Osmanlı târih terminolojisi ile ilgili fâhiş yanlışlardan biri de fetih (feth) kavramıdır. Feth, ‘açmak’ demektir; kapalı kilidi açmakta kullandığımız, dilimize Yunanca’dan geçmiş olduğu ifâde edilen, ‘anahtar’ dediğimiz nesneye Arapça’da ‘miftâh’ denir, ‘açma âleti, açgı, açgıç’ demektir. İslâmî-askerî ıstılahta (terminolojide) ise, bir beldeyi, bir bölgeyi, bir ülkeyi ‘İslâma açmak’ demektir; yâni, İslâma kapalı olan yerlerdeki ‘insan’la, ‘İslâm’ı tanıştırmak, insanların, ‘yaşayan İslâmı’ yakından görmelerini sağlamak demektir. Fethedilen yerlerdeki gayrı müslimler, İslâma girmeğe zorlanmaz; sâdece, oralarda İslâmî değerler hâkim kılınır. İslâm, son derece gerçekçi bir dîndir, insan, her yerde babasının adıyla anıldığı, ‘fülânın oğlu/kızı’ diye çağırıldığı hâlde, sâdece, gömüldüğünde, kendisine telkin verilirken, anasının adıyla çağırılır, ‘ey Fülânenin oğlu/kızı’ diye hitâb edilir; çünkü, yüzde yüz kesin olan, (hiçbirimizin babamızın kim olduğundan şüphesi olmasa da) hangi anadan doğduğudur. Bilinen ve târih boyunca birçok defalar görülmüş bir gerçektir ki, insanlar bir inancı kabûl etmeğe zorlanırlarsa, elde edilen ‘yeni inanmışlar’ değil, ‘münâfıklar’ olmaktadır. Münâfık, içi başka, dışı başka demektir, İslâm’a göre, kâfirden daha kötüdür. Başka bir ifâdeyle, münâfık, ‘dışı müslüman’, ‘içi kâfir’ demektir.
Fethedilen yerde ‘İslâmî değerleri hâkim kılmak’ esastır. Bunu anlamak, günümüzde, halkının çok büyük bir bölümünün müslüman olduğu, ‘İslâm ülkeleri’ denilen coğrafyada, ‘gayrı İslâmî değerlerin’, ‘ithâl edilmiş değerlerin’ hâkim olduğunu hatırlamak, İslâm dünyâsını kuşatmış olan meselelerin künhüne vâkıf olmayı sağlar.
Osmanlı hükümdârları içinde Sultân İkinci Mehemmed’e (o zamanki telâffuzun böyle olması gerekir) Fâtih (fetheden) denilmesinin sebebi, Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğunun bu çok önemli baş-şehrini İslâm’a açmış olmasıdır. İstanbul, böylece, İslâmî değerlerin hâkim olduğu baş-şehir hâline gelmiştir. Fâtih devrinde, 1462 yılında Midilli adasının İslâm’a açılışını nakleden Enverî, -yeni fethedilen her yerde değişmez bir uygulama olan- ezân okunması işini kendisinin yaptığını belirtmektedir. (Düstürnâme, s. 100, İstanbul 1928).
Fethedilen, İslâm’a açılan yerdeki insanlar, kendi dînlerinde kalmakta serbesttirler, baskıya mârûz kalmazlar. Bunun isbâtı, Ürdün’de, Filistin’de, Sûriye’de, Lübnân’da ve daha başka yerlerde, hâlâ Hristiyan Arapların yaşamakta olduğudur. Avrupa’daki gayrı Hristiyanlara yapılan baskıların, Engizisyon uygulamasının onda biri İslâm dünyâsında yapılmış olsaydı, müslümanların hâkim olduğu ülkelerde bir tek gayrı müslim kalmazdı.
Osmanlı’nın yüzyıllarca kaldığı Balkanlardaki Hristiyan milletler, dînlerine, dillerine, kültürlerine sâhip olarak günümüze kadar gelmişlerdir. Osmanlı, gösterilmek istendiği gibi, ‘barbar’ olsaydı, dörtyüz yıl Osmanlı hâkimiyetinde kalmış olan Sırbistan’da bir tek Sırp kalmazdı. Sırp’ların Bosna’da, Ruslar’ın Çeçenistan’da, İsrâil’in Filistin’de yaptıklarının yüzde birini, Osmanlı 400 ilâ 500 yıl kaldığı Balkanlarda yapmış olsaydı, günümüzde bir tek Yunanlı, bir tek Bulgar, bir tek Rumen, bir tek Sırp, bir tek Hırvat kalmazdı! ‘Büyük’ olmak, Devlet-i Alîyye sıfatındaki gibi ‘çok yüce’ olmak, hiç de kolay değildir; her şeyden önce, Osmanlı kadar ‘insânî‘ olmayı gerektirir.
Fethedilen ülkedeki insanlar, cizye ve harâc verirler, müslümanların ödediği vergi ise öşr’dür. Gayrı müslimlerden, İslâmı’ı benimseyenler, hidâyete erenler (mühtedîler) için, devlet kademelerinin hepsi açıktı; Sultânın mutlak vekîli olan sadrâzamların çoğu Türk değil, Osmanlı fethinden sonra İslâm’a girmiş olan kimselerdir. İngiliz sömürgelerinden (meselâ Hindistan’dan, Afrika’dan) gelen çok kabiliyetli, Protestanlığı benimsemiş birinin İngiltere’ye başbakan olmasını tasavvur edebiliyor musunuz?
Cizye’yi de, gayrı müslimlerin hepsi ödemezdi; sâdece çalışabilecek durumdaki erkekler öderdi. Kadınlar, çocuklar, papazlar, ihtiyarlar cizye ödemezlerdi. Cizye, Osmanlı’nın uydurduğu bir vergi olmayıp, Osmanlı’nın, kendini yaymakla görevli bildiği İslâm’ın, temel Kitâbı Kur’ân-ı Kerîm’de bizzat Allah tarafından buyrulmuş olan (Tevbe Sûresi(9), 29. âyet: “Kendilerine Kitap verilenlerden Allah’a ve Âhiret Günü’ne inanmayan, Allah ve Resûlünün haram kıldığını haram saymayan ve Hak Dîni kendine dîn edinmeyen kimselerle savaşın, tâ ki küçülerek elleriyle cizye vereler.“) bir vergidir. Gayrı Müslimler askerlik yapmadıkları için, kendilerinden cizye alınırdı; cizye: ‘bir nevi karşılık’ demektir. Çağdaşlaşma (muâsırlaşma) serüveni içinde, 1856 yılındaki ‘İslâhât’ cümlesinden olarak, cizye uygulamasına da son verilmiştir.
Gayrı Müslim, toprak ve ürün vergisi olar harâc, Müslüman ise öşür (öşr: onda bir) öderdi.
Görüldüğü gibi, ‘fetih’, istilâ, zapt ve işgalden çoook farklıdır. Müslümanların, Osmanlı’nın, İslâm adına yaptığı ‘feth’ hareketine başka bir isim vermek, olayı nötrleştirmek, muhtevâsından tecrîd etmektir. Gayrı Müslimlerin İslâm ülkelerini elde etmelerine ‘fetih’ adını vermek de aynı derecede fâhiş, korkunç yanlıştır.