Atilla Yayla Liberalizmi bireylerin özel yaşamlarına keyfi karışmama olarak tanımlamaktadır. Bu güzel bir tanım ancak bu sadece hukuki/siyasi bir tanım.. Bu düzeyde alındığında liberalizm kulağa hiç de fena gelmiyor. gerçekten de liberalizmin başarıyla uygulandığı ülkelerde imrenilebilecek bazı şeyler mevcut; örneğin New York veya Londra’da Şii-Sünni vb dini kuruluşların yan yana bulunabilmeleri gibi.
Ama Yayla’nın tanımı ” tam” değil. Liberalizmin metafiziğini içermediği için tam değil. Özgürlükle ilgili onca olumlu şeye karşın içerdiği o karanlık ögeyi göstermediği için tam değil. (Sizden bu yazıyı hukuki/siyasi anlamıyla özgürlüğe karşı bir yazı olarak düşünmemenizi metafiziksel ve psikolojik anlamıyla özgürlük üzerinde bir düşünce yazısı olarak almanızı rica edeceğim.)
Bu başkalarının keyfi müdahale edemediği alan dahilinde ben nasıl doğru-düzgün yaşayacağım?
Burada hak ettiği ilgiyi yeterli düzeyde görmeyen İsveç sosyal demokrat partisinin kurucu babalarından olup bu parti başarılarının zirvesindeyken onu terk edip önce Katolik sonra Müslüman olan Tage Lindbom’un yaklaşımından bahsedeceğim.
O Jean Jacques Rousseau’nun “Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik” ilkelerini kurgulayışını inceler ve tefekkür eder. JJR ilkel toplumları tanıdıktan sonra monarşi, kilise gibi devasa kurumlar olmadan bir toplumun kurulabileceğini düşünür. “İyi Vahşi” düşüncesi anahtar bir kavrammış onun için. O doğa içinde insanın “özgür, eşit ve kardeş” olarak ortaya çıktığını söyler. Daha sonra bu fikri işleyerek bu “doğal insan” ı “toplumsal sözleşme” vb gibi fikirlerle Fransa gibi hayli karmaşık modern devlet ve “doğal insan” ı kurgular. daha sonraki liberalizm, sosyalizm vb onun bu temel fikirlerinden gelişecektir.
Lindbom doğa içinde var olan “eşit, özgür, kardeş” insanı Kutsal Kitabın cennette ortaya çıkan insanı ile mukayese etmek gerektiğini düşünür ve eder. Adem ve Havva cennette pek çok nimete, özgürlüğe sahipti ancak bir “şart” mevcuttu, “şu ağaca” yaklaşmamaları gerekiyordu. Bu özgürlük şartlı bir özgürlüktü.
Eminim ki İslam düşünce tarihinde ağaç sembolizmi muazzam bir şekilde incelenmiş, düşünülmüştür. Miraç esnasında peygamberin ötesine geçmediği Sidre ağacı ile beraber düşündüğümde ben ağacı “sınır” olarak anlama eğilimindeyim. Nitekim bazen tarlaların sınırları bir seri ağaçla çizilir. Her iki Kurani örnek “haddi aşma-aşmama” meselesini anlatmaktadır. Özgürlüğün bir şartı bir sınır olmalıdır. Sınır aşılırsa insan düşer. Had aşıldığında ceza gerekir.
Lindbom’a dönecek olursak o JJR’nin esasında şartlı olması gereken özgürlüğü şartsız kılmaya çalıştığını söylemektedir. Oysa böylesi bir özgürlük ancak Allah’a yaraşır.
İşin metafizğinden sonra psikolojisine geçelim. Bize bu şartsız özgür insanın mutlu, sevinçli vb olduğu inandırılmaya çalışılınıyor ama kişisel deneyimim asla böyle değil. Ben bu parıl parıl özgür insanların özyıkım öyküleriyle şaşıra şaşıra büyüyen bir neslin üyesiyim. (İyiki de öyle olmuş). Sayılar ve örnekler şoke edicidir, tabii burada benden bir önceki nesilden de örnekler var…….Dalida, (çok sayıda intihar denemesinde başarılı olamamış) Brigitte Bardot, Marilyn Monroe, Marguax Hemingway, Jean Seberg, Jim Morrison, Kurt Cobain, Whitney Houston vb vb vb. İnanın bu sayı çok ama çok uzayabilir.Dünyanın en güzel, en başarılı, en (şartsız) özgür insanlarını içeren dehşetengiz bir listedir bu.
“Şu ağacın” diğer şeylerden farkı kalmadığında her şey anlamını yitirir. Doğru ile yanlış arasındaki ayrım ortadan kalktığında yapılan hiç bir şeyin de anlamı kalmaz. O ağaca ihtiyacı olan bizzat insanlardır. JJR’nin unuttuğu eşref-i mahlukatın “aşağıları aşağısına” da düşebileceğidir.
Şartsız özgürlüğün gençlere pompalanmaya devam edildiği bu dönemde -biraz tesadüfen biraz da değil- çok güzel bir ibretlik belgesel filme denk geldim. Bu “efsanevi” Doors müzik grubunun baş elemanı olan Jim Morrison’un yaşam öyküsünün, onun bir hayranı olan yönetmen Oliver Stone tarafından yapılmış filmiydi. Oliver Stone’u vurgulamamın sebebi Morrison’un hayatını karalayan vb bir yönetmenden değil onun hayranından seyretmiş olmama rağmen filmin bu “şartsız özgürlüğün” rezilliğini en aşikar eden filmlerden biri olmasıydı.
Morrison bu şartsız özgürlüğün son noktalarında geziniyordu; her tür uyuşturucu, içkiyi kullanıyor, kan içmeyi bile deniyor, gerçekleştirmese de bir ara insan eti yemeyi gündeme getirebiliyor, gittiği bir barda ulu orta idrarını yapıyor, konserinde “teşhircilik” ten mahkum oluyor, esasında çok sevdiği ve ömür boyu bağlı olduğu bayan arkadaşına rağmen bizzat bu bayan arkadaşının deyimiyle “her dokunduğu kadınla beraber olan” birisi bu, dinleyicilerine küfredebilen/aşağılayabilen, babasından korktuğunu söyleyen bir grup arkadaşına pervasızca onu öldürmesini söyleyebilen, konserine iki saat keyfi geç çıkabilen, skandal bir şarkısında babasını öldürmek annesine de akla gelebilecek en uygunsuz şeyi yapmak istediğini söyleyebilen bir adam bu. Her davette, her konserde sınırları çiğneyen birisi…Bir davette bayan arkadaşının pişirdiği ördeğin üzerinde tepiniyor vb. vb..Arada bir de tüm yerleşik kuralları çiğnemekten, her şeye başkaldırmaktan filan bahsediyor.En sevdiği şey “aşırılık” mış adamımızın.
Sonunda hayli genç bir yaşta (28) Paris’te bir otel odasında küvette uyuşturucudan mütevellit ölü bulunuyor. Tabii intihar ettiğine dair teoriler de var.
Bir yanıyla dahi bir şair, müzisyen, film yapımcısı hatta fikir adamı olan ama her fırsatta “şu ağaca” yaklaşan Morrison’un hayatı bir Müslüman için tam bir ibretlik öyküdür. İğrençliğin, rezilliğin ve “şartsız özgürlüğün” diplerinde gezinmektedir…
Bana soracak olursanız IŞİD’in elinde öldürülmekten bile daha korkunç.
Şurada kısa bir yaşam öyküsü var: http://tr.wikipedia.org/wiki/Jim_Morrison
Özgürlüğün karanlık tarafını görmek isteyenler için birebir…Ama gençlerin ne kadar kolay illüzyona gelebildiği düşünülürse üzerinde yazdığı gibi 18 yaş üstü değil 40 yaş üstüne uygun..