Önce, şu kesin gerçeği hatırlayalım: Özel İsimler değiştirilmez. Arapçada علم (alem) kelimesi, hem bayrak hem de özel isim demektir. Devlet için bayrak ne ise, insan için de ismi odur. Bir kişiye, bir varlığa, kendi aslî isminden başka bir isim takmak, ona “karşı olmayı” ifâde eder. Birkaç misâl verelim:
* İslâma karşı dostça duygular beslemeyenler, ondan ‘irtica’ diye söz ederler. İslâma karşı olanlar, Müslümanlara ‘gerici’ derler.
* Kuduz İslâm düşmanı, Bedir’de öldürülen ‘Amr b. Hişâm’ın adını pek çok Müslüman bilmez; onu ‘Ebû Cehil’ diye tanır.
* Haçlı Savaşları sırasında Avrupalılar, ‘Müslüman’ yerine ‘Saracen’ derlerdi.
* Birçok siyâsî kuruluş, Mısır’da yapılan darbe’ye ‘darbe’ dememiştir; darbe 21. yüzyılda geriliği, vahşeti, uygarlıktan, demokrasiden uzaklığı temsîl ettiği için, yapılan bu, insanlığın yüz karası harekete, işlerine öyle geldiği için, ‘darbe’ diyememişlerdir. Demek ki, isim vermek çok mühimdir.
Osmanlı, kurduğu, yaşattığı siyâsî yapıya دولت عليه عثمانية (Devlet-i ‘Aliyye-i Osmâniyye) adını vermiştir : Pek Yüce Osmanlı Devleti demektir. İlk Osmanlı resmî vak‘anüvisi Mustafa Na‘îmâ, yazdığı Osmanlı târihinde : الكلام في ظهور الدولة العلية العثمانذية (el Kelâm fî Zuhûrid Devletil ‘Aliyyetil Osmâniyye / Pek Yüce Osmanlı Devleti’nin Ortaya Çıkışı Bahsi) demektedir,. (Naîmâ Târihi, c. I, s.6.) Bütün Osmanlı Târihi boyunca, sonuna kadar belgelerde, kitaplarda bu ünvân kullanılmıştır. Asla ve kat‘a امبراطوريه عثمانية (İmparatoriyye-i Osmâniyye) ifâdesi kullanılmamıştır. “imparatorluk” sıfatını, ünvânını kabul etmiş olsaydı, o zamanın Türkçesi ile böyle demesi gerekirdi.
İslâm devletler zincirinin son halkası olan Osmanlı Devleti ile ilgili tarih terimleri, Batılı tarihçilerce kesinlikle dikkate alınmamış, bu devletin yapısı, Avrupa’dakilerin yapısına benzetilerek incelenmiş, bu yanlış tutum, Türk tarihçilerinin bâzılarını da etkilemiştir. Bu etki, hâlâ devâm etmektedir.
Bilinçaltına sinmiş birtakım duygulara, önyargılara, bir de Osmanlı kültürü ve dünyâ görüşüne yabancılık eklenince, Osmanlı Târihi ile ilgili fâhiş yanlışlar birbirini kovalamakta, tekrarla, birbirinden yapılan alıntılarla, bu yanlış kavram ve hükümler, gerçekmiş gibi kabûl görmekte, bizim dikkatsiz ve bilinçsiz tercümelerimizle de kendimize mâl edilmektedir.
Halbuki ;
“Countries and peoples are unique and are not so easily lured into identity with each other save on limited, and specific points.” (Rupert Emerson, From Empire to Nation, Cambridge Massachaussets : Harvard Universiy Press 1967, vii)
(Ülkeler ve halklar biricik’tir ve sınırlı, belli noktalar dışında birbirinin kimliğini kabul etme konusunda kolayca kandırılamazlar.)
Ülkelerin ve halkların ayrı özellikleri olduğu, sosyal yapılarının değişik biçimde oluştuğu, Osmanlıya gelince, dâimâ gözardı edilmektedir. Dünya görüşü ve siyâset alanına çıkış şartlan, sosyal yapısı Avrupa’daki siyâsî-sosyal kuruluşlarınkine hiç benzemeyen Osmanlı Devleti, şimdiye dek, hep Avrupa topluluklarına benzetilerek ele alınmıştır.
Peki, “İmparatorluk” deyiminde ne kötülük var? Kötülüklerin şâhı, insanlığın yüzkarası sömürme var: İmparatorluk, sömürmenin, emperyalizmin âletidir. İmparatorlukta, idâre eden, sömüren bir kavim ve sömürülen, ezilen, kimliğini bile kaybetme derecesine getirilen kavimler var.
“İmparatorluk” deyince, “büyük, geniş devlet”, “içinde birçok milletler barındıran muazzam siyâsî kuruluş” anlaşılıyor. “İmparatorluk”un; “empire”dan geldiği, emperyalist bir kuruluşa işâret ettiği, insanlığın yüzkarası emperyalizm‘in amansız, acımasız, alabildiğine bencil mekanizması, politik tecessümü olduğu gerçeği göz ardı ediliyor. Evet, “imparatorluk”, “insanlığın yüzkarası”dır. Bunu hatırlamak için Roma İmparatorluğundaki, sâdece kölelerin değil, Romalı olmayan halkların durumunu göz önüne getirmek, Büyük Britanya İmparatorluğundaki, kimliklerini unutma durumuna getirilmiş sömürge halklarının, Fransa sömürgelerindeki yerli halkların, Fransızca bilmiyorsa açlığa mahkûm Tunuslu’nun, Cezâyirli’nin, Faslı’nın, Hollanda yönetimindeki Güney Afrika yerlilerinin hâlini bilmek yeter.
“Osmanlı, “imparatorluk”tu ama, “emperyalist değildi” demek de, “kasap Yılmaz mezbahada görevliydi” ama “hayvan kesmezdi” veya “banker Giyovanni tefecelik yapmazdı” “Terzi Hasan hiç makas kullanmaz” demeğe benzer.
İki yüz yıldır ağır baskısı altında kaldığımız, yeni yeni kurtulmağa çalıştığımız kültür istilâsı atmosferi içinde yetiştirilmiş olan, kendimize, Batı gözlüğü ile bakma alışkanlığından, hastalığından kurtulmayı akıllarına getiremeyen diplomalılarımız, târihimizi de Batı normları içinde ele almaktadırlar. İkisi de beyaz diye şapla şeker karıştırılmaktadır. Elmas da kömür de karbondur; onları farklı kılan YAPI farkıdır, atomların farklı dizilişidir. Osmanlı’nın YAPIsı, Avrupalı’nınkinden tamamen farklıdır.
Kafasında taşıyageldiği yanlışları “bilgi” diye taşımağa devâm etmekte isrâr edeceklere, değişimden korkanlara, bir diyeceğimiz yok; düşünmekten korkmayanlara sunuyoruz:
Bakınız, bir Batılı yazar emperyalizmle ilgili neler söylüyor:
“Emperyalizm (Latince imperium: kudret, iktidar’dan türeme) genellikle ticârî ve endüstriyel yayılmanın bir âleti, vâsıtası olarak bir İmparatorluk kurma ve yönetimi. 15. yüzyıldan başlayarak İspanya, Portekiz, Hollanda, Fransa ve İngiltere denizaşırı İmparatorluklar kurmağa başladılar… 19. yüzyılda Avrupa emperyalizmi daha ileri götürüldü ve öncekinden çok daha etkili hâle geldi. Bu, iki merhalede oldu, birisi, 1870 lere doğru gelen ve ilk merhale denebilecek olandır. Bu merhalede, eski emperyal güçlerin bâzıları İmparatorluklarını daha da genişletmeğe devam ettiler: Rusya, Fransa ve İngiltere böyleydi. Ötekiler durakladı veya İmparatorluklarını küçülmüş buldu, bu grupta Hollanda, İspanya ve Portekiz vardı.[1] Hani Osmanlı Devleti nerede ???
Emperyalizmde, sömürgeci ülkenin tâcirleri, büyük ortaklıkları, sömürülen ülkelerdeki ham maddeleri çok ucuz fiyatla alıp, kendi ülkesinde işleyerek sömürgelerinde yüksek fiyatla satar. Sömüren ülkenin ticâret erbâbı ve şirketleri, sömürgeci ülkenin politikasında bile etkili olup onu büyük ölçüde yönlendirir. İngiliz Doğu Hint Kumpanyası Çay Şirketini hatırlayalım.
Osmanlı’ya baktığımızda ise, şunu görüyoruz: Osmanlı Devleti’nin yüklendiği bir görev vardı: İ’lâ-yı Kelimetullah, yâni, Allah’ın buyruklarını yüce tutmak, yeryüzünde hâkim kılmak. Bunun için, Osmanlı Türkü esas olarak cihâd ile meşguldü, ömrü seferde geçiyordu. Sofra kelimesi, dilimizde cihâd hâtırasıdır, seferde yenen yemek demektir. Kur’ânı Kerîm’deki beşinci sûrenin adı Mâide’dir, dilimizde sofra dediğimiz nesnedir. Kur’ânı Kerîm’e bizden daha saygılı davranan hiçbir millet olmadığı hâlde, bugün bile, mâide değil, sofra kelimesini kullanıyoruz. Osmanlı Türkü, ömrü seferde geçtiği için, (sâdece 1740-1768 yılları arasında 28 yıl cihâd faaliyeti olmamıştır.) seferdeki yemek olan sofra kelimesi kullanılmıştır.
Hint Okyanusunda 16. Yüzyılın büyük deniz gücü Portekiz’le savaşan Pîrî Reîs, Seydî Ali Reîs, Murâd Reîs gibi denizciler, Osmanlı’nın Hindistan’ı alıp orasını sömürmesi için değil, Hindistan, Malezya ve Endonezya’dan Hicaz’a hac için gelecek olan Müslümanların yol güvenliği için o sulara açılmışlardı. Osmanlı’nın, ileride o bölgeyi alıp sömürmek gibi bir plânı yoktu. Osmanlı, Yemen’de Bâbul Mendeb Boğazını tutarak 16 yüzyılda Portekizlilerin, daha sonra İngilizlerin Kızıldenize girmesini önlemek, Mekke ve Medine’yi korumak için bulundu, şehidler verdi; petrolün varlığını bile bilmiyordu. Osmanlı, inancı emrettiği için, insanlara, insanları Yaradan’ın mesajını götürmek, Yaradan’ın buyruklarını yeryüzünde hâkim kılmak için savaştı (cihâd, farzdır) ve ülkesi genişledi. Avrupa’lının ise, böyle bir sebebi, motifi yoktur: eline gelişmiş silâh geçmiş, onu kullanarak birçok yeri almış, yerli halkı yoketmiştir. Sonra, buna bir güdücü sebeb, motif bulunması düşünülmüş, sömürgelere ‘uygarlık’ götürüldüğü ileri sürülmüştür. ‘Uygarlık’ götürdüğünü iddia eden Avrupalı, sömürge halkını, kendi kimliğinden uzaklaştırmış, kimliğini bozmuştur, bu, yamyamlıktan da öte bir vahşettir: kaplanın kimliğini değiştirip onu şempanze yapmağa benzer. Sonra da, bu Avrupalı sömürgecilerin torunlarının torunları, Osmanlı Târihi’ni, Osmanlı’nın HİÇBİR kaynağını kullanmadan yazıp, Osmanlı’ya ‘İmparatorluk’ yaftasını yapıştırıp onu ‘sömürücü’ olarak sunmaktadırlar! Bizim iyi yetişmemiş bâzı okur-yazarlarımız da ‘Batıdan ne gelirse, iyidir, doğrudur, mükemmeldir’ kafa şartlanmasıyla, bu yanlışları benimsemekte, kendi târihine yabancı düşmektedirler. Oysa “Biz, toplumun içine doğarız, tarihin içine doğarız. Bize kabul ya da reddi seçme hakkıyla verilen bir giriş biletinin önerildiği an yoktur.”[2]
Türk – Arap İlişkilerini İnceleme Vakfı’nın, Boğaziçi Üniversitesinde düzenlediği ilmî toplantıda, bir İngiliz târih profesörü ile ayaküstü görüşürken, ‘Ottoman Empire’ ifâdesinin değişmesi gerektiğini söyledim. Cevabı: ‘Asla değiştiremeyeceksiniz’ oldu. Yâni, adamlar, ne yaptıklarını, niçin yaptıklarını biliyorlar ve yaptıklarında isrâr ve sebât ediyorlar. İngiliz, kitaplıkları dolduran, bu yanlış ifâdeyi tekrar edip duran kitaplara, insanların, işittiklerini çoğu zaman düşünmeksizin tekrar etme zaaflarına güvenerek öyle söylüyordu. Bilmediği ise
Dağ nice yüce olsa, yol onun üstünden aşar (Yunus Emre)
gerçeğidir. Biz, aklımızı başımıza devşirir de bu yanlışı, bu iftirâyı düzeltmeğe karar verir ve gereğini yapmağa koyulursak, hemen olmasa bile, çok uzun zaman geçmeden sonucu alabiliriz.
KAYNAKLAR
[1] J. M. Roberts, The Hutchinson History of the World, London: Hutchinson, 1987, p. 835.
[2] Edward Hallett Carr, Tarih Nedir? çev. Misket Gizem Gürtürk, İstanbul, İletişim Yayıncılık 1996, s. 96.