Saliha MALHUN
Kafilemiz Bolu Dağı’nda mola verdiğinde ben şair bir abiyle köşedeki masaya oturmuştum. Sen suyu çok seven çocuklar gibi gümrah akan çeşmede elini yüzünü yıkadıktan sonra mendilinle, yüzünü, enseni ve kollarını silerken önce göğe, bulutlara, dağlara sonra mola yerinin hediyelik eşya satan mağazalarına, küçük lokantasına baktın. Gözlerin bize takıldı, usulca yaklaşıp selâm verdin.
Benim önümde minik ama süslü bir not defteri vardı. Renk renk aynalarla süslenmiş kalemiyle birlikte dikkatini çekmişti. “Kızların bu tertibine hayran oluyorum…” demiştin gülümseyerek. O an nedense utanmıştım biraz. “Yemek yemeyecek misiniz siz?” diye sordun. Yüzüne baktım. Hadi kalkın beraber bir çorba içelim…” dedin.
Tenha bir masaya geçmek isterken, coşkulu şiirler okuyan kafile arkadaşlarının bulunduğu masadan fırlayan iki şair senin yanına gelmiş ve bizi de meclislerine dâhil etmişlerdi. Şiirler okunuyor, çorbalar ve çaylar eşliğinde demler tâzeleniyordu. Ben yoldan geçip giden kamyonlara, otobüslere bakıyordum. Bir ara şairlerden biri “şimdi nereye gideceğimizi biliyor musun Malhun?” diye sordu. Önce şaire sonra masadakilere bakıp kafamı iki yana salladım. “Hayır…” kelimesi mırıltı gibi çıkmıştı ağzımdan. Sen, aslında masadakilerle sohbet etsen de yüreğin benimle ilgiliydi, bakışlarından anlıyordum. “Âşığa yol sorulmaz!.. dedin, o nereden gelmiş, nereye gideceğini bilemeyecek kadar yalnızdır çünkü!..”
O an acı bir sevinç uyandı kalbimde. Sözlerin bir müjdeydi sanki ruhuma. Demek ben âşıklardan biriydim, ne güzel demiştim çocukça sevinerek. Belki de henüz çocuktum o zaman. Öyle olmasa sevinebilir miydim bu sözlerine. Gözlerim doldu, o an bir rüzgâr esti üşümeye başladım. “Onun ömrü hep yollarda geçecek…” dedin sonra. Bir an herkes susup bana bakmıştı. Belki de o an gizli ve derin bir kuyu görmüşlerdi bana bakarken. “Bu çocuk yenilmeyecek!.. dedin, bu çocukla yenecek şair iktidar, para ve güce teslim olmamayı. Bu çocuk bizim sevdamız…”
Gözlerimi içimdeki derin kuyuya çevirdim. Kendimi ilk defa senin sözlerinle tanımaya başlamıştım. Sık sık cep telefonumu kontrol ediyordum. Küserek ayrıldığım evden birinin beni aramasını bekliyordum. Aslında ne garip, şairlerin “sevda” dediği mefhumun içini anlamıyordum henüz. Ama sevgiyi biliyordum. Belki de hayatta istediğim tek şeydi.. Ve ne garip sevgiyi bulamamış birinin kendisinin başlı başına “sevda” olması neydi anlayamamıştım.
Sevda neydi bilmiyordum ama korkuyordum da ondan. Ürperiyordum sen anlatırken… Sonsuz bir tutsak gibi hissetmiştim kendimi içimdeki kuyuda. “İnsan bu dünyada neyin peşinde koşarsa o yolda ölecek dedin. Korktum… Doğruydu.. Şimdiye dek defalarca ölmüştüm. “Hayır, bu çocuk ölmeyecek ama defalarca kanına girilecek!” dediğinde herkese bir hüzün çökmüştü. Bir cenazeydim sanki orta yerde. Kendimi ilk kez senin sözlerinle anlıyordum. Uzattığım sevgi ve dostluk çiçeklerinin ellerimde nasıl da solduğunu hatırladım. Aslında kimse incinmesin ve günah işlemesin diye kendini kuyuya atan tuhaf bir Yusuf olduğumu fark etmiştim. Öldürmektense ölmeyi seçmiştim. Çünkü üzülüyordum bana vuran ablalarım ve ağabeylerime. Onların ülkesi böyleydi. Onların ülkesinde var olabilmek için yok etmek gerekirdi. Onların ülkesinde büyük balık, küçük balığı hep yutardı. Ben de kendime ait bir ülkem olduğunu sanıyordum. Ama orası neresi bilmiyordum. Çünkü ne Diyarbakır, ne Ankara ne Londra ne de İstanbul yâr olmuştu bana. İlk defa kimsesiz olduğumu fark etmiştim. Annem, babam, eşim, dostum, arkadaşım ve hocalarım herkes ve her şey ardımdaydı neden? Bir şey vardı tâ en başında… Bir şey yüzünden ya herkes beni terk etmiş ya da ben herkesi… Bir şey… Bir şey ki, o şeyle ben başımı alıp nereye gitsem o da benimle geliyordu. “Bu çocuk ülkü”dedin. Bu çocuk nereye gitse orada İsmail gibi kurban edilecek. Bu çocuk nereye gitse ülkemiz orası olacak.”
Anlamıştım… Başımı öne eğip; “Demek benim bir ülkem yok!“ dedim. Ve hiç de olmayacaktı. Bir ülküm vardı benim. Belki de bu ülkünün İsmail’i idim. Nereye gitsem kanlı gömleğimden tanıyordu sanki herkes beni. Ben anlayamamıştım oysa düzenin oyunlarını. Bana dostluk oyunu oynarken kalemimi kırıp kaldırımlara atan ağabeylerime kanlı gözlerle bakmıştım. “Bu çocuğun ölümü temiz… Bu çocuğun ölümü gizli… Bu çocuğun ölümü beyaz olacak…”
Birden yağmur bastırdı. Bir anda herkes arabalara yahut dükkânların saçakları altına gizlendiler! Yağmur yeryüzüne hangi tarihten beri yağıyordu? Kimyasında asırlık ölüler vardı. Kimsesizlerin ve yalnızların arkadaşıydı bu yüzden. Sonsuzluk gibi bir şeydi yağmur yaraları yıkayan ve sağaltan.
Daha iyi anlamaya başlamıştım kendimi… Anladıkça tanımaya… Bolu Bey’inin bulutları dağlardan rüzgârını yollamakta gecikmemişti. Yağmur bulutlarını kovalayan rüzgârın sesini dinledim. Etraf toprak kokmuştu… Etraf berzah kokmuştu… Etraf yokluk kokmuştu…
Tıpkı senin için kaleme aldığım şu yazıyı yazarken pencereden içeriye dolan koku gibi…
Çağın entelektüellerinin kutsal bir yazıt gibi piyasaya sürdüğü kitapları ve metinlerini nasıl alt-üst ettiğini şimdi elbette daha iyi anlıyorum. Bu kutsanmış metinler aslında anlatmıyordu insanoğlunu. Oysa senin mısralarında herkes tek tek kendini bulmuş ve benim yerim bu diyerek işaret koymuştu.
Hâlâ bir ülkem yok benim. Eğer gerçekten bulunduğum yer bir ülkü olacaksa, insanlar evvela “tutunmayı” bırakmayı öğrenmeliler. Şehrin vitrinlerine astıkları kutsanmış metinler bir imajdan ibaret çünkü. Bırakmalılar, terk etmeliler artık bu ruhsuz mukavvadan dünyalıklarını. Anlamalılar ki edindikleri “İyi olmak”, “fikir öfkesi”, “özgünlük” ve “öz(ü)gürlük” sadece bir “imaj”dan ibaret. İnsan sahip olduğu mülkünden, nefsine yapışmış saplantılarından, fikr-i sâbitinden, alışkanlıklarından vaz geçmedikçe imajlar nasıl ülkü hâline gelir?
Çağın duvarına yapıştırılan imajları kusursuzca oynamaya çalışmak değil ülkü. Çilemi ve ağır aksak yürüyüşümü, savruk yazılarımı, öfkemi küçümseyenlere üzülüyorum. Çünkü kendi terk edilmişliklerini, hayatın bir yerinde yedikleri tekmeleri, itilmişlikleri saklamak onlara göre iyi şair olmanın imajı. Oysa insanın kendisinden, neye özlem duyduğundan, nereden yara aldığından, kim olduğundan, neler hissettiğinden daha tabii ne olabilir ki.. Ömer Lekesiz Hocam en çok da bu yüzden haklı belki de, bizim roman yazamayacağımızı söylerken. Çünkü roman kutsanmış imajlarla donatılmış kalemlerin elinde sadece bir tasvirden ibaret. Çünkü İslâmcılık bile en büyük dalgınlığımızdı bizim… Kendimize, geleneklerimize, tarihimize, mezarlıklarımıza ve on beş asırlık tozlu raflardan, arşivlerin mahzenlerinde çürümeye terk edilmiş hafızamıza dalgınlığımız. Kutsaldı bizim için İslâmcı olmak, o içimizde hiç olamadığımız ve ama imajlarından tutunmaya çalıştığımız hummalı uykumuz!
Oysa benim için imaj yok imân var, inanmak var! Tıpkı senin gözlerinden ruhuma talim ettirdiğin ülkü diriliği gibi. Benden hiçbir çıkarları olmayan saf altın Anadolu çocuklarına yakınlık benim için vatan. Onların gönlünde yer edinebilmek, zihinleri henüz kirletilmemiş kalemlerinden öpmek… Mutlu olmak değil, mutlu edebildiğim yer benim için ülke…
Şimdi kendisini öldürenlere, sömürenlere, yağmalayanlara âşık bir cemiyet ortasında hâlâ bir başımayım.
Oysa istenmediği yerde var olandır gerçek ülkücü. Saygın toplantılarda önde oturtulmak, bitip tükenmek bilmeyen o kutsallaştırılmış anma etkinliklerinde önemsenmek değil!
O şatafatlı salonlarda bir an kim olduğunu unutmamak gerçekten ülkücü olmak. Tıpkı bir anlık dalgınlığımıza gelen İslâmcılık gibi yanılgımızı seyretmek değil bir ömür boyu…
Şimdiye dek bana kim “seni seviyorum” dediyse, evvelâ kendini sevmiyordu. Çünkü ona da sevgi ve nezaketin incelikleri kutsal bir imaj olarak belletilmişti. Evet, bin kere haklı Ömer Lekesiz Hocam, ellerinde bu kutsal imajların metinleriyle yaşayan ve yazanlar en dipte saklı ihanet, bayağılık ve kendi ikiyüzlülüklerinin yüzüne nasıl bakacaklardı?
“Bu çocuk” en sonunda delirdi, çıldırdı, kendine küstü bu insanların arasında yaşamaktan ve yazmaktan. Şimdi daha bir tutkuyla bağlandım öfkeme ve yalnızlığıma.
Kimileri sır ifşaatçısı olarak görüyorlar beni. Bir velînin henüz sabî olan torununun gözlerinden geçmesine izin verdiği konuklarını, duvarların zikretmesini anlayamıyorlar. Onlar sadece gözleri açıkken var olduklarına inanıyorlar. Uyumalarını istesem daha ölmeden leş kesilirler.
Oysa çocukça ifşaatlere çoktan kapandı benim gözlerim. Sadece görüyorum kurşun geçirmez bir göl altında biriktirdiklerini. Kutsal metin ve imajlarının altındaki o derin gölde asıl benlikleri. O gölde nasıl inlediklerini, o gölde gizlice kanlarını yıkadıklarını ve o gölde sustuklarını görüyorum. Onlar İslâmcılıkları nasıl dalgınsa, içlerindeki bu gölde o kadar derin ve suskun. Her şeyi içine alıp, kabul edip sonra susuyor.
Bu göl konuşmadıkça yazamayacak romancı. Bu göl affetmedikçe gerçek üzüntüler, pişmanlıklar, saçmalıklar yakayı ele veremeyecek. İmajların tanrısı, patronu, işçisi, dişlisi, çarkı, medyası var. Oysa dilsiz gölün kendinden başka kimsesi yok!
Şairlik kelime bilgisi, poetika değilmiş bir ömür bunu anlatmaya çalıştın sen. Tıpkı o kısa yolculuğumuzda bana kendimi ve ülkümü öğrettiğin gibi.
Oysa hâlâ hiçbir şey bilmiyorum ben. Hâlâ ölüyorum, vuruluyorum ve bulduğum ilk kuyuya atıyorum kendimi. Gömleğimi parçalayan kurtlara sarılıp uyuyorum…
Şimdi şairler hâlâ öyle… Hâlâ kutsal metinler ve imajlar var ellerinde. Ülkü, dirlik, birlik, vahdet, sevgi, nefret, öfke, umutsuzluk, barış, muhabbet her şeyi biliyorlar ve yazıyorlar… Bir tek sevdayı, gerçek sevgiyi, satmadan satılmadan, ihanet etmeden sevmeyi bilinmiyor! Çünkü imajlarla onu keşfetmek asla mümkün değil!
Ben hâlâ onun peşindeyim..
Bolu Dağı’ından esen o rüzgârla…
Kimsesizliğime yağan her yağmurda
Biraz da küskün ve alıngan bir “yolcuyum” hâlâ…
Şehirdeki günahlarım ve küçük hayatımla…