Osmanlı târih deyimleriyle ilgili fâhiş yanlışlardan ikisi de, ‘hümâyûn’ ve ‘ra‘iyyet’ kavramları ile ilgili olanlarıdır. Sırasıyla, kısaca gözden geçirelim.
Hümâ, çok yükseklerde uçtuğu kabûl edilen kuştur. Hümâyûn: Hümâ’ya mensûb, Hümâ ile ilgili, Hümâlık demek olur. Osmanlı, birçok önemli nesneye ‘hümâyûn’ sıfatını vermiştir: Hükümdârın el yazısı hatt-ı hümâyûn, mührü, mühr-i hümâyûn, Osmanlı merkezî karâr hey’eti, deyim yerindeyse Osmanlı hükûmeti, (dinamizmini kaybedip çâreyi ‘muâsırlaşmak’ta arayıncaya kadar) dîvân-ı hümâyûn, Osmanlı ordusu, ordu-yu hümâyûn, Osmanlı donanması, donanma-yı hümâyûn diye adlandırılırdı. Topkapusu Sarayı’nın ilk kapısının adı bâb-ı hümâyûn idi.
Nîçin böyleydi? Osmanlı, bu ‘hümâyûn’ sıfatını nîçin benimsemişti? Çünkü, Osmanlı’nın varlık sebebi (Raison d’etre dedikleri) İslâm’dı, görevi İslâmî buyrukları hayâta geçirmek ve bütün insanlığa yaymaktı. İslâm, Semâvî Mesaj olduğu, Osmanlı da kendisini bu mesajın temsîlcisi gördüğü için, semâvî anlamında hümâyûn sıfatını kullanmıştır.
Özel isimler değiştirilmez düstûruna uymayan, herşeyi tahrîf eden, tahrîf içinde yüzen, Kitâb-ı Mukaddes diye belleyip benimsedikleri kitapları bile muharref olan Batılılar, bu hümâyûn kavramını da tahrîf ettiler, kötüleştirdiler, emperyal diye tercüme ettiler. Dîvân-ı Hümâyûn, onların kitaplarında ‘Imperial Council’ (İmparatorluk Konseyi) oluverdi! İnanmayan, abarttığımızı zanneden, Osmanlı’ya karşı en insaflılardan biri olarak bilinen -ki öyle olduğunu sanıyoruz- Prof. Dr. Stanford Shaw’un şu eserine bakabilir: History of the Ottoman Empire and Modern Turkey, (Cambridge:reprinted 1991), v. I, pp. 25, 26, 101, 102, 108, 115, 117, 120, 123, 164, 258, 280, 289.
İslâm, geniş mânâsıyla, Hz. Âdem Aleyhisselâm’la başlayan, eski safhalarına insanların Yahûdîlik, Hristiyanlık adını verdiği tek ve esasları aynı olan dîndir; tabiî, Tevrât ve İncîl, tahrîfe uğramadan, kötüye doğru değiştirilmeden önce ve kendi zamanları için geçer kitaplar idi. Kur’ânın gelmesiyle hükümden kalkmış oldular; Parlamento’nun yeni çıkardığı kanunla, aynı konudaki eski kanunun geçersiz olduğu vâkıası gibi. Osmanlı, İslâmı, târihî bütünlüğü içinde telâkki ettiği için, Hz. Süleymân’ın akıllı vezîri Âsaf b. Berhiyâ‘yı, kendi sadrâzamına model olarak kabûl etmiş, bunun için de sadrâzam konağından Bâb-ı Âsafî (Âsaflı Kapı) diye söz etmiştir.
Hümâyûn sıfatına kendini lâyık gören anlayış, idâre ettiği halka ra‘iyyet (cem‘i: ra‘âyâ) demiştir. Bu kelimenin kökü, ra’â : (masdarı: ra‘y) otlatmak demektir. Râ‘î (çoban) nasıl sürüsünden mes’ûl ise, idâreciler de, idâre edilenlerin güven, huzûr ve refâhlarından sorumlu idiler. ra‘â fiili, ri‘âyet (görüp gözetlemek, esirgemek, korumak, uymak) fiiliyle de ilgilidir. Kısacası, ‘Ra‘iyyet’, ‘Ra‘âyâ’, ‘korunan, gözetilen, kollanan‘ demektir. Halbuki, Batı dillerinden meselâ İngilizce’de, yönetilenlere subject denilir.
Subject (person) : a person who lives or who has the right to live in a particular country with a king or queen. He is a British subject. (Başında bir kral veya kraliçe bulunan bir ülkede yaşayan veya yaşama hakkına sâhip kişi. O. İngiliz tebeasındandır.)
Subject (govern) : to defeat (people or a country) and then control them against their wishes and limit their freedom. The invaders quickly subjected the local tribes. (bir halkı veya ülkeyi yenip onlara, kendi arzularına rağmen hâkim olmak ve hürriyetlerini kısıtlamak. İstilâcılar yerli kabîlelere çabucak boyun eğdirdiler.)
Görüldüğü gibi, ‘subject‘ kavramında ‘boyun eğdirilme’ vardır, halbuki ‘ra‘iyyet‘, kendisine ri‘âyet edilen, kollanan demektir. Demek ki, Osmanlı ra‘âyâsı, insan gbi, huzûr içinde yaşıyordu, İngiliz -pek tabiî, Avrupa’nın diğer ülkelerindekiler de- tebeası ise, tâbi, boyun eğdirilmiş idi. Böyle bir mâziden, arkaplândan gelen Batı’lı yazarların çoğu da, ‘kişiyi nasal bilirsin?’ : ‘kendim gibi’ fehvâsınca, Osmanlı ra‘iyyetini de kendi zavallı dedeleri gibi zannetmektedirler.
Ra‘iyyeti subject olarak anlamak için, insanın iz‘ândan bî-behre olması veya, ‘Türkleri yenmek yetmez, onların târihini de yenmek gerekir’ anlayışına bağlı olarak, peşin hükümle hareket etmesi gerekir. Yerli târihçilerimize gelince: Bu hatâya düşenler, ya birinci küfedekinin durumundadır veya daha küfeye bile kaldırılmamıştır.