tarafından “latîfe-gûy, küşâde-rûy, hoş-sohbet, sühan-senc, nüktedân, dakîka-şinas bir merd-i nâtıka-perdâz” diye andıkları Şeyhülislâm Yahyâ Efendi’nin sohbetinden, nüktelerinden çok hoşlandığı, kendi şiirlerine nazire yazdırdığı tarihlerde nakledilir. Pâdişah, Şeyhülislâm Yahya’yı hoş-sohbet olmasına binâen seferlerde zaman zaman yanında götürmeyi tercih etmiştir. Bunlardan Bağdâd seferinde padişah, Akşehir’in Baştekye mesiresinde bir pencerenin önüne,
Bihiştden kıt‘adır hakkâ ki bu işretgeh-i zîbâ
Buna dâhil olan mürde olubdur zevk ile ihyâ
Murâdî feth-i Îrân’dan kaçan kim gitdi Bağdâd’a
Ten‘im eyledi içdi bu kevserden şarâb-âsâ
dörtülüğünü yazmış ve Şeyhülislâm Yahyâ Efendi’den bunu tanzîr etmesini istemişti. Yahyâ Efendi de,
“Zehî cây-ı ferah-bahş-ı safâ-güster hayât-efzâ
Nebâtından yese bir murg ola ol tûtî-i gûyâ
Behiştin kıt‘ası derdim velî reşk-i bihişt olmuş
Kudûm-ı pâdişâhile bu nüzhet-gâh-ı bî-hemtâ
Suyun kevser diye nazmında öğmüş ol şeh-i âdil
Hoşâ pâkize-nazm rûh-bahş-ı âb-ı letâfetzâ
Diye ihlâs ile yerde beşer gökde melek âmîn
Du‘â etdikce ol şâh-ı cihâna sıdk ile Yahyâ
şeklinde bir nazire yazmıştı.[39]
Osmanlı Devleti’nde sohbet meclislerinin varlığının hissedildiği devirlerden birisi de Lâle Devri’dir. Sultan III. Ahmed ve Nevşehirli Dâmâd İbrahim Paşa başta olmak üzere devrin önde gelen devlet adamları ve ulemânın konaklarında, kasırlarında ve hatta sarayda icra edilen sohbet meclisleri bu devrin en önde gelen eğlencelerinden biriydi. O zamanın şairlerinden Nedîm bilhassa İbrahim Paşa’ya sunduğu kasidelerde ve devrin havasını aksettiren beyitlerde sohbet meclislerini de işlemiştir.
Bu zamanda yapılan Sadâbâd kasırları, bu tür meclislerin yaygınlaşması için mühim birer fırsat olmuştu. Hayr-âbâd, Kasr-ı cinân, Kasr-ı neşât, Feyz-âbâd gibi isimlerle anılan bu kasırlar padişahın da katıldığı ve çeşitli eğlencelerin düzenlendiği yerler olmuştu.[40] Bu yerlerde icra edilen sohbetlerin devrin umûmî havasına yansıdığı, halk arasında benzer eğlence, söz ve saz meclislerinin yaygınlaşmasına zemin hazırladığı açıktır.
Osmanlı saraylarında, konaklarda icra edilen sohbetlerin, eğlencelerin, ilim ve şiir meclislerinin Anadolu’nun ve Rumeli’nin belli başlı merkezlerinde de yapıldığı bilinmektedir. Bunu sağlayan şey, bu mahallî merkezlerde yaşayan zengin ve kültürlü insanlardır. Fakat gözden kaçmaması gereken en mühim nokta on yedinci asra kadar Edirne, Amasya, Manisa, Kütahya, Konya, Trabzon gibi şehzadelerin vâli olarak görev yaptığı yerlerdeki kültürel canlılıktır. Şehzâdelerin, şehrin ileri gelenleriyle yaptıkları müşaverelerin ve sohbetlerin; düzenledikleri ilim ve şiir meclislerinin o şehirlerin kültür ve edebiyat havasına yansıdığı bir hakikattir.
[1] Atsız, Âşıkpaşaoğlu Tarihi, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1970, s. 23.
[2] Nevzat Kösoğlu, Türk Dünyası Tarihi ve Türk Medeniyeti Üzerine Düşünceler 2 Tarihin Türk Asırları, Ötüken, İstanbul 2012, s. 59.
[3] Nevzat Kösoğlu, Türk Dünyası Tarihi ve Türk Medeniyeti Üzerine Düşünceler 2 Tarihin Türk Asırları, Ötüken, İstanbul 2012, s. 61
[4] Mustafa İsen, Sehî Bey Tezkiresi Heşt Behişt, Akçağ Yayınları, Ankara 1998, s. 122.
[5] Mustafa İsen, a. g. e., s. 111.
[6] Mustafa İsen, Latîfî Tezkiresi, Akçağ Yayınları, Ankara 1999, s. 68.
[7] Ethem Cebecioğlu, Hacı Bayram Velî ve Tasavvuf Anlayışı, Muradiye Kültür Vakfı Yayınları, Ankara 1994, s. 142.
[8] Risâle-i Beşir’den naklen; Ethem Cebecioğlu, Hacı Bayram Velî ve Tasavvuf Anlayışı, Muradiye Kültür Vakfı Yayınları, Ankara 1994, s. 151.
[9] Taşköprülüzâde İsâmuddin Ebu’l-Hayr Ahmet Efendi, Osmanlı Bilginleri-Eş-Şekâiku’n-Nu’mâniyye Fî Ulemâi’d-Devleti’l-Osmâniyye, Çeviren: Muharrem Tan, İz Yayıncılık, İstanbul 2007, s. 94.
[10] Mustafa İsen, Latîfî Tezkiresi, Akçağ Yayınları, Ankara 1999, s. 69.
[11] Halûk İpekten, Divan Edebiyatında Edebî Muhitler, MEB Yayınları, İstanbul 1996, s. 25.
[12] Dr. Halûk İpekten, a. g. e., s. 28.
[13] Cemâl Kurnaz, Anadolu’da Orta Asyalı Şairler, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1987, s. 41.
[14] Halûk İpekten, Divan Edebiyatında Edebî Muhitler, MEB Yayınları, İstanbul 1996, s. 26.
[15] Mustafa İsen, Latîfî Tezkiresi, Akçağ Yayınları, Ankara 1999, s. 70.
[16] Mustafa İsen, Sehî Bey Tezkiresi Heşt Behişt, Akçağ Yayınları, Ankara 1998, s. 51.
[17] Abdülhak Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, Yayına Hazırlayanlar: Prof. Dr. Aykut Kazancıgil, Sevim Tekeli, Remzi Kitabevi, Geliştirilmiş 4. Baskı, İstanbul 1982.
[18] Mustafa İsen, a. g. e., s. 127-128.
[19] M. Said Yazıcıoğlu, Hızır Bey, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1987, s. 2 vd.
[20] Orhan Şaik Gökyay, Molla Lûtfî, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1987, s. 32.
[21] Halûk İpekten, Divan Edebiyatında Edebî Muhitler, MEB Yayınları, İstanbul 1996, s. 54-55.
[22] Taşköprülüzâde, a. g. e., s. 178.
[23] Mustafa İsen, Sehî Bey Tezkiresi Heşt Behişt, Akçağ Yayınları, Ankara 1998, s. 53.
[24] Mustafa İsen, Ötelerden Bir Ses Divan Edebiyatı ve Balkanlarda Türk Edebiyatı Üzerine Makaleler, Akçağ Yayınları, Ankara 1997, s. 164 vd.
[25] Celâl-zâde Mustafa Çelebi, Selimnâme, Hazırlayanlar: Ahmet Uğur-Öğr. Gör. Mustafa Çuhadar, MEB Yayınları, İstanbul 1997, s. 69, 70.
[26] Âşık Çelebi, Meşâ‘irü’ş-Şu‘arâ İnceleme-Metin 1, Hazırlayan: Prof. Dr. Filiz Kılıç, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Yayınları, İstanbul 2010, s. 198.
[27] Mustafa İsen, Sehî Bey Tezkiresi Heşt Behişt, Akçağ Yayınları, Ankara 1998, s. 70; Ayrıca; Halûk İpekten, Divan Edebiyatında Edebî Muhitler, MEB Yayınları, İstanbul 1996, s. 67-68
[28] Ahmet Uğur, İbn-i Kemal, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, İzmir 1987, s. 8.
[29] Âmil Çelebioğlu, Kanûnî Sultân Süleymân Devri Türk Edebiyatı, MEB Yayınları, İstanbul 1994, s. 32.
[30] Ziya Nur Aksun, Cihan Padişahı “Muhteşem” Süleyman, Yayına hazırlayan: Erol Kılınç, Ötüken Yayınları, İstanbul 2011, s. 56 vd.
[31] Halûk İpekten, Divan Edebiyatında Edebî Muhitler, MEB Yayınları, İstanbul 1996, s. 94.
[32] Halûk İpekten, a. g. e., s. 97.
[33] Daha geniş bilgi için bkz.: Halûk İpekten, Divan Edebiyatında Edebî Muhitler, MEB Yayınları, İstanbul 1996.
[34] Sâmiha Ayverdi, Türk Târihinde Osmanlı Asırları 1, 2. Baskı, Damla Yayınevi, İstanbul 1977, s. 48.
[35] Peçevî Tarihinden naklen, Ziya Nur Aksun, Cihan Padişahı “Muhteşem” Süleyman, Yayına hazırlayan: Erol Kılınç, Ötüken Yayınları, İstanbul 2011, s. 48.
[36] H. Ahmet Kırkkılıç, Sultan III. Murad, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1988, s. 162.
[37] Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, Bir Zamanlar İstanbul, Hazırlayan: Niyazi Ahmet Banoğlu, Tercüman 1001 Temel Eser, (Yer ve Tarih yok), s. 156.
[38] Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, a. g. e., s. 156.
[39] Dîvân-ı Yahyâ, Şeyhülislâm, (Neşreden: İbnü’l-emin Mahmûd Kemâl), Matbaa-i Âmire, İstanbul 1334, s. 43-44.
[40] Hasibe Mazıoğlu, Nedimin Divan Şiirine Getirdiği Yenilik, Akçağ Yayınları, Ankara 1992, s. 25.