Özgür müyüz, yoksa kendimizi tutkuyla sömürüyor muyuz?

Tam boy görmek için tıklayın.

 

Prof.Dr. Erol GÖKA[i]

Günümüz toplumu ve insanı üzerine kafa yoran, dişe dokunur fikirler üreten, zamanımızın felsefi olarak en sağlam eleştirilerini yapanlardan, hepimizin yaşadığı, ama dile getirmekte zorlandığımız problem alanlarını ifade etmeye çalışan ender düşünürlerden biri, Kore kökenli, Almanca eğitimli Byung-Chul Han.

Han, yaşadığımız zamanların toplumsal ve psikolojik analizinde çok yararlı ve önemli tespitler yapıyor. Hemen tüm eserleri dilimize çevrilen Han’ın bakışı hem ufuk açıcı hem düşünce ayartıcı nitelikte. Ali Yaşar Sarıbay Hoca’nın deyimiyle kitapları, “Luhmann’dan Foucault’ya, Bourdieu’den Heidegger’e kadar düşünce, yorum ve eleştiri seremonisi. Özellikle Heidegger felsefesi ile sosyoloji arasında kurduğu ilişki çok özgün” ve hayranlık uyandırıcı…

Onu okumak, onunla didişmek, bana çok iyi geliyor, okuyanlardan da aynı şeyi duyuyorum. Müsaade ederseniz fikirlerini biraz tanıtmak, hissettiğimiz iyilik hissinin gerçekliğini sizlere de sorgulatmak istiyorum.

Byung-Chul Han’ın farkı ve en büyük katkısı ne?

Onun “yorgunluk ve şeffaflık toplumu” kavramları ve neo-liberal yeni iktidar tekniklerini ele alan, günümüz kapitalizmini “heyecan kapitalizmi” olarak adlandıran psiko-politika yaklaşımı gerçekten de çok önemli saptamalarla dolu.

Şüphesiz Michel Foucault’un bıraktığı yerden devam etmesi, onun yaşayıp göremediği hususları merceğine alarak modern iktidarın psikolojik tekniklerini sorgulaması çok önemli.

Ama ben kendi adıma Han’ın en büyük katkısının, özgürlük ve mahremiyet kavramları alanındaki dev tahribatı fark etmesi ve adeta günümüzdeki anlamlarını baş aşağı ederek yerli yerine oturtması olduğunu düşünüyorum.

Ey özgürlük, sen nesin?

“Bu özgürlük kavramıyla daha fazla ilerleme kat edemeyeceğimize inanıyorum. Bugün özgür olduğumuzu varsayıyoruz, oysa gerçekte kendimizi tutkuyla sömürüyoruz.”

“İnsan sevgi ve arkadaşlık ilişkilerinde kendini özgür hisseder. Bizi özgür kılan şey bağların yokluğu değil, bağlı olmaktır. Özgürlük, en mükemmel haliyle, ilişkilere mahsus bir sözcüktür.”

“Kendini özgür sanan performans öznesi aslında bir köledir” diyor Han, “özgürlük” adı altında yaşadığımızın aslında köleliğin ta kendisi, hatta kölelikten bile daha ağır bir durum olduğunu belirliyor.

Neo-liberal sistem, “Özgür olduğumuzu düşünerek bir girişim ortaya koymalı ve devam ettirmeliyiz” düşüncesi ekseninde çalışır ve esasen özgürlüğü de metalaştırarak sömürür. Sınıf kavramını sermayenin ve gücün kolayca değişebilirliğine göre yeniden tanımlar. Han’a göre Marksist anlamda bir proletarya ve burjuva sınıfı ayrımı artık kalmamış, görünüşte herkes girişimci, daha doğrusu sermaye birikimi için bir çalışan haline gelmiştir, ama bu süreç aynı zamanda herkesi tüketici de yapmaktadır.

Ekonomide ‘girişim özgürlüğü’ görünümü altında gizlenen kölelik, bilişim sistemlerine dayalı ‘şeffaflık toplumu’nda ise dijital ağların yarattığı gönüllü gözetim biçiminde kendini gösterir.

Hizaya getirmenin yeni adı şeffaflık

“Şeffaflık” kavramı, Han’ın zor kavramlarındandır, ama idrak edildiğinde genel bakışının da daha berrak biçimde görülmesini sağlar. “Şeffaflık”la kast ettiği, tüm her şeyin, ama gerçekten her şeyin gözlemlenebilir, ölçülebilir, hesaplanabilir, adeta bir bilgisayar algoritmasına göre kodlanabilir hale getirilmesidir.

“Şeyler, her türlü olumsuzluktan arındıklarında, pürüzsüzleştirildiklerinde, düzleştirildiklerinde, sermayenin, iletişim ve enformasyonun pürüzsüz akıntılarına direnç göstermeksizin katıldıklarında şeffaflaşırlar. Eylemler işlemsel (operasyonel) hale geldiklerinde, hesaplanabilir, yönlendirilebilir ve kontrol edilebilir süreçlere tabi olduklarında şeffaflaşırlar.

Zaman, elimizin altındaki bir şimdiler dizisi kertesine getirildiğinde şeffaflaşır. Böylelikle gelecek de olumlulaştırılarak optimize edilmiş bir şimdi haline gelir. Şeffaf zaman, kadere ve olaya yer vermeyen zamandır. Görüntüler, her tür dramaturjiyi, koreografiyi ve sahnelenişi, her tür yorumbilgisel derinliği, hatta anlamı yitirerek pornografik hale geldiklerinde şeffaflaşırlar. Pornografi, görüntü ile göz arasındaki dolayımsız temastır. Şeyler, tekilliklerini terk edip sadece fiyatlarıyla ifade edildiklerinde şeffaflaşır. Her şeyi her şeyle karşılaştırılabilir kılan para, şeylerin birbiriyle eş bir ölçüye vurulamazlığının, tekilliğinin her türünü ortadan kaldırır. Şeffaflık toplumu, aynının cehennemidir… Günümüzde toplumsal sistem bütün süreçlerini, bunları işlemselleştirmek ve hızlandırmak amacıyla şeffaflığa zorlar.”

Bu süreçte, pornografinin yanı sıra müthiş bir totaliter yan görür Han, “Hizaya getirmenin yeni adı şeffaflıktır” der.

Gönüllü kölelik düzeni

Sınırsız özgürlük vaadiyle kendimizi kucağına attığımız dijital ağlarda aslında gönüllü olarak görünmek, her halimizi göstermek ister, bu arada dipten tırnağa denetleniriz. Büyük veriler, devamlı bilgilerimizi kaydeder, internette her adımımız izlenir. Dijital toplumda veri akışı, bilgiye ulaşmak ve kendini ifade etmek oldukça hızlı, kolay ve ucuz maliyetlidir. Bu yüzden hepimiz bu yeni denize dalarız, orada yaşar, yaşama tarzımızın orası tarafından belirlenmesine müsaade ederiz; dalmayanlar nefes alamaz, sudan çıkmış balığa dönerler. Bu da yetmiyormuş gibi, “budala” olarak nitelenirler.

Artık açık şiddet ve baskıya dayalı, disiplin toplumu yok onun yerine ikna, hoşnut etme ve tatmin temelli gönüllü kölelik düzeni vardır. “Dataizm, dijital Dadaizmdir. Onun gibi her türlü anlamlı bağlamdan feragat eder ve nihilizmde sonlanır. Anlamdan yoksun sayılar ve veriler, mutlaklaştırılmakla kalmaz ayrıca fetişleştirilir ve pornografikleştirilir”. Han’a göre, toplumun gittikçe pornografikleşmesi modaya da yansır, “Günümüzün modası bariz pornografik özellikler taşımaktadır. Biçimlerden ziyade et gösterilmektedir” der.

“Bugün kapitalizm hayatın her alanını ele geçirmiştir. Her şey bir mal haline gelmiştir. İnsanlar kendilerini ürün olarak sunmaktadırlar. Kapitalizm, sevgiyi de tüketilebilir duygular düzenine dönüştürmüştür.” Han’ın betimlediği bu sistemde tüketimi sürekli kılabilmek için mütemadiyen yeni ihtiyaçlar yaratılır, insanlar ancak o ihtiyaçların karşılanması halinde mutlu olabileceklerine ikna edilir. Tüketilen nesnelerle birlikte aslında duygular da tüketilir, daha doğrusu yönetilir. Böylece heyecan kapitalizmi yaşamı oyunlaştırır. Faaliyetlerin oyunlaşması sırasında insanlar tahakkümün ve tüketim dayatmasının bilincinde olmaksızın sömürülürler.

Mahremiyet kaldı mı gerçekten?

“Mahremiyet” ve “mahremiyet hakkı”, günümüzde, insan hakları içinde tanımlanması zor olanlarından… Oysa onların geleneksel dünyadaki manası, çok açıktı, fazla mıncıklanmıyor, daha ziyade erdemlerle bağlantısı içinde kavranıyordu.  Her şeyden önce, insanın hür ve iradi bir varlık oluşunun tasdikinden kaynaklanıyor; kişisel sınırlara ve kararlara saygı olarak berraklaşıyordu. Ama maalesef günümüzde üzerinde bütünüyle anlaşabileceğimiz bir mahremiyet tanımı pek mümkün görünmüyor.

Şöyle tanımlanmaya çalışılıyor mahremiyet ve hakkı: “Kişilerin tek başlarına kalabildikleri, istedikleri gibi düşünüp davranabildikleri, başkalarıyla ne zaman, nerede, nasıl ve hangi ölçüde ilişki ve iletişim kuracaklarına kendilerinin karar verebildikleri bir alanı ve bu alan üzerinde sahip olunan hakkı ifade ediyor”

Bir diğer tanımlama daha kapsamlı… “Mahremiyet otonomi hakkıdır; yalnızlık, samimiyet ve anonimliği yaşama hakkıdır. Mahremiyet, kişiyi çevreleyen yakın fiziksel alanı, kişiyi haksız müdahalelere karşı korumayı, kişisel verilerin toplanma, saklanma, işlenme ve dağıtımının nasıl yapılacağını veya yapılmayacağını kontrol etmeyi gerektirir. Mahremiyet hakkı; bir kimsenin özel hayatı, fiziki, ahlaki bütünlüğü ve kişisel bilgi denetimi kadar, kişiliğini geliştirme özgürlüğünü, başkalarıyla kişisel ilişkiler kurma hakkını ve profesyonel iş yaşamına ilişkin etkinliklerini muhafaza etme yetkisini de içerir.”

Mahremiyetin dönüşümü

Bizim Byung-Chul Han, bu tür tanımlara itibar etmiyor ya da göstermelik buluyor. Yaşadığımız topluma niteliğini veren temel özelliklerden birisi “şeffaflık” olduğu için Han’ın tüm çalışmalarında doğrudan ya da dolaylı bir biçimde işlenen konulardan birisi de mahremiyet. Ama Han’a göre günümüz toplumunda mahremiyet ciddi bir içerik değişimine uğramış, devasa bir dönüşüm geçirmiştir. Han’ın bu bakışını anlayabilmek için adeta yerleşik düşüncemize takla attırmamız gerekir. Zamanımızın bizi her şeyi olumlamaya mecbur tutan yanını görmeksizin günümüzdeki mahremiyet dönüşümünü anlamamız mümkün değildir.

“Sadece enformasyonlardan oluşan ve bunların parazitsiz dolaşımına ‘iletişim’ adı verilen bir dünya bir makineye benzerdi. Olumluluk toplumu ‘içinde hiçbir olayın kalmamış olduğu bir yapıdaki enformasyonun şeffaflığı ve müstehcenliği’nin hâkimiyeti altındadır. Şeffaflık zorlaması bizzat insanı sistemin işlevsel bir öğesi düzeyine indirir. Şeffaflığın şiddeti buradadır… Dünyayı hasta eden şey, mahremiyet ve yasaklama değil, aşırı iletişim ve aşırı tüketim; bastırma ve olumsuzlama değil, her şeye izin verme ve her şeyi olumlamadır…”

Han’a göre günümüzde her ne kadar mahremiyet çok önemseniyormuş gibi bir izlenim verilse de aslında mahremiyeti tamamen bitirmeyi amaçlayan bir ideoloji yürürlüktedir. Bu ideoloji sanki olabilirmiş gibi şeffaflık adına kişisel alanın tümüyle elden çıkarılmasını talep eder ve bunun nihayetinde içi görülebilir bir iletişime yol açacağını iddia eder. İlk bakışta yüzde yüz anlamayı ve anlaşılmayı amaçlayan ideal bir iletişimden bahsediliyor gibidir ama bu beklenti, insanın tabiatıyla, psikolojisiyle tamamen uyumsuzdur.

Biraz açmaya çalışalım.

Mahremiyeti, onu tehdit altında tutan üç temel faktöre baktığımızda daha iyi anlayabiliriz. Mahremiyete yönelik tehditlerden birincisi, kendini ifşa etme; ikincisi merak, üçüncüsü ve sonuncusu gözetleme-kontrol… Günümüzde mahremiyet, bu üç alanda da büyük bir saldırı altında… Öyle ki bu saldırılar nedeniyle kamusal ve özel alan tanımları alt-üst oldu. Özel alan kamusallaştı, kamusal alan özelleşti. Bilişim teknolojileri sayesinde kendini-ifşa etme arzusu öyle bir hal aldı ki, günümüz toplumuna “şeffaflık toplumu” diyen Byung Chul Han, günümüz insanı için “göstermekten başka bir şey göstermek istemiyor” diye feryat ediyor. Bence ilave etmeliydi aynı zamanda gösterilenleri merakla izlemek de istiyor(uz). Merak duygumuz insanlık tarihinde hiç bu kadar tatmin için kışkırtılmamıştı. Meraktan ölüyoruz.

Evet, mahremiyetin tüm düşmanları, günümüzde gemi azıya almış vaziyette. Mahremiyetin üçüncü düşmanı “gözetleme ve kontrol” için eskiden hep devletler suçlanırdı, oysa teknomedyatik dünyada tüm teknolojik aklı elinde tutan güçler, denetim ve kontrol alanında hiç de devletlerin gerisinde kalmıyor. Bizi hür ve iradi bir varlık değil yönlendirilebilir bir arzu yumağı görüyorlar. Tüm hallerimizi ifşaya zorladıkları yetmiyormuş gibi ne yiyip ne içtiğimiz, neyi merak ettiğimizi kollayıp duruyorlar. Sistemi ona göre kurmuşlar, sanal ağa bir kez takıldık mı artık onların kurallarına uymak zorundayız ve artık oradan çıkış bulmamız neredeyse imkânsız. İnsanı hür ve iradi bir varlık olmaktan çıkarıp kendimizi ifşa isteğimizi ve merakımızı kırbaçlayanlar onlar, arzularımızı pazara çıkaran ve yağmalayanlar onlar, gruplara ve kurumlara mahremiyet isteyenler yine onlar… Bizi hem çıplak bırakıyor hem gözlüyorlar. Ne yapıp ettiğimizi elektronik göz her daim görüyor. Ama biz onlar hakkında hemen hiçbir şey bilmiyoruz. Mahremiyeti bizim için değil kendileri için istiyorlar.

İnsan ruhunun neye ihtiyacı var?

Oysa şöyle diyor Han, insan psikolojisi ile ilgili bilgileri de kanıt göstererek: “İnsan ruhu, görüldüğü kadarıyla, ötekinin bakışından uzak, kendi başına kalabileceği alanlara ihtiyaç duyar. Geçirgenlikten yoksun olma gibi bir özelliği vardır. Bütünüyle ışıklandırılması yanmasına ve bir tür ruhsal tükenişe yol açacaktır. Sadece makineler şeffaftır. Hayatı hayat yapan kendiliğindenlik, olay doluluk ve özgürlük, şeffaflığa izin vermez.”

Şeffaflık toplumu ve sistemi çok ama çok güçlüdür ama kesinlikle insan ruhuna aykırıdır.

Ben mi? Biraz insan psikolojisinden anlayan birisi olarak Byung-Chul Han’a sonuna kadar katılıyorum. İnsan kalmakta ısrar ve devam edeceksek, gittiğimiz yol çıkmaz sokaktır ve bir gün sonuna gelinecektir diyorum.

—————————————

Kaynak:

https://fikirturu.com/toplum/ozgur-muyuz-yoksa-kendimizi-tutkuyla-somuruyo/

[i] Prof. Dr. Erol Göka – Sağlık Bilimleri Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Şehir Hastanesi’nde “Psikiyatri Bölümü Eğitim ve İdari Sorumlusu” olarak görevli. Psikiyatrinin birçok alanında yapılan bilimsel çalışmalarda yer almasına rağmen ilgisi, daha çok psikiyatrinin sosyal bilimlerle ve felsefe ile kesişim noktalarında yoğunlaşmıştır. İnsanın dinamik özelliklerine ve grup-varlığına olan ilgisi onu psikodinamik yönelimli klinik uygulamalara ve grup psikoterapilerine yöneltmiştir. “Hoşçakal: Kayıp, Matem ve Hayatın Zorlukları”, “Hayatın Anlamı Var Mı?”, “Yalnızlık ve Umut” ve “Kalpten” psikiyatriye bakışındaki özgün varoluşçu-dinamik çerçeveyi ortaya koymaktadır. “Türk Grup Davranışı” kitabı ile Türkiye Yazarlar Birliği 2006 yılı “Yılın Fikir Adamı Ödülü”ne layık görülen Erol Göka’ya 2008 yılında, Türk Ocakları tarafından “ilmi çalışmalarıyla Türk milletinin ufkunu açan eserler ortaya koyması” dolayısıyla, “Ziya Gökalp/ Türk Ocakları İlim ve Teşvik Armağanı” verilmiştir. Erol Göka, 2020 yılında ise, kültür ve sanat hayatına uzun süreli katkıları nedeniyle Türkiye Yazarlar Birliği’nin “Üstün Hizmet Ödülü”nü almaya hak kazanmıştır.

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen